"Türkiye’de Dindarlık ve Amerikancılık"
Milli Gazete yazarından tartışmasız isabetli bir makele...
Milli Gazete/ Mucahit Gültekin / 16 Ocak 2020
"Türkiye’de Dindarlık ve Amerikancılık"
1. 19 Mayıs 1945’te İsmet İnönü, Türkiye’nin siyasal sistemini değiştirecek işareti veren tarihi konuşmasını yaptığında, II. Dünya Savaşı’nın resmi olarak bitmesine 3 ay vardı ama ABD’nin önderliğindeki “Müttefik Kuvvetler”in savaşı kazanması kesinleşmişti.
İnönü’nün konuşmasından 19 gün sonra, 7 Haziran 1945’te meşhur “dörtlü takrir” Meclis’e sunuldu. Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan, Türkiye’nin demokrasiye geçmesini istiyordu. CHP bu dört vekili de partiden ihraç etti (Burası soru işaretidir. Milli Şef’in tetiklediği süreci işleten vekiller niçin ihraç edilmişti? Muhtemelen DP’nin yolunu açmak için. Böylelikle ilk muhalif parti, CHP’nin içinden çıktı; “kontrollü demokrasi”). Bayar vekillikten de istifa etti. 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti kuruldu. 5 Nisan 1946’da Missouri Gemisi Türkiye’ye geldi. Hemen ardından Truman Doktrini’nin ilan edilmesiyle Sovyet Rusya’ya karşı “soğuk savaş” başladı ve Türkiye Amerikan kontrolüne girdi.
Türkiye’nin çok partili sisteme geçmesi Kemalizm’in 6 okundan birinin, Halkçılığın ihlali anlamına geliyordu. Asker teyakkuzdaydı. Radikal CHP’liler rahatsızdı. Ama “Milli Şef” kararını vermişti bir kere. Darbe isteklerini geri çevirdi. Recep Peker ve aşırı CHP’liler partiden diskalifiye edildi. Ulus Gazetesi başyazarlığına Türkiye’yi “Küçük Amerika”ya ilk benzeten kişi, Nihat Erim getirildi. Demokrasi sahnesi kurulmuştu.
Sonuç: Türkiye’nin çok partili sisteme geçmesi (Cemil Koçak buna haklı olarak iki partili sistem, der) Türkiye’nin iç dinamikleriyle değil, kurulan yeni dünya düzeniyle ilgiliydi. Türkiye’nin, “demokrasi ve özgürlük cephesi”nin bayraktarlığını yapan ABD’nin yanında olabilmesi için bu gerekliydi. Ayrıca, eski sistem (örneğin Devletçilik ilkesi) ABD’nin Türkiye’ye müdahalesini güçleştiriyordu. Ama en önemlisi, ABD’nin “komünizme karşı mücadelede” Türkiye’deki dindarlara ihtiyacı vardı.
2. Türkiye’nin çok partili sisteme geçmesiyle, tek parti dönemindeki dindarlara yönelik baskı görece olarak azalmaya başladı. CHP, 17 Kasım 1947’de, tam 19 gün sürecek 7. Kurultay’ında, Türkiye’deki dindarların pek üzerinde durmadığı tarihi kararlar aldı. İlkokullara din dersi konulmasına, İmam Hatip kursları açılmasına, hacca gideceklere döviz verilmesine ve Ankara İlahiyat’ın açılmasına karar verildi.
1950 seçimlerinden 1 yıl önce, 1949’da, gerçekte inanılması çok güç olan bir şey daha oldu: Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad’ın yazarlarından, “Zulmetten Nura” kitabının müellifi, M. Akif’in “Benim Şemseddin’im” dediği, İslamcı çizgiden gelen biri; Şemseddin Günaltay CHP’nin başbakanı oldu. Eğer CHP 14 Mayıs seçimlerini kazanabilseydi, muhtemelen ezanı Türkçeden Arapçaya onlar çevirecekti.
Sonuç: Dindarların “ipinin gevşetilmesi” Demokrat Parti’nin mahareti, cesareti değildi. Bu sistemin aldığı bir karardı ve bu kararın ardında da, “emperyalizmin gülen yüzü” ABD vardı. Çünkü dindar-muhafazakârları hem dövüp hem de Amerika’nın çıkarları için savaşa göndermek olmazdı. Yeni düşman “Allahsız komünizm” idi ve dindar-muhafazakârlar bu savaşta “doğal müttefik” olacaktı. Ne de olsa ABD “Ehl-i Kitap”tı. Nitekim 1950’den itibaren Türkiye’de “Komünizmle Mücadele Dernekleri” kurulmaya başlar. Bu derneğin çıkardığı dergilerde “Kore kahramanlığı”na övgüler sıralanır. Bir detay: Meşhur 163. madde Günaltay zamanında çıkarıldı; “ipinin gevşetilmesi” demem bu yüzden.
3. Önce dindar ve muhafazakârların hiç dikkatini çekmeyen bir detay: 14 Mayıs 1950 seçimlerinden 10 gün önce, ABD Dışişleri Bakanlığı ve Amerikan Enformasyon Ajansı (USIA) tarafından basılıp 33 dile çevrilen “Halk Tarafından Kurulmuş Bir Hükümet” isimli kitap 80 bin adet bastırılarak Türkiye’de bedava dağıtıldı. Kitapçık DP’yi işaret ediyordu. İşaret edildiği gibi de oldu. 14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti tek başına iktidardı.
Türkiye’deki dindar ve muhafazakârlar bu olayı coşkuyla kucakladı. DP’nin ilk yaptığı icraat, 16 Haziran 1950’de, ezanın Arapçaya çevrilmesi oldu. O gün CHP sıralarından hiçbir tepkinin gelmemesi de, dindar-muhafazakârların pek dikkatini çekmedi. Hemen ardından radyoda Kur’an yayınları başladı. Tek parti döneminde kapatılmış olan bazı türbeler ziyarete açıldı. Daha birkaç yıl öncesinin Türkiye’si düşünüldüğünde, dindarlar için, “mucizevi” şeyler yaşanıyordu. İslamcı çizginin öncü ismi Eşref Edib Sebilürreşad’da Şubat 1953’te Menderes’e şöyle seslenecekti: “Uzun ve karanlık bir geceden sonra bir sabah sen, Müslüman gönüllerin afakında bir yıldız gibi doğdun. Nur ve ziya saçan bir yıldız gibi.” Edib bunları yazarken, Türk askeri Kore’de, Amerikalı general McArthur’un arkasında çoktan saf tutmuştu.
Sonuç: Edib’in cümlesi Türkiye dindarlığının psikopolitik dünyasını iyi yansıtır. “Uzun ve karanlık bir gece” dediği, tek parti dönemidir. “Sabah” 14 Mayıs 1950’dir. “Yıldız” Menderes’tir (daha doğrusu o öyle zannetmektedir). Etrafa saçılan “nur ve ziya” ise ezanın Arapçaya çevrilmesi, türbelerin açılması ve Kur’an’ın radyoda okunmasıdır. Eşref’in bahsettiği “Müslüman gönüller” ise 8 bin km ötede Kunuri’de ABD tarafından “kum torbası” niyetine kullanılan gönüllerdir; bu da etrafa saçılan “nur ve ziya”nın bedelidir. Edib’in dünya siyasetinden kopuk “duygusal ve romantik” söylemi, Türkiye dindarlığının yıllar içinde bir karakteri olmuştur.
4. Kore, “Müslüman gönüller”in ABD arkasında kanıyla ve canıyla açıktan saf tutuşunun ilk örneğidir. “Cihad”, “şehadet”, “millet”, “ümmet” gibi kavramlar herkesin dilinde ve şüphesiz ABD’nin hizmetindedir. Arusi tarikatının şeyhi olan Ömer Fevzi Mardin’in 1950’de yazdığı, İlahiyat Kültür Yayınları’ndan çıkan “Kore Savaşı’na Katılmamızda Dini ve Siyasi Zaruret” isimli kitap, bunun çarpıcı bir örneğidir. Mardin, kitabında, Türkiye’nin, Allah’ın bayrağını çekmiş hürriyetçilerin önünde canıyla-malıyla savaşan ABD’yle mukaddes bir savaşa katıldığını; bu savaşın cihad ve gaza mahiyetinde olduğunu; Allah için her milletin Kore’ye koştuğunu yazar.
Dindar/İslamcı neşriyat bu söyleme coşkuyla iştirak eder. Nisan 1958’de Sebilürreşad şöyle yazar: “Kore’de Türklüğün yüzünü güldüren Kahraman Mehmetçik! Sana canlar ve cihanlar kurban olsun.” Diyanet İşleri Başkanlığı bir fetva yayınlar; Kore’nin “Allah yolu” olduğunu ve bu savaşta ölenlerin “şehid” sayılacağını söyler. 10 Aralık 1950’de Diyanet İşleri’nin riyasetinde Süleymaniye’de Kore şehitleri için “mevlit” okutulur. Okunan mevlit radyodan yayınlanır. Sebilürreşad, bu olayı Aralık 1950 sayısında “Muazzam Tarihi Bir Gün” olarak selamlar.
Daha birkaç yıl önce “camileri ahır yapılan” İslamcılar, artık cihad etmeye, şehid olmaya başlamışlardır. Bu arada o yıllarda -geçen yazıda yazmıştım- İran’la can ciğerizdir. Bizi İran’la bir kılan da şüphesiz her iki ülkenin de Amerikancı olmasıdır. Savaşa Türkiye’de sadece küçük bir grup, Behice Boran ve arkadaşlarının kurduğu Türkiye Barışseverler Cemiyeti karşı çıkar; tutuklanırlar. Böylelikle Türkiye İslamcılığı’nın zihnine “ABD’ye karşı çıkanlar komünistlerdir” klişesi kazınır. Bu klişe çok uzun yıllar Türkiye’deki Amerikancılığın en güçlü rasyonalitesi olur.
1969’da Milli Görüş sahneye çıkıp ABD’ye karşı durduğunda onlara da “yeşil komünist” damgası vurulacaktır. Türkler Kore’de en ağır kaybı veren ikinci ülke olur. ABD “gazilerimize” madalya takar. Bu arada ABD, Kore Savaşı esnasında bölgede 400 civarında üs kurmuştur. Türkiye’nin elinde ise, “cihad, şehadet” söylemleri ve ABD’nin göğsümüze taktığı madalyalar kalır. Ne var ki bu madalyalar da, ABD 1964’te Kıbrıs’a çıkmamızı engellediğinde geri iade edilecektir.
Sonuç: Türkiye dindarlığının/İslamcılığının karakterine kök salan “duygusallık ve romantizm” yaptıkları eylemlerin siyasi sonuçlarına ilgisizdir. “Ümmet, millet, cihad, şehadet” denilerek kolay manipüle edilebiliyoruz. Bir diğer zaafımız da, geçmişte yaptıklarımızdan ders almamızdır. Aynı hataları tekrar etmemizdir.
Artık günümüzde “Allahsız komünizm” yok ama şimdi “İran” tehlikesi var. Eskiden Amerika’ya karşı çıkanlara “komünist/yeşil komünist” deniliyordu; şimdi “İrancı” deniliyor. Eğer gün gelir de bu “İran” tehlikesinden kurtulursak, Amerika’nın bizim için “İsrail ve Amerika’dan” daha tehlikeli, daha büyük bir “düşman” bulacağından emin olabilirsiniz. 1950’lerde olduğu gibi kimse bize artık doğrudan “Amerikancılık” teklif edemez. Fakat her zaman bir “ama” olacaktır: “Amerika düşmanımız ama...”
İşte o “ama”dan sonra kurulan cümle hepimizi yine Amerikan’ın çıkarları için motive edecektir; ya da şöyle soralım: “Edecek midir?” Ben buna “hayır” cevabı vereceğimizden umutluyum.