Türkiye Ve NATO

Türkiye Ve NATO

Hangi açıdan değerlendirilirse değerlendirilsin Türkiye’nin Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) üyelik süreci çok sancılı bir geçmişe sahip.

Hangi açıdan değerlendirilirse değerlendirilsin Türkiye’nin Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) üyelik süreci çok sancılı bir geçmişe sahip. Çok arzulayıp 1952 yılında elde ettiğimiz NATO üyeliği, hissedilen Sovyetler tehdidine karşı askeri savunma ihtiyacımızı giderdiği kadar, dönemin askeri ve siyasi elitine göre Batılı kimliğimizin de tescili anlamını taşıdı. NATO üyeliğinin elde edilmesinin gururuyla Meclis’te konuşan Demokrat Parti’nin Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü, “Atlantik Antlaşması yalnız bir askeri müdafaa vasıtası değil, çok geniş manada, maddi ve manevi yükselişi hedef tutan bir dayanışma ve işbirliği antlaşmasıdır” demişti. 30 yıl sonra (1982’de) bile kendilerinden NATO üyeliğinin anlamına dair değerlendirme istenen üst düzey siyasi ve askeri yetkililerimiz NATO’yu bir ‘aile’ ve ‘medeniyet projesi’ olarak tanımladılar.

Emekli komutan, siyasetçi ve diplomatlarımızın anılarını veya mülakatlarını okuyanlar NATO’nun Türk siyasi ve askeri elitleri için farklı bir evrene açılan kapı  anlamına geldiğini göreceklerdir. NATO açısından bakıldığında ise Türkiye Batılı olmak isteyen bir ülke olmak bir yana, genel Soğuk Savaş stratejisinde coğrafi konumu nedeniyle önemli bir ülkeydi. Güney Avrupa Müttefik Kuvvetleri Başkomutanı ve 1980 darbesi sonrası Türkiye’yi ziyaret ederek darbeci komuta kademesine büyük moral sağlamış olan William Crowe’nin Türkiye’nin NATO üyeliğinin 30. yılı vesilesiyle yazdığı bir yazının başlığı (çevirisi): “NATO’nun İleri Nöbetçisi Türkiye”dir. 1960’lara gelindiğinde ABD’de Türk ordusunu “NATO’nun en büyük ikinci askeri gücü” yapacak neden bulunmuştu. ABD, Türk askerlerini giydirmenin, silahlandırmanın ve beslemenin ABD askerlerinin lojistik ihtiyaçlarını karşılamaktan çok daha ucuza geldiğini düşündü.

Dolayısıyla siyasal, ekonomik, kültürel ve sosyal dayanışmayı çeşitli burslar ve farklı imkanlarla (NATO Savunma Koleji gibi) desteklemiş ancak temel vazifesi itibariyle Sovyetler ve komünizm tehdidine karşı kurulmuş bir askeri ittifaktan bahsediyoruz.

NATO ve darbeler

Ancak NATO’nun ne ölçüde derinden dönüştürücü bir ittifak olduğunu ise pek az kavramış bulunuyoruz. Öyle ki, Türkiye NATO bünyesinde Batı sistemine entegre olma doğrultusunda “sosyalleşme sürecinden geçen” bir ülkeden 1990’larda “Barış İçin Ortaklık” gibi NATO projelerini ifa ederek (Sovyet sonrası alandaki) “Batı-dışı” ülke askerlerini Batı sistemine doğru ‘sosyalleştirici’ bir role geçmiştir. Bu başlı başına çok derin bir dönüşümdür.

Ancak NATO’nun dayanışma kısmının içeriğinin doldurulamadığı da çok uzun yıllardan beri bir gerçek. NATO görünüşte bir ‘demokrasiler ittifakı’ olmasına rağmen, üye devletlerin demokratik yollarla seçilmiş hükümetleriyle her zaman dayanışma içerisinde olmadığı ortada. NATO ve darbeler konusunda Türkiye örneği önümüzde duruyor. 12 Eylül darbesi olduğunda NATO Planlar ve Politikalar Dairesi Başkanı T. Kelly, NATO görevinde bulunan General Tamer Akbaş’a “Türk ordusunun halkın kendisi” olduğunu söyleyen bir İngiliz yazarın makalesini vermiş, darbeden dolayı adeta kutlamıştır. Benzer bir kutlamayı ABD’deki bir askeri okulda eğitim gören General Edip Başer de Chuck Westfeeling adlı bir subaydan almıştır. Sabri Yirmibeşoğlu ise Brüksel’deki NATO karargahında görev yaptığı sırada 1971 müdahalesi olmuş, İngiliz subaylar kendisine “keşke bizde de böyle bir ordu ve generaller olsa” demişlerdir. Resmin diğer yüzünde ise 1950’lerde asker botlarını ve mataralarını bile ABD’den almak zorunda olan bir ülke olarak Türkiye bulunmaktadır. NATO üyeliğinin bu anlamda Türkiye’nin askeri gücünü arttırdığı, havalimanlarından yollara kadar birçok altyapının NATO fonlarıyla yapıldığını unutmamak gerekir. Resmin bu yüzü genelde dış politikanın ve özelde de TSK’nın bu süreçte tembelliğe itildiğini göstermektedir. 1970 yılında Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, NATO kuvvet, hedef ve planlarının hazırlanabilmesi için doldurulması gereken Savunma Planlama Sualnamelerinin doldurulması öncesinde kendisine yapılan bir takdim esnasında astlarına TSK’daki tank sayısını sorar. Bir Albay 700 der, diğeri bin 100, bir başkası bin 300 ve sonunda bir başkası karışıklığı açıklamaya çalışır: “Komutanım, malumu aliniz bizim bir NATO’ya tahsisli kuvvetler, bir de milli komuta altındaki kuvvetlerimiz var, bu nedenle gerçek sayıyı bilmiyoruz”. Toplantıdan çıkan sonuç, 28 Şubat darbe sürecinden tanıdığımız ve “NATO’yu en iyi bilen uzmanlardandır” diye tasdik edilen Oramiral Güven Erkaya’ya göre, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin milli kuvvet planının olmadığı ve Tağmaç Paşa’nın yapılması için talimat verdiğidir.

2000’li yıllarda Türkiye’nin NATO ile münasebetlerini değerlendiren Erkaya, “NATO’nun hiçbir genel konusu, politikası veya stratejisiyle yeterince ve gerektiği gibi ilgili olmadık. Vesikalara Türkiye’yi ilgilendiriyor mu, ilgilendirmiyor mu diye baktık. Kendi çapımızda, ilgilendirmiyor diye düşündüysek o vesikayı bir kenara bıraktık, müzakerelerinde ses dahi çıkarmadık” der. NATO’da etkinlik söz konusu olduğunda da, Em. Tümg. Nogaylaroğlu’nun dediği gibi “Kimin katkısı, parasal ve askeri anlamda fazla ise onun etkisi daha fazladır. Amerika ve İngiltere’nin onlarla beraber hareket eden ülkelerin katkıları da fazladır; ağırlıkları da fazladır. Fransa ve Almanya dengelerin kurulmasında en büyük payı olan ülkelerdir”.

Türkiye Soğuk Savaş boyunca er ya da geç, zaman zaman geriden gelerek de olsa “İleri Savunma”dan “Esnek Mukabele”ye kadar NATO’nun harekat stratejilerini bire bir benimsemiş, askeri planlarını buna göre yapmıştı.

Tembelliğin bir diğer nedeni ise Pakistan’dan Suudi Arabistan’a ve Türkiye’ye kadar ABD askeri yardımı alan devletlerin ortak şikayetlerine konu olan askeri yardımın niteliğidir. ABD’nin çok farklı askeri yardım programları olsa da, NATO çerçevesinde Türkiye’ye yaptığı askeri hibeler ömrü dolmuş, antika silahlar ve ekipmanlardan ibaretti. 1982 yılında bu konuyu gündeme getiren Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Necdet Öztorun “NATO ülkelerinin, hizmetten çıkardığı teknolojik ömrü bitmiş, fiziki ömrü sonuna yaklaşmış silah ve malzeme sistemleri ile Türkiye’nin gayretlerine katkıda bulunmaları; ne kısa, ne de uzun dönemde, ne Türkiye, ne NATO için bir çözüm veya çaredir.” diyordu. 1960’ların başında da Orgeneral Cemal Gürsel aynı konudan şikayetçiydi; Gürsel 15 Haziran 1960’ta toplanan Bakanlar Kurulunda elimizde işe yarar 500 bin tüfek varken, ABD’den kısa tüfekler alındığından yakınmakta ve şöyle demektedir: “Halbuki Amerika’da bu silahlar ikinci ve üçüncü bir silahla değiştirilmiş… Kimse el atmasa denize dökülecek… Orada da dalaverecilik var. Yardım fonuyla bize aktarılmak isteniyor. Tüfekler geliyor. Bu sefer cephane yok.”

Antika silah deposu

Bu nedenle birçok TSK subayı yıllarca haklı olarak Türkiye’ye “atık silah deposu” muamelesi yapılmasından şikayet ettiler. Ancak ABD kanadı Türk ordusunun çok büyük oranda ABD’ye bağımlı olduğunu bilirken, TSK da elinin ABD’ye mahkum olduğunun bilincindeydi. Örneğin, ABD arşivleri, 1970’lerin sonlarında Ecevit hükümetinin Türkiye’yi NATO üyeliğinden çıkarması ihtimali konuşulduğunda ve Türkiye’nin Fransız modeline benzer şekilde Batı kampı içerisinde kalırken daha bağımsız politikalar izlemeye çalışabileceği gündeme geldiğinde, ABD’li yetkilileri rahatlatan yegane şeyin “Türkiye’nin ABD’ye olan silah ve ekipman bağımlılığı” olduğunu gösteriyor.  NATO’nun Türkiye’nin caydırıcılığını arttırdığından bahseden Necdet Öztorun acı bir ifadeyle “Türkiye kendisine yönelebilecek tehdidi caydırmada ve güvenliğinin sağlanmasında kendi kendine yeterli olamamaktadır” demişti.

NATO ve ‘terörle mücadele’

Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana kendisini ayakta tutacak düşmanı Müslümanlar arasında bir yerde arayan ve bu arada da üye ülkelerin ittifaka olan ilgilerini “barış misyonlarıyla” idare ettirmeye çalışan ancak sonunda başarısız olan NATO’nun bugün ‘terörle mücadelede’ rol alma girişimi ise ayrı bir ironiyi içinde barındırmaktadır. Kıbrıs’a meşru müdahalesinden ötürü Türkiye ambargoya muhatap bırakılırken herhangi bir rol oynamayan NATO, ASALA terör örgütü Kanada’dan Fransa’ya kadar geniş bir NATO coğrafyasında Türk diplomatlarına saldırırken de işlevsizdi. Ancak şunu da söylemek gerek ki, “Yeni Sol” hareket çerçevesinde şekillenen marjinal sol terörizmin 1970 ve 1980’lerde kasıp kavurduğu Avrupa’da (NATO Başkumandanı Alexander Haig 1979’da eski bir Kızıl Ordu Fraksiyonu üyesinin bombalı saldırısından kıl payı kurtulmuştu) 1970’ler ve 1980’lerde, NATO üyesi Batı Avrupa ülkeleri birbirlerinin terör sorunlarına da pek sempatiyle bakmadılar. Fransa, İspanya NATO’ya dahil olduktan sonra bile ETA terör örgütünü desteklemeye devam etti.

Türk askeri ve sivil yetkililerin, 1980’lerin başlarında hem Türkiye hem de Avrupa tecrübesinden hareketle NATO’nun “yeni bir savaş yöntemi” olduğu söylenen terörle de ortak mücadele geliştirmesi gerektiğini söylemesi de ironinin bir başka boyutunu oluşturur. Bugüne geldiğimizde ise NATO’nun terörle mücadelede rol alma girişiminin tamamen ABD’nin isteği olduğunu, akıllarında ise ABD Başkanı Donald Trump’ın kaba ifadesiyle “İslami terörizm” olduğunu, PKK ile mücadelenin gündemde dahi olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu süreçte Türkiye’nin yapacakları, geçmişin aksine, PKK’nın da bir terör örgütü olduğunu ve onunla da mücadele edilmesi gerektiğini umutsuzca söylemekten ibaret kalmamalı. Bugün FETÖ mensubu subaylara NATO üyelerince sahip çıkılması ve PKK’nın birçok NATO üyesi ülkede korunaklı alan bulmasıyla alevlenen NATO tartışmasının çıkmazlarını hatırlatması bakımından bir ABD’li yetkiliyle bir Türk subayının geçmiş tepkilerini sırasıyla hatırlatalım: -“Türkiye NATO’da kalmak opsiyonu dışında, amaçlarına NATO’dan daha iyi hizmet edecek bir eylem tarzı bulamamıştır.”

-“Biz ne zaman Batı’dan istediğimizi alabildik? Daha doğrusu ne istediğimizi bildik? Ne verdilerse onu aldık. Şimdi de vermiyorlar. Kızıyoruz”.

[email protected]

Yrd. Doç. Dr. Ömer Aslan /  Polis Akademisi