Hasan Karakaya
Süleyman Arif Emre ile “Siyasetteki 35 Yılı”nı konuştuk!
Bugün; ne “IŞİD terörü”nden, ne “AİHM’in gâvurluğu”ndan, ne Türkiye’ye karşı “algı operasyonu” yürüten “iç ve dış mihraklar”ın alçaklığından söz edeceğim...
Bugün, “geçmişe yolculuk” yapacak ve “bugünlere geliş”in pek de kolay olmadığını, “çok ağır bedeller” ödendiğini, “yaşayan biri”nin ağzından aktarmaya çalışacağım!..
Efendim, önceki akşam; İcra Kurulu Başkanımız Mustafa Karahasanoğlu ağabeyle birlikte, Akit Yayın Kurulu üyelerimiz Hasan Aksay, Yalçın Turgut, Hasan Hüseyin Maden, Hüseyin Öztürk ve Fatih Uğurlu ile birlikte Süleyman Arif Emre ağabeyi ziyarete gittik... Hem “hal-hatır”ını sormak, hem de “geçmişe dair bilgi”lerinden istifade edip, bunları “genç nesillere” aktarmak için!..
Süleyman Arif Emre ağabey, şu anda “93 yaşında” ama, “yaşlılığı” asla kabul etmiyor ve kendisini “ihtiyar delikanlı” olarak görüyor.
İtiraf etmek gerekirse;
Gerçekten “ihtiyar delikanlı.”
Çünkü, “hafızası” çok iyi... Hem olayları “tarihleriyle” hatırlıyor, hem de kendi “şiir”lerini “ezbere” okuyor!..
Yani, “unutkanlık” filan yok!..
ÜSTAD’LA TANIŞINCA
“Şiir”den söz açmışken, oradan devam edelim... Şiir’e, 1923’te doğduğu Adıyaman’da başlamış ve orada “200 civarında şiir” yazmış...
Bence, son derece başarılı...
“Şiir”ler yazmış ama, acaba nasıl?..
Yıl 1959... Bir gün Üstad Necip Fazıl Kısakürek’le bir araya gelmiş... Ona “şiir”lerini okumuş... Üstad ki, kolay kolay beğenmez... Ama, Süleyman Arif Emre’nin şiirlerini beğenmiş... “Ver bunları, basalım” demiş, Üstad... Süleyman ağabey; “daha rötuş yapmam gereken yerler var” deyip, vermemiş...
Ama, çok da sevinmiş..
Çünkü, “Üstad’ın beğenmesi” demek, “şairliğinin tescili” demekmiş...
Daha sonra, o şiirlerden bir kısmını “Aşkın Aşkı” adlı kitabında toplamış ki, gerçekten güzel şiirler.
O DEFTERİ NASIL KAÇIRDILAR?
Süleyman Arif Emre ağabey, elbette “şairliği” ile değil, “politikacılığı” ile anılıyor... Çünkü o, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra, siyasete atılmış...
Milli Nizam Partisi’nin Kurucu Üyesi, MSP’nin Kurucu Genel Başkanı olmuş...
Evli ve 4 çocuk babası... Türkiye siyasi hayatının yaklaşık son elli yılına tanıklık eden, Hürriyet Partisi’nde siyasete başlayıp Yeni Türkiye Partisi’nde devam eden Süleyman Arif Emre; asıl hizmetini Milli Görüş Hareketi’nin temellerini atmakla yapmış... Merhum Erbakan liderliğinde kurulan Milli Nizam Partisi’nin programını hazırlayan, bu partinin kapatılmasından sonra Milli Selamet Partisi’ni kurup başkanlığını deruhte eden, daha sonra sırasıyla Refah Partisi, Fazilet Partisi ve Saadet Partisi yönetiminde görev alan, beş dönem milletvekilliği yapan Süleyman Arif Emre, Siyasette Otuzbeş Yıl kitabıyla, hatıralarını belgeleyip gençlerin istifadesine sunmuş...
İşte, önceki gece, bizlere “Siyasetteki 35 Yılı”ndan kesitler sundu, “hatıra”larını anlattı... Ona, “hatıra deposu” demek de mümkün, “Milli Görüş’ün Hafızası” demek de...
Meselâ, “12 Eylül” günleri...
Merhum Erbakan Hoca tutuklanmış, Süleyman Arif Emre de ha yakalandı, ha yakalanacak!
MSP Genel Merkez Binası’na gitmişler... Mutlaka “Karar Defteri”ni almaları gerekiyor... Öyle ya; “aleyhlerinde delil olarak kullanabilirler!”... Ama, Genel Merkez binasının kapısı “mühürlü” yani mühürü kırıp da, içeri girmeleri mümkün değil...
Ali Rıza Sarı, hemen aşağıya iniyor ve “havalandırma boşluğu” gibi bir boşluk bulup, tırmanıyor yukarıya ve “karar defteri”ni alıp, Süleyman Arif Emre ağabey ve merhum Abdurrahim Bezci’ye teslim ediyor.
Elbette rahatlıyorlar.
O günkü “gençler”in hizmetleri bunlarla sınırlı değil... Birçok “badire”yi, “gençlerin çabaları” sayesinde atlatmışlar.
Ama, “Allah’ın lütfunu da unutmamak gerekir” diyor... Meselâ, “Konya’daki Kudüs Mitingi”nin, “polis tarafından çekilen görüntüleri” bilirkişi tarafından kabul edilmemiş!.. Zira “görüntü”ler de net değil, “sesler” de!..
“Sıkıntı yaşayabilirdik” diyor...
DURUŞMADA DOLU YAĞINCA!
Merhum Erbakan tutuklu ve duruşmada ifade veriyor... Hakimler, “burunlarından kıl aldırmıyor” ve sürekli “höt-zöt” ediyorlar!..
Tam o anda, öyle bir “yağmur”, öyle bir “dolu” yağmaya başlıyor ki; “mahkeme salonu” olarak kullanılan “alimunyum yapı”nın çatısına “kurşun” gibi çarpıyor!..
Hakimlerin beti-benzi sapsarı... Korkudan, neredeyse masanın altına girecekler!.. Biraz sonra dolu duruyor, hakimler devam ediyor duruşmaya!..
Ama, artık “höt-zöt” yok, son derece “anlayışlı”lar ve büyük bir dikkatle dinliyorlar “savunma”yı!.. Herhalde, “ilâhi bir ikaz” zannettiler!..
Temmuz ortasındaki “mermi” gibi yağan o “dolu” olmasaydı, herhalde icabımıza bakarlardı, diyor Süleyman ağabey!..
Ve devam ediyor:
Evet, biz “hakimlerin baskısı” altındaydık ama hakimler de “Milli Güvenlik Konseyi’nin yoğun baskısı” altındaydı!..
Zira, “Milli Güvenlik Konseyi’nin 5 üyesinden ikisi bizim idam edilmemizi” isterken, diğer ikisi; “Biz idam etmeyelim... Eğer biz idam edersek; adımız, tarihe cellatlar olarak geçer!.. Dolayısıyla biz idam etmeyelim; bırakalım, idam kararını hakimler versin!” görüşündeler!..
Durum “iki-iki” olunca, Cuntabaşı Kenan Evren’e soruyorlar... Evren de diyor ki; “Öyle bir mahkeme kuralım ki, kesinlikle idam kararı versinler!”
‘5 hakim”i çağırıyorlar ve emir veriyorlar: “Bunlar hakkında kesinlikle idam vereceksiniz!”
Ne var ki; “Cenab-ı Allah’ın takdiri”nin önüne geçilemiyor!.. Birkaç yıl ceza ile kurtuluyorlar!..
MAMAK ZİNDANINDAN KESİTLER
Peki, cezaevi günleri... Evet, meşhur “Mamak Cezaevi”nde neler yaşamışlar?..
İlginç hatıraları var Süleyman Arif Emre ağabeyin... Orada “Solcu-Sağcı veya Ülkücü-Komünist” yok... Herkesin ortak sıfatı: “Sanık!”
Orada merhum Alparslan Türkeş de var, Doğu Perinçek de!.. Yaşar Okuyan da var, Ertuğrul Günay da!..
Merhum Erbakan Hoca, hemen her gece “Hadis dersleri” verirmiş... Zaman zaman “mevlid”ler ve “ilâhi”ler de okurlarmış...
Mamak mukimleri, ilk günlerde; “Siz kafayı mı yediniz?.. Zaten şeriatçılıktan yargılanıyorsunuz, bu yaptığınız ne?.. Bu gidişle içeriden çıkamazsınız!” deseler de, zaman içinde, onlar da katılmış “hadis dersleri”ne...
Bu “sohbet”lerden etkilenmiş olacak ki; merhum Alparslan Türkeş; kendini “ibadet”e vermiş... Birçok gece, bizzat gözlerimle gördüm; uzun süre “secde”de kalırdı...
Kültür Eski Bakanı Ertuğrul Günay da, “sohbet halkası”nın müdavimlerindendi... Merhum Hoca’dan “vefat eden babası için hatim okumasını” istemiş, kendisi de “namaz” kılmaya başlamıştı...
Doğu Perinçek, sonradan katıldı aramıza... İyi konuşurduk ama, bugün nasılsa, o günlerde de “saplantı” içindeydi!..
ATATÜRK DÜŞMANI MISINIZ?
Duruşma günlerinde, “hakim”lerle aralarında “ilginç diyaloglar” yaşanmış!.. Bir ara, hakimlerden biri; o kadar kızmış ki, adeta kükremiş: “Biz mi sizi yargılıyoruz, siz mi bizi yargılıyorsunuz?”
Hakimin biri sormuş:
“Sizin parti merkezinizde niye hiç Atatürk’ün fotoğrafı yok?.. Siz Atatürk düşmanı mısınız?”
Süleyman Arif Emre ağabey, hakime gayet sakin cevap vermiş:
“Partimizde Atatürk resmi olmadığı için, bizi Atatürk düşmanı olmakla itham ediyorsunuz... Ama, bizim partimizde, Genel Başkanımız Necmettin Erbakan’ın da resmi yoktur!.. Ne yani, şimdi biz Erbakan düşmanı mı oluyoruz?!?”
Bir başka duruşmada, “1974’teki Kıbrıs Harekâtı” gelmiş gündeme...
MSP’lilere “Atatürk düşmanı” gözüyle bakıyorlar ya, Süleyman Arif Emre ağabey, şunları söylemiş mahkeme heyetine:
“Biz, Kıbrıs’ın tamamını alalım, diyorduk... Peki Atatürk sağ olsaydı, o ne derdi?”
Hakimlerden biri demiş ki;
“Atatürk de tamamını isterdi!”
Süleyman Abi, ellerini açmış;
“Eeee!.”
Sonunda; “Bunlar suçlu filan değil... Bunlar yerli” deyip bırakmışlar!..
NASIL CUMHURBAŞKANI OLDUM?
Süleyman Arif Emre ağabeyin, “gülerek anlattığı” bir olay var ki, hayli “matrak” ve gülünmeyecek gibi değil!..
Yıl 1996... Süleyman Arif Emre ağabey, “en yaşlı üye” sıfatıyla “Meclis Başkanlığı” yapacaktır... Ama, “smokin” giymesi gerekmektedir... Vakit dar... “Smokin” diktirmeye zaman yok...
Yasin Hatiboğlu ağabeyin smokinini giyer ve ilk oturumu yönetir...
O günlerde, Süleyman Demirel Cumhurbaşkanı’dır... Olacak ya; Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterrand ölmüştür... Demirel, “cenaze töreni” için Paris’e gitmek zorundadır!..
Dolayısıyla, görevini; “Meclis Başkanı” sıfatıyla Süleyman Arif Emre’ye bırakacaktır... Ama, pek de gönüllü değildir... Mecburen ve mecburiyetten “vekâleti” verir ama, şunu demekten de geri kalmaz;
“Türkiye’yi sana emanet ediyorum... Aman bir problem çıkmasın!”
Süleyman Arif Emre gülümser;
“Ne fark eder ki sayın Demirel?.. Emanet, bir Süleyman’dan diğer Süleyman’a geçiyor!”
Demirel Paris’e doğru yola çıkarken, Süleyman Arif Emre’nin aklına bir “muziplik” gelir... O günlerde “Hükümeti kurma çalışmaları”nı sürdüren Erbakan Hoca’ya haber gönderir;
“Hükümeti bir an önce kursun ve getirsin bana, derhal onaylayacağım!!!.. Eğer gecikirse, Hükümeti kurma görevini Şevki Yılmaz’a veririm!!!”
“Eee”diyor;
“Bir günlük Cumhurbaşkanlığı’nda ne yapılır?.. Elbette espri yapılır... Ben de lâtife yaptım işte!”
1996’daki o espri hâlâ devam ediyor... “Ben, hâlâ Cumhurbaşkanıyım!” diyor ve gerekçesini de şöyle açıklıyor:
“Demirel Paris’ten döndükten sonra, ona emaneti iade ediyorum, demedim... Dolayısıyla, hâlâ Cumhurbaşkanıyım!!!”
Hasan Aksay ağabey, bu “lâtife”ye şöyle karşılık veriyor:
“O, Eski Türkiye’deydi... Yeni Türkiye’de, Cumhurbaşkanı’nı Meclis değil, halk seçiyor!.. Tayyip Bey geldi, senin Cumhurbaşkanlığın bitti!”
Gülüşüyoruz...
GENÇLER BİLMELİ
“Hatıra” dolu, “ibret” dolu ve “şiir” dolu birkaç saat böyle geçiyor ve yeniden “gazete”ye dönerken, “ziyaret” etmemiz gereken, diğer “Milli Görüş’ün hafızaları”nı listeliyoruz... İnşaallah, en yakın zamanda onları da ziyaret edecek ve “hatıra”larını “genç nesil”lere aktaracağız!..
Genç neslin, “geçmişte yaşananları” bilmesi lâzım ki, “bugünlerin kıymetini” daha iyi anlasınlar...
Süleyman Arif Emre ağabeye bir defa daha “teşekkür” ederken, kendisine “hayırlı ömürler” diliyoruz...
Doğrusu, “güzel bir gece” oldu.
Erbakan Hoca, İsviçre’ye niye gitmişti?
Süleyman Arif Emre ağabeyin, daha önce, başka gazetelere de anlattığı bir olay var: “Necmettin Erbakan Hoca, İsviçre’ye niye gitti?”
O olayı şöyle anlatıyor: Milli Nizam Partisi, “12 Mart Muhtırası”nın ardından kapatılınca, Erbakan Hoca İsviçre’ye gider... “Şehir efsaneleri”nin meraklılarına göre; Hoca, İsviçre’ye “askerlerin bilgisi dahilinde” gitmiştir... Askerler “dön” deyince de dönmüştür.
“Hayır, aslı yok” diyor Süleyman Arif Emre... Çünkü Hoca, İsviçre’ye “Obezite tedavisi” için gitti... “Fazla kilolu”ydu ve sürekli kilo alıyordu... “110 kilo”ya çıkmıştı ki; Milli Nizam kapatıldığında “kalp spazmı” bile geçirmişti...
İsviçre’de, bir “rehabilitasyon merkezi”nde tedavi oldu ve “fazla kilo”larından kurtuldu... Türkiye’ye döndüğünde “80 kilo”ya inmişti ki, biz bile tanıyamadık!..
Demek oluyor ki;
“Asker istedi gitti, asker istedi döndü” iddiası “tamamen bir şehir efsanesi”dir ve gerçekle alâkası olmayan bir “palavra”dır.
Allah, mekânını cennet eylesin...
yeniakit