Selâhaddin Çakırgil
‘Sözü olana dinleyen kulak; kulağı olana, söylenecek söz..’
Önceden açıklandığı üzere, Çarşamba’ları, okuyucuların soru- cevab ve mesajlarına yine yer vermeye çalışacağız, inş..
-Rahmi İnceoğlu: Yazılarınızda AK Parti’ye fazla kredi açtığınızı kabul ediyor musunuz?
*SEÇ: AK Parti veya diğerleri.. Hepbirisi, mevcud sistemin içinde yer alan siyasî teşekküllerdir. Mevcud siyasî organizasyonlar içinde, herkes kendi hedeflerine en yakın olanı tercih eder. ‘Fakir’in partilere bakışı böyledir. Tayyîb Erdoğan ve yakın ekibine ise, partisi dolayısiyle değil, şahsî özellikleri dolayısiyle daha fazla itibar ettiğim doğrudur. Geçmişte, nicelerine, bizim değerlerimize biraz saygılı davranalara yakınlık duyardık.. Tayyîb Bey ve yakın arkadaşları ise, bizim değerlerimize saygılı dıyardan kimseler değil, bizzat kendi içimizden birileridir.
Hakan Albayrak’ın yazısını da bu çerçevede değerlendirmek gerekir sanıyorum.. Esasen, o kendi açıklamasını da yaptı.. Gönlünden geçeni, hulûs-i kalb ile söyleyen kimse ile, yığınla entrikalar düşünerek söyleyenler arasındaki farkı gözetmek gerekir.
Tekrarlamak gerekirse, partiye değil ama, Tayyîb Erdoğan ve yakın çalışma ekibine bakışım, elbette diğer siyasî liderlere bakışımdan farklı olacaktır. Ancak, şunu da ekleyeyim ki, yönetimi onun ve ekibinin elinde bulunan lokomotif, başkalarının döşediği raylar üzerinde ve önceden başkalarınca hazırlanmış yol haritaları gereğince hareket etmek zorundadır. Ki, bu lokomotifin vagonlarında dünya kadar gereksiz şeyler de olabilir. Ama, dünlerde, biz bize çok yakın olanlara bile sempati ile bakıyorduk..
Her şeyin mükemmel olmasını beklemek yanlış olur. Esasen, her şeyin çok mükemmel olduğu gibi bir tarih dönemi, Asr-ı Saadet’ten sonra da hiç yaşanmamıştır. Sadece bu günkü sistem içinde kalarak bizim hedeflerimize de uzak düşmeyen olumlu uygulamalarına, hayırlı işlerinde köstek olmamaya, yanlış işlerinde de destek olmamaya gereken dikkati göstermek zorundayız, herhalde..
-Mustafa Selim: Tayyîb Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olarak çıkışları Hakan Albayrak’ın yazdığı gibi yanlış değil değil mi ve sizin yazınızla onun yazısı çelişmedi mi? Ve Bülent Arınç’ın Melih Gökçek konusunda yaptığı açıklamaları ile ortaya çıkan durum konusunda ne diyorsunuz?
*SEÇ: Tayyîb Erdoğan da yanlış yapabilir, onun da yanlış yapma hakkı vardır ve yapması da tabiîdir. Ancak, Tayyîb Erdoğan, halk tarafından seçilmiş bir cumhurbaşkanı ve ’Çözüm Süreci’ denilen proğramın başlatıcısı ve yürütücüsü olup, onun desteği olmadığı takdirde, o süreci başkalarının da yürütemiyeceği bir çetin konudur ve o noktada, kendisinin görüşlerine itibar olunmaması, yanlıştır. Bülent Arınç’ın sözlerinin o açıdan kesinlikle yanlış olduğunu düşünüyorum ve yazımda bunu da belirttim. Nitekim, Bülent Arınç, daha sonra, çok kere yaptığı gibi sözlerini söyledikten, eteğindeki taşları attıktan sonra, ‘hata bizde, demek ki sn. Çumhurbaşkanını iyi bilgilendirmemişiz..’ gibi alttan alıcı bir uslûba sığındı ki, o yaklaşım bile yanlıştır.
Bunun karşısında, Melih Gökçek’in, onu, istifaya davet etmesinin, siyasî bir tavır olarak doğru veya yanlışlığının tartışması ayrı bir konu..
Ama, bu davet üzerine, Hükûmet Sözcüsü olarak Arınç’ın ekranlar karşısına çıkıp, yarım saatten fazla bir süre boyunca, Gökçek’le ilgili olarak söylediği şahsî kavga sözleri Bülend Arınç’a kesinlikle yakışmamıştır ve çirkin bir yol izlemiştir. O, kendisine medyadan yapılacak eleştirileri bile ‘havlamak’ şeklinde değerlendirmiştir ve bu çok çirkin bir uslûbdur. (Ki, bu durumda ben de eleştirmiş oluyorum, o zaman, onun nitelemesine göre.!?) Keza, onun, ‘kimin ne yazacağını ben iyi bilirim, kulaklarım iyi haber alır..’ gibi laflarla, elindeki yönetim gücünü yanlış kullandığının işaretlerini bile vermektedir. Gökçek’in veya başkalarının yanlışları, yolsuzlukları, peşkeeşleri varsa, bunları siyasî partimiz zarar görmesin diye ertelemek de bir diğer çirkinlik değil midir? Hele, onları 8 Haziran’dan sonra açıklayacağım demek, hiç yakışmamıştır, bir siyasî şantaj tavrı olarak değerlendirmeye müsaiddir.. Arınç, bir istifa davetine tepki olarak, kendisini kendisi överek de kendisine yazık etmiştir.
-Muslim Hisarî: ‘Gündemi çok iyi takib ve tahlil ettiğiniz için teşekkürler..
*SEÇ: .....
-Bilal Sürgeç: (Tarihçi olan bu kardeşimiz, bir yazıda, ‘Resmî ideoloji ikonu’nun ölümünden 80 yıl sonralarda ve dünyada Kuzey Kore’den başka yerde örneği olmayan bir şekilde kanunla korunması ve o kanunun Adnan Menderes Hükûmeti tarafından 1951’lerde kabul edildiğine ve ona karşı Halide Edib’in en şiddetli eleştirileri dile getirdiğine değindiğimiz bir yazı dolayısiyle olsa gerek, herhalde, sözkonusu konuşma metnini Meclis zabıtlarından çıkarıp göndermiş.. Daha önce, tamamını okumamıştım, Teşekkür ederim.
Gönderilen metne bakıldığında, sözkonusu konuşmanın tamamı beğenilebilecek bir metin olmadığı görülür. Ama, bazı hususların dile getirilmiş olması o zamana göre yine de epeyce ileri bir tavırdır..
Bu hatırlatmadan sonra, o konuşmanın bazı bölümlerini buraya aktarabiliriz:
’Arkadaşlar, (...) Tarihî devirlerin muhasebesini yine tarih yapar, işte bunun için bu hazırlama, bu milleti yetiştirme ve hâkimiyeti taşıyacak omuzlara kuvvet verecek çalışma devri üzerinde duracak değilim. Nihayet 1946 da, kısmen demokrasiye mensup hakiki medeni milletlerin galebesi, kısmen de hâkimiyetin asıl sahibi olan milletin yetişkinliği bizi demokrasi denilen yola sevk etmiştir. Arkadaşlar, demokrasi demir bir leblebidir, dişleri parça parça eder, yutması müşküldür, müşkül olmakta devam edecektir ve bu hal her memlekette devam etmektedir. İşte bugün bizi derin heyecana atan maddi ve o demir leblebiyi midemizde, yani mânevi varlığımızda hazmetmek için yaptığımız mücadeleden ileri gelmektedir. Ve bu şerefli müşkül safhayı idare etmek partili veya partisiz, kim ne olursa olsun, bütün hakiki demokratların vazifesidir.
(...) Bugünkü geçirdiğimiz heyecan, sırf zihniyet buhranıdır. Biz bugün en fazla hislere mağlup olmadan, milletin istikbalini ve selâmetini düşünerek karar vermek mecburiyetindeyiz. Bizi böyle bir vaziyete ne sokmuştur? (...)Tekrar rica ediyoruz bütün mütecavizleri Hükümet teker teker takip etsin, icabederse istikbalde Atatürk heykellerine yapılacak tecavüzlere mâni olmak için (Bu tecavüzler ister softalık olsun, isterse yabancı ajanların teşvikiyle yapılsın) bunların oyunlarına mâni olmak için Hükümet her Atatürk heykelinin yanma iki tane muhafız diksin. (...) Fakat bunun için yeniden bir kanun yapmak, Atatürk’ü tarihten önceki, Asuriler, Babillilerin yaptığı gibi Allahlaştırılmış, putlaştırılmış insanlar arasına koymak istiyen bir kanunla gelmek aleyhinde düşünen ve buna taraftar olmayan arkadaşlarınız vardır. (...)
Şimdi asıl tasarının zihniyetine, demir leblebinin mânevi midemizde yaptığı acılıklara geliyorum. Tasarıyı getirenlere göre bu tecavüzler sırf inkılâplara tecavüzdür. Fakat yine bâzı arkadaşlarımız diyorlar ki, bunlar Anayasaya malolmuş inkılâplardır, Anayasanın ahkâmı içindedir. Binaenaleyh bunlar için ayrı kanun yapmaya lüzum yoktur. (...) tasarıda ifade edilmek istenen şeyin hiç vazıh olmaması, hepimizi heyecana, tereddüde ve şüpheye düşürmektedir. Çünkü inkılâpları koruyan açık bir ifade yoktur.
(...) Bu noktada tasarıyı getirenlerin esas fikri ile hepimiz hemfikiriz, herkesin kanaati bu merkezdedir. Fakat bunun için yeniden bir kanun yapmak, Atatürk’ü tarihten önceki, Asuriler, Babillilerin yaptığı gibi Allahlaştırılmış, putlaştırılmiış insanlar arasına koymak istiyen bir kanunla gelmek aleyhinde düşünen ve buna taraftar olmayan arkadaşlarınız vardır. (...) Ceza Kanunundaki hükmü bir tarafa koyarak sadece heykel kırmak veya Cumhuriyetin bânisi Atatürk’e dil uzatmak gibi bir saygısızlığın önüne geçmek için yeni bir kanun yapmayı bir Şark zihniyetinin mahsulü diye telâkki ederim. (Sağdan bravo sesleri) Yani, daha evvel de dediğim gibi; kablettarih (tarih öncesi) put haline gelen ve bugün yerlerinde yeller esen eski saltanatlar devrinde şahsı ilâhileştirmek ve onlara adeta bir put gibi tapmak zihniyetinin tekrar hortlaması yine bu gibi geliyor.
Muteriz olan arkadaşları komisyonda ve burada dinledikten sonra, sanıyorum ki, Atatürk’e bütün varlıklariyle bağlı olan insanlar da buna aleyhtar görünüyorlar.
Yani Atatürk’ü âdeta bir put haline sokmak, inkılâpları bir nevi müstahase haline getirmektir, diyecekler ve bu tenkid hürriyetine mâni olacak bizim ileriye doğru gitme hareketimize de engel olacaktır. Gerçi bu tenkit meselesinde Muhterem Başbakan son celsede bu varit değildir, tenkıd her zaman hürdür, herkes istediği gibi tenkid edebilir dediler. Buna karşı da bâzı aksülâmeller oldu.
Hepimiz Sayın Başbakanın sözünde duracağına ve söylediğine kalben inandığına emin bulunuyoruz. Fakat aziz arkadaşlar, insanlar ve bilhassa iktidar fânidir, elden ele geçer. Nasıl şahıs gelir, nasıl iktidar gelir, ne şekilde kanunlar çıkarır? Bunları bilmek imkânı yoktur. Ve bu arkadaşlara göre bu tasarıya rey vermek, demokrasi zihniyetinin ölümü demektir. (Sağdan, bravo sesleri).
Aziz arkadaşlar, inanıyorum ki, inkilâplarımızm bâzılarının bünyemize ve ihtiyacımıza ve dünya şartlarına göre icabettiği zaman tâdil edilmesi elzemdir ve zaruridir. Fakat dikkat buyurunuz bâzıları diyorum, bunlar içinde lâyiklik, (...)
Aziz arkadaşlar; lâyiklik mefhumu tamamen anlaşılmış değildir. Şimdilik. bunun üzerinde durmak çok uzun olur; zamanınızı almak istemem. Fakat bu lâyiklik: mefhumu nasıl bir reaksiyon uyandırmışsa maalesef dinsizlik softalığı zihniyetini de ortaya atmıştır. (Bravo sesleri) (...)’
-Mirat Kırcan : Çanakkale üzerine yazdığınız yazıları dikkatle okudum ve şunu bir daha düşündüm.. Sahi, ordu daha önce Balkan Harbi’nde o kadar ağır yenilgiler aldıktan sonra, Çanakkale’de nasıl zaferler kazandı?.. Ve hemen arkasından da yine savaşın bütününden yenik olarak çıktık? Pekiy, o yenilenler de aynı ordu değil miydi?..
Çanakkale’de ’yükselen yıldız’ denilen isim, Filistin Cebhesi’nde, alman generali yerine o yıldız ismi bırakıp gidince, o isim de orduyu başsız bırakıp İstanbul’a gelerek, tıpkı Enver Paşa gibi, Saray’a damad olmak sûretiyle, Harbiye Nâzırı olmak gibi hayaller peşinde değil miydi?
Bir diğer konu, sahi, sizin 7 ay kadar öncelerde değindiğiniz ve Çanakkale’den hiç de geri olmayan ve 30 bin kadar ingiliz askerinin hayatına mal olan ve nice seçkin ingiliz generallerinin esir düşmesiyle sonuçlanan Kut’ul Amare Zaferi, niçin kutlanmadı. O savaş da Birinci Dünya Savaşı’nın muharebelerininden birisi değil miydi?
İllâ, o zaferden sonra, yeni rejimin önde gelen bir takım isimlerinin o savaşta bulunmayışı mı, bu ilgisizliğin sebebi?
*SEÇ: Cevabı, sorunuzun içinde...
-Necmi Bayınca: Suriye konusunda İran idarecileri suçlu da, Türkiye idarecileri suçsuz mu? İslam adını taşıdığı için İran yönetimi kabahatli de, her defasında ’Ya Allah, Bismillah’ı ağzından eksik etmeyenler, hiç mi kabahatsiz? Dış politikalarda ulusal çıkarlar, var olma endişesi egemen değil mi?
*SEÇ: Her ülke, kendi resmî adına uygun siyasetler izleyebilir ve ona aykırı davrandığı zaman sorgulanmalıdır. İran, devleti olarak, biri siyaset izleyecek ise.. Buna itiraz edilemez. Ama, İslam Hükûmeti, İslam Devleti adını kullanınca, bunun gerçekten de İslam’a uygun olup olmadığı tartışılıp konuşulmalıdır, elbette.
Kaldı ki, İran bugün Irak’da ve Suriye’de, en seçkin komutanları ve savaşçılarıyla ve de milis güçleriyle cirit atarken, ve bu duruma USA emperyalizmi de, Rusya da, diğer Batı’lı güçler de seyirci kalırken; o coğrafyalarla 400 yıllık bir birlikteliği ve 1300 km.’yi aşan müşterek sınırı olan bir Türkiye’nin o coğrafyada, resmen hiç bir hareket askerî varlık gösterememesine rağmen, illâ da onu da suçlayalım derseniz, serbestsiniz.. Zaten onu yapıyorsunuz..
Biz bir durum tesbiti yapmak istedik..
-Cengiz: Ağabey bence Humeynî hakkında fazla iyi niyetlisiniz; sonuçta Hamaney de Humeyni’nin talebesi.. Dolayısiyle, Humeyni olsaydı da İran’da bir değişiklik olacağını zannetmiyorum, tabiî Allah bilir..
*SEÇ: Kişiler üzerinde ihtimal hesablarıyla bir değerlendirmeye gitmenin bizi sağlıklı sonuçlara götürmeyeceğini düşünüyorum. Kalb ve niyet okumalara girmekten kaçınmak en iyisidir. İslam şeriati, zannlarla değil, eldeki delillerle hüküm verilmesini esas alır.
-Ali İzzet S.: Frantz Fanon ‘siyah deri- beyaz maske’ kitabında ’genetiği bozulmuş zenciler’den’ bahseder. Kitabın bir yerinde, fransızlaştırılması için Fransa’ya gönderilen bir köylü çocuğun hikayesini anlatır. Çocuk bir müddet sonra ailesinin yanına döner. Babasına aid çiflikte dolaşırken gözüne çarpan bir aleti işaret ederek küçümseyici bir edayla babasına sorar: ‘Bu nedir böyle, ne işe yarar?’’
Bu, güngörmüş baba, otlağa salınan danaların ayağına -fazla uzağa gitmesinler diye- bağlanan demir zincirli gülleyi eline alarak hiçbir şey söylemeden oğlunun ayağının üzerine bırakır. Canı fena halde yanan oğul hemen oracıktan sıyrılır. Ve oğul o kendini kaptırdığı hâfıza kaybından kurtulur, kendine gelir. İlginç bir tedavi yöntemi!
İdrak kayması yaşadığımız bu zamanda, müslümanı müslüman yapan, ayrıcalıklı kılan ilke, duruş, usûl ve sınırları tekrar -canımızı acıtsa bile-hatırlamanın ve hatırlatmanın bir vecibe olduğunu her seferinde hatırlamamız gerekiyor.
*SEÇ: …..
diriliş postası
Bu yazı toplam 1250 defa okunmuştur