TÜRKİYE"YE KARŞI TÜRKİYE 1

TÜRKİYE"YE KARŞI TÜRKİYE 1

Acaba her gün bir karesi ortaya çıkan film makarasının içinde, Türkiye'nin toprak bütünlüğüne ilişkin ne var? Türkiye'nin önüne, toprak bütünlüğüne do¬kunmama karşılığında bölge için hangi bedel konuldu? Ne karşılığında ne isteniyor Türkiye'den?

(BU KİTAP YENİŞAFAK GAZETESİ TARAFINDAN 1995 YILINDA BASILARAK ÜCRETSİZ OLARAK DAĞITILMIŞTIR.GÜNÜMÜZDE YAŞANAN OLAYLARA IŞIK TUTMASI AÇISINDAN TEKRAR OKUNMASININ FAYDA VERECEĞİ KANAATİ İLE YAYINLAMAKTAYIZ.)




AHMET TAŞGETİREN


Tren Kaçtı mı?

Ortadoğu, bir kere daha, kendi halklarının iradesi dı¬şında şekillenme gerçeği ile karşı karşıya. Adım adım uygu¬lanan bir senaryo var ve bölge ülkeleri, bu senaryoda rol al¬maktan başka birşey yapamıyorlar. Üstelik bir sonraki rolü bilmeksizin. Onun için "Ortadoğu nereye?" sorusu, bölgenin sıradan sakinleri için olduğu kadar, yönetimler için de do¬yurucu cevaplarını bulmuş değil. Türkiye acaba bu sorunun cevabını biliyor mu? Bize göre bilmiyor ve korkuyor. Zaman zaman en üst yetkililerin demeçlerine kadar yansıyan Doğu meselesine ilişkin "Batı kaynaklı" korkular, endişeler, bu bilinmezliğin ürünü. Acaba her gün bir karesi ortaya çıkan film makarasının içinde, Türkiye'nin toprak bütünlüğüne ilişkin ne var? Türkiye'nin önüne, toprak bütünlüğüne do¬kunmama karşılığında bölge için hangi bedel konuldu? Ne karşılığında ne isteniyor Türkiye'den? Acaba Türkiye'nin bölgede attığı adımlar, hangi global stratejiyi tamamlıyor? Ya da hangisinde karşı pozisyonlar oluşturuyor da sürtüş¬meler ortaya çıkıyor? Türkiye'nin İran'la ve Irak'la ilişkile¬ri, global stratejide ne anlama geliyor? Sorular ve korku¬lar...

Ortadoğu'da diplomasi bir cangıl. Hele hesapların sizin dışınızda oluşturulduğu bir dönemde; ki 1900lerden beri bölgenin gerçeği bu.

Korku bölgenin genel ruh yapısı... Tüm bölge ülkeleri genel bir sinmişliği, çaresizliği paylaşıyorlar. Körfez Savaşı sonrasında "bundan sonra bölgede daha çok Amerika ola¬cak" diye yazmıştık. Evet daha çok Amerika var ve her böl¬ge ülkesi, boğazının daha boğucu tarzda sıkıldığını hissedi¬yor. İsrail-Filistin barış görüşmelerini yorumlayan Filistin¬li liderlerden Ümm Cihad şöyle diyor:

"Artık bizim için savaş alternatifi yok, Körfez Savaşı Araplar arasındaki her türlü beraberlik duygusunu yoketti. Irak hezimete uğradı. Mısır zaten askerî denklemden çok¬tan çekilmişti. Suriye, Berlin Duvarından sonra ABD yö¬rüngesinde sürdürdüğü mücadelede tükendi. Bir ülke yitir¬dik. Yitireceğimiz başka bir şey yok artık. İsrail askeri sa¬vaşı kazandı. Tek ümidimiz diplomasi masasından zaferle kalkmak. Bunun için mücadele edeceğiz artık. Küçük de ol¬sa amacımız bundan böyle topraklarına gömülebileceğimiz bir Filistin'e sahip olmak olacak."

"Gömülebilecek kadar bir Filistin toprağı..."

Bu, teslim alınmış bir hâlet-i ruhiyenin yansıması. Her bölge ülkesi, bir biçimde bu hâlet-i rûhiyeyi yaşıyor. Geliş¬menin sadece psikolojik yansımasına bakıldığında, bölgede İsrail'in prestijinin yükseldiğini, buna karşılık bölgedeki İs¬lâm ülkelerinin, "İsrail'e yakın olmak" gibi zoraki bir rolü paylaşma konumunda görüldüklerini anlayabiliriz. Sanki el sıkışmak için yarışıyorlar. Bu yarışı Enver Sedat başlat¬mıştı. Arafat devam ettirdi. Ürdün peşinden geldi. Suriye turnikede... Bölge ülkeleri Irak'ın yıkılışını seyretmişlerdi. Bir kader gibi görmüşlerdi. Özal, "ambargoya katılmazsak 6. Filo'nun İskenderun açıklarında demir atacağını" söylü¬yordu. Demek çaresizdik. Şimdi de çaresiziz. Ya yarın Doğu'ya ilişkin uluslararası bir operasyon söz konusu oldu¬ğunda?

Suudi Arabistan çaresiz, Körfez ülkeleri iradesiz... Bel¬ki bölge, son zamanların moda deyimiyle "Amerika'nın ar¬ka bahçesi..."

Mağrib ülkeleri, Fas ve Tunus'ta çizmesiz, Cezayir'de çizmeli zorbaların tahakkümü altında... Global düzenin ölçülerine tam uyum içinde.

Balkanlarda İslâm ümidine Bosna'da kan kusturmak, global yapının uygulanışı olmalı.
Kafkaslar, Sovyetlerin arka bahçesi olarak görülüyor. Tıpkı Asya'nın Türk Cumhuriyetleri gibi... Tacikistan'da demir yumruğunu indiren Rusya, tüm yeni Türk Cumhuri¬yetlerine de gözdağı vermiş oldu. Türkiye, Rusya karşısın¬da "haddini bildiğini", Başbakan Çillerin Moskova seyaha¬ti öncesinde "özür dilemesi" ile ispatlamış oldu.

Resmen büzüldük. Resmen, haddimizi bildiğimizi dav¬ranışlarımızla da sergilemeye başladık. Artık ne Adriyatik var, ne de Çin Seddi. Verilen kadar alıyor, tayin edilen ka¬dar ümid ediyoruz. Öfkeleri çekmemek için kuvvet odakla¬rının gözünün içine bakarak politika üretiyoruz.

Hayret, acaba global kuvvet odakları, Ortadoğu'yu böyle¬sine kolay biçimlendirebileceklerini tahmin etmişler miydi?

Ve Neden böyle oldu?

Sanırız İslâm ekseninde bir bütünmüş gibi görünen bu coğrafyanın, reel anlamda bir bütünlük arzetmediğini tesbit ettiler. Körfez olayı, Araplar arası sancıyı sergiledi. Tür¬kiye ile Araplar arasında su gibi, Hatay gibi, her an kaşına¬bilecek yaralar vardı. Osmanlı'ya isyandan yola çıkan mo¬ral yaralar ise cabası... Garip olan şu ki Araplar, kendileri de Irak'a vurmuş olmalarına rağmen, Türkiye'nin Irak'a karşı tavır almasını "muhtemel bir tehlike potansiyeli" ola¬rak değerlendirdiler. Öte yandan Türkiye, Arap dünyasın¬dan, özellikle de halklar canibinden bakınca Batı'da mı, İs¬lâm coğrafyasında mı göründüğü kestirilemeyen bir ülke idi. Ayrıca Türkiye, iç mozayiğinde yaralı idi. Kuzey Irak deneyimi, Batı'ya, Kürt kozunun, yalnızca Irak'a karşı de¬ğil, bölgedeki tüm ülkelere karşı kullanılabileceği konusunda ümit verdi. Iran, tüm bölge ülkeleri için bir "korku odağı" haline getirilmişti. Çünkü İslâm devrimi, bölgenin Batıya endeksli yönetimlerine tehdit oluşturuyordu. Yöne¬limler bu tehdidi, halka yansıtmakta gecikmedi. Öte yan¬dan Azerbaycan da, İran'ın yumuşak karnı halindeydi...

Türkiye'nin mali kaynaklar itibariyle Orta Asya'nın ih¬tiyaçlarını karşılayacak yeterlikte olmadığı Batı diplomasi¬sinin malûmu idi. Amerika'nın eski Büyükelçisi Abromoviç, bunu açık açık belirtmişti. Burada Türkiye'ye sadece "taşe¬ron" rolü öngörülmüştü. Hatta "taşeron"luk bile bir ikram¬dı... Türkiye de bu role gönüllü olarak razı oldu.
Uluslararası güç odakları, şimdi bu "kolay", bu "uysal" yapıyı biçimlendiriyor.
Burada problem olan tek şey var; "meydan okuyan İs¬lâm." Onlar için "uysal İslâm" da tahammül edilebilir bir şey. Ama Batı ile hesaplaşmadan yola çıkan İslâm'ı tehlike potansiyeli olarak görüyorlar.

Bölge bu anlamda tarassut ediliyor. Graham Fuller, 1990'larda, Rand Corporation adına Türki cumhuriyetlere yaptığı ilk geziye ilişkin intibalarıni anlatırken, "bu toprak¬larda milliyetçiliğin henüz İslâm'dan daha baskın bir kim¬lik değeri taşıdığını" vurgulamıştı. Batı bölgeye ilişkin poli¬tikasını belirlerken bu bilgi önemliydi.
Bir süredir Amerika ve İngiltere üniversiteleri, özellikle Türk öğrencilere, Türkiye'de İslâm'ın siyasal boyutu, tarikat-siyaset ilişkisi, İslâmî muhitlerin Batı'ya bakışları, İslâmî kimliğin aynı zamanda "Batı"ya tavır" anlamına da gelip gel¬mediğini araştırma konusu olarak veriyorlar. Bu da, Batı'nın, bölgedeki İslâmî birikimi tanıma çabasının yansıması. Batı'nın şu andaki bölgesel yönetimler için soru sorma¬sına gerek yok. Onların yürekleri avucunda... Bu anlamda "Ortadoğu nereye?" sorusunun cevabını önemli ölçüde bilen Batı için İslâm henüz bir soru. Dipten gelen bir zorlama var.

İslâm, serbestçe ifade imkânı bulabildiği takdirde Adriya¬tik'ten Çin Seddi'ne uzanan bölgeyi kolayca tutuşturabileceği işaretini veriyor. Üstelik İslâm, bölgenin iç parçalan¬mışlığını giderecek temel motiflerden birisi durumunda. Çünkü, mevcut islâm dışı yönetimler ne kadar birbirlerine karşı zıtlıklar üzerine kurulmuşsa, İslâm o kadar ümmet şuuru içinde sevgiler oluşturacak, bütünleşmelere yönelte¬cek. Şimdi İslâm tüm İslâm ülkelerinde, kendi tarihî konu¬munu arıyor. Sorguluyor ve halk adına iktidar istiyor. Bu yönüyle Ortadoğu yapılanması, sürekli aşınan bir zemine oturmuş oluyor.

Yarın İslâm'ınsa, bugün oluşturulan düzenin ömrü ne kadar olacak? Onun için Amerika, kendi için¬de "Hangi İslâm'la uzlaşmalı?" sorusunu soruyor. Bugünkü kuşatılmış, uysallaştırılmış İslâmî kimlikle mi, yoksa her gün daha bir gürbüzleşen ve yönetimlere talip olan İslâm'la mı? Pragmatik Amerika'nın şu an Cezayir için sorduğu bu soru, aslında İslâmî hareketlerin iktidar adayı olduğu her Ortadoğu ülkesi için sorulabilecek...

Bölgedeki dış kaynaklı yapılanmaya karşı İslâm'ın mu¬halefeti, aslında bu coğrafyanın, kendine özgü medeniyeti¬nin savunmasıdır. İslâm bu coğrafyayı savunuyor, çünkü çağın beklediği mesaj bir kere daha bu coğrafyanın insanı tarafından seslendirilecek. İslâm insanı tarafından... İslâm bu coğrafyayı savunuyor, çünkü çağlar boyu şehid kanları burayı İslâm vatanı yapmış...

İslâm'ın bu coğrafya üzerinde gösterdiği hassasiyet, böl¬ge ülkeleri tarafından kavranılmış olsaydı ve bu kavrayış yönetim biçimleri halinde somutlaşmış bulunsaydı, şimdi Ortadoğu granit bir yapı manzarası arzederdi. Özüne sevgi zerkedilmiş yıkılmaz bir yapı...

Türkiye, İslâm'ın kendisine sunduğu sevgi iklimini değerlendirebiliyor mu? Türkiye mozayiğinin çatlaması ihti¬mali karşısında bile İslâm'ın bu coğrafya üzerindeki hassa-siyetini kavrayamamak ne kadar acıdır? İslâm'a verseydi¬niz Türk'ü ve Kürd'ü, İslâm'a verseydiniz bu toprağı, ne bö¬lünme söz konusu olurdu, ne de bunca kan? Bu coğrafyanın Türk ve Kürd, Çerkez ve Gürcü, Boşnak, Arnavut, Laz tüm çocukları şehitliği paylaşır gibi paylaşırdı sevgileri... ama başaramıyoruz.

Yakın tarihte de başaramadık ve kanlara, zulümlere, acılara boğulduk. Sadece biz değil, bu acıyı tüm Ortadoğu Müslümanı paylaştı.

Şu anki yapılanmada İslâm dünyası olarak treni kaçır¬maktayız. Her şey bizi malzeme olarak kullanıyor ama bi¬zim dışımızda planlanıyor. Ya yarın ne olacak?

Tek ümit, İslâm coğrafyasının İslâmî mayasındadır. Müslüman toplumlar bu mayayı yüreklerinde saklıyorlar. Bir yeni mayalanma halinin oluştuğunu herkes biliyor. Şu an, sivil bir derleniştir bu. Halklar planındadır. Ortado¬ğu'daki teslim oluşu yüreklerinde bir zillet gibi hissedip, ya¬rınlara yönelik politika üretme arzusunda olanlar, bu olayı ciddiye alırlar. Osmanlı hanedanı tükenip gittiği anda bile, Kuva-yı Milliye'yi organize etmek için el altından yardımlar yapmış, isyanlar organize etmiş... Ortadoğu'daki yönetim¬ler, hakim güçlere karşı politika inşa edecek iradeyi göste¬remiyor. Bari halktaki İslâmî diriliği yarınlara hazırlamak gibi bir onurlu yolu benimseseler...

Bize göre Ortadoğu'nun tarihi bir kere daha yazılacak. İslâm'a karşı tavır, orada belirleyici değer Ölçüsünü oluştu¬racak... Herkes bir sınav içinde... Tarihi yaşıyoruz.

Bu Cinayeti Nasıl İşlersin?

İsterseniz son sözü baştan söyleyelim:
Bu, resmen İslâm'a karşı açılmış bir savaştır. İslâm'ın önümüzdeki çağda Batı değerlerine karşı bir alternatif ol¬masını önlemek için şimdiden, daha rüşeym halindeyken boğulması eylemidir. Ve ne yazık ki burada savaş âleti ola¬rak bizzat Türkiye kullanılmak istenmektedir. Çiller yöne¬timi, bu iş için bulunmaz bir fırsat olarak görülmektedir.

Bu, Türkiye'ye karşı açılmış bir savaştır. Türkiye'nin, yarınlarda, İslâm dünyasının yeni bir güç odağı haline gel¬me sürecinde merkezî bir rol üstlenmesini önlemek için şimdiden yol kesmedir. Türkiye'ye karşı bir cinayettir. Üs¬telik hançeri bizzat Türkiye'nin başbakanı saplamaktadır ülkenin bağrına...

Bu hükümleri ağır mı buldunuz? Öyleyse şu gelişmele¬re bir bakın...

Çiller'in İsrail gezisi hangi zamana denk düşüyor? Amerika'nın bölgede "barış" kılıfı altında, İsrail'e gü¬venli sınırlar edindirme ve daha ötede İsrail merkezli bir yeni yapı oluşturma operasyonunu yürüttüğü zamana... Amerika, Filistin'de kukla bir polis yönetimi oluşturuyor. Başına Arafat'ı getiriyor. Onu İsrail'le barıştırıyor. "Filistin Polisi" diye nitelenebilecek bu kukla yönetimin amacı, düne kadar İsrail'in boğmaya çalıştığı Filistin İntifadasını tarihe gömmek. Hamas'ı yoketmek. Yani ötedenberi İslâm toplum¬larını kontrol altında bulundurmanın klasik sistemi devre¬ye sokuluyor: İslâm toplumunun başına onu güdümleyecek "mutemed" bir ekip yerleştiriliyor. Ve birdenbire dünün sa¬pandan başka silahı ve çocuk savaşçılarından başka müca¬hidi bulunmayan sivil direniş örgütü Hamas cinayetlere bulanıp, "en kanlı terör örgütü" haline getiriliyor. Tüm dünya¬daki Yahudi güdümlü medya da bu teraneye ortaklık ediyor.

Filistin'deki güdümlü barışın hemen ardından devreye Ürdün sokuluyor. Hayret o da barışıveriyor İsrail'le... Ame¬rika elleri birbirine ısındırıveriyor.

İşte bu ortamda birileri —bunların içinde Türkiye'nin Amerikanofil ve İsrail diyasporasına dahil medyası da rol alıyor— Türkiye'ye "treni kaçırmakta olduğu" korkusunu pompalıyor. "Bölgedeki İsrail-Amerikan barışına bir şekilde monte olamazsa, tarih trenini kaçıracağı ve tecrid olacağı" korkusu enjekte ediliyor. Ayrıca "Bugüne kadar Araplara endeksli bir dış politikanın ne yararını gördük?" sorusu da ihmal edilmiyor elbette ki... Gerekli propaganda zemini ha¬zırlandıktan sonra dış politika konularını şıp diye çözüveren bayan başbakanımız hemen etekleri çemreyip sefere ko¬yuluyor. İşin içine zevahiri kurtarıcı ve aslında Amerikan şablonunda çoktan yerini almış bir-iki Arap ülkesi ziyareti de katılınca tablo tamamlanıyor.

Çillerin ziyaretinin aslında İsrail eksenli bir ziyaret ol¬duğunu, diğer tüm durakların sadece zevahiri kurtarmak¬tan ibaret bulunduğunu anlamak için öyle çok fazla dış po¬litika uzmanı olmaya da gerek yok. Çünkü bu gezi boyunca sadece İsrail durağında somut gelişmeler oluyor ve Türkiye ile İsrail arasında "şok" ilişkilerin zemini oluşturuluyor. Evet şok ilişkiler... Belki çılgınca ilişkiler... Düşünün ki, Türkiye başbakanı, İsrail'e "46 yıllık sevgi ile gidiyor." Böyle diyor Sayın Başbakan. Ne sevgi ama... Mescid-i Aksa'nın yakılmasını unutmuş bir sevgi bu. Kolu taşlarla ezilen Filistinli çocukları unutmuş bir sevgi... Yer¬lerde sürüklenen ve tekmelenen Filistinli delikanlıları unutmuş... Sivil insanların evlerinin yıkılmasını, sürülme¬lerini, kuvvet zoruyla sınırların değiştirilmesini, Ömer Camii'nde yüzlerce müslümanın sabah namazında kurşuna dizilmesini unutmuş bir sevgi... Bu sevgi, işgal altındaki Kudüs'te dile getiriliyor. Türkiye Başbakanı'nın, garip bir dil sürçmesi ile İzak Rabin tarafından "İsrail Başbakanı" di¬ye takdim edildiği, "İsrail'in ebedî başkenti ve Yahudi mille¬tin kalbi Kudüs'e hoşgeldiniz. Osmanlı'nın Kudüs etrafına inşa ettiği duvarları yıkmaya geldiniz" diye —belki de Sul¬tan Abdülhamid'den öç alırcasına— selâmlandığı o toplan¬tıda Çiller, muharref Tevrat'tan parçalar okuyor ve Yahudiligin ikibin yıllık hayalini seslendiriyor. Türkiye Başbakanı, "Yahudilerin iki bin yıllık vatanları arz-ı mev'ûd'a —Vaadedilmiş topraklara —kavuşmuş olmalarından duyduğu mutluluğu" dile getiriyor. Aman Allahım, orada kim hangi rolü oynuyor, siz karıştırmıyor musunuz?

Ve sonra daha kötüsü gerçekleşiyor. "İslâm köktendinciliğine karşı müşterek mücadele kararı"na varılıyor. Nere¬de? İsrail'de... Yahudi köktendinciliğinin sistemleştiği bir ülkede... Yahudiliğin, ikibin yıllık, tamamen "dinî, tama¬men "muharref Tevrat menşe'li" hedeflerini gerçekleştir¬mek için cinayetlerde fütur göstermediği bir ülkede... Ve Çillerin Sebt gününe —mutlak tatil günü— denk gelmesin diye bütün protokolü Cuma günü öğleye kadar bitirmek zo¬runda olduğu bir ülkede... İşte orada Türkiye Başbakanı ile İsrail Başbakanı "İslâm köktendinciliği"ne —tabir onlara aittir— karşı ortak mücadele karan alıyor.

İsrail Dışişleri Bakanı Şimon Peres, bakın Ortadoğu için kurulmakta olan tezgâhın unsurlarını nasıl belirliyor: "Bölgede barışın önündeki en önemli engel, İslâmî kök-tendinciliktir. Buna karşı Türkiye ile İsrail arasında sürekli bir danışma mekanizması kurabiliriz. Aynca bu konudaki tutumu belli olan Mısır'ı da bu mekanizmanın içine alabili¬riz. Avrupa ülkelerinin terör karşısında zaman zaman ödün verdikleri görülmüştür. ABD ise ödünsüz bir sicile sahiptir. Dolayısıyla ABD de bu mekanizmaya dahil edilebilir."

Şimon Peres biraz daha ileri giderek Türkiye'nin yüklenmesini istediği misyonu da açıklıyor:

"Dünya nüfusunun 5'te biri Müslüman. Türkiye'nin ne¬reye gideceği bu, yönden önemli. Fanatik olup, İran'a mı dö¬necek, yoksa bugünkü gibi laik ve demokratik olarak mı de¬vam edecek? Bu son derece önemli. Zira hem Ortadoğu, hem de Orta Asya ülkeleri Türkiye'yi gözlüyorlar. Türkiye gibi demokratik bir Müslümanlık modeli başarı kazandıkça, dünyadaki Müslümanlık fanatizmi kontrol altında tutu¬labilecek.
"Ülkenizde 35 bin cami, 1 milyon asker, 1 milyon da üniversiteli var. Bunlardan birini seçeceksiniz. Türkiye'nin geleceğini bu seçim ortaya koyacak."

İslâm köktendinciliğinden ne anlaşıldığını ise Amerika Dışişleri Bakanı Warren Christopher'ın bir yorumundan çı¬karıyoruz. Christopher, Türkiye'yi değerlendirirken "aşırı dinciler", "radikaller ve "köktendinciler"den şikâyet ediyor ve şöyle diyor:
"Bu aşırı dinci gruplar, Türkiye'deki dikkat¬leri, Amerika'nın bölgede ve ülke içindeki varlığı üzerinde toplamaya çalışarak bize zorluk yaratmak istiyorlar. Bu grupların amacı, Amerika'yı bölgeden ve Türkiye'den çıkar¬maya çalışmaktır."

Demek ki "aşırı dincilerdin suçu, Orta¬doğu'yu değerlendirirken "Daha çok İslâm ve daha az Ame¬rika" demekten ibaretmiş. Amerika'nın bölgeden uzaklaş¬masını istemeleriymiş. Eğer bu insanlar "daha çok Ameri¬ka" deseymişler, onların bölgedeki çıkarlarını tehdit etmek yerine onlara kolaylık gösterseymişler, o zaman tehlike ol¬maktan çıkacaklarmış... Hatta dinleri ile Amerika'nın böl¬ge çıkarlarını telif etseymişler, daha da akıllı, daha da ba¬rışçı ve elbet daha da medeni insanlar olacaklarmış...

Türkiye'de İsrail barışından heyecan duyan kesimler, bu denk¬lemi gayet açık olarak ortaya koyuyorlar. Coşkun Kırca, "Arap petrolünün Batı'ya dost ellerde kalması, İsrail'in var¬lığının tehlikeye girmemesi ve İslâm köktendinciliğinin Av¬rupa'yı tehdit edecek bir güç haline gelmemesinin, ancak, Amerika'nın bölgede Türkiye ayağına önem vermesi ile mümkün olacağını bildiriyor. Pazarlık gayet açık... "Ben İslâmi yükselişe set çekeyim, Batı'nın bölgesel çıkarlarını güven altında bulundurayım, İsrail'in varlığını garanti ede¬yim, sen de benî gözet." Ne çarpıcı alışveriş! İşte bu nokta¬da "stratejik işbirliği"ne karar veriyor Türkiye ve İsrail Başbakanları...

İşte mesele burada düğümleniyor. Burada bölgenin ka¬deri ile İslâm'ın kaderi buluşuyor ve Tansu Çiller'in Türki¬ye'yi monte etmek için yollara düştüğü "Amerikan-İsrail Barışı" Türkiye'nin bugünkü ve yarınki çıkarları açısından gerçek bir cinayete dönüşüyor. Bu operasyon, Türkiye'nin geleceğini katletmektir. Resmen budur. Bu noktada Dışişle¬ri Bakam'nm gösterdiği duyarlığı ve engelleme çabalarını takdirle karşıladığımızı özenle vurgulamak isterim.

Şunu ifade etmeliyim ki, İslâm'ın bütün çağların en yü¬ce değeri olduğuna, önümüzdeki yıllarda bunalımı yoğunla¬şan insanoğlunun daha çok İslâm'ı arayacağına ve bu nok¬tada Türkiye'nin çok önemli bir misyon üstlenebileceğine inanan, Türkiye'nin yücelmesini, büyük devlet olmasını is¬teyen ve bunun ancak İslâm'la gerçekleşeceğine inanan bir Müslüman yazar olarak kendimi, boy hedefi haline gelmiş hissediyorum. Her Müslümanın da potansiyel bir hedef ol¬duğunu düşünüyorum. Bu, resmen İslâm'a açılmış bir sa¬vaştır. Dolayısıyla Türkiye'ye açılmış bir savaştır. Türki¬ye'nin büyüme yolunu tıkamak için gerçek bir tuzak söz ko¬nusudur ve Sayın Çiller, ülkeyi kendi eliyle götürüp bu tu¬zağın başında bırakmıştır. Çiller'e devlet içinde bir tek Al¬lah kulunun çıkıp "Bu cinayeti nasıl işlersin?" diye sorma¬ması ne kadar acıdır!

Amerikan-İsrail çıkarlarıyla çelişen hareketlere "terör" damgası vurulduğu artık biliniyor. "Ya köktendincisiniz, ya radikalsiniz, ya teröristsiniz!" Sıfatlardan sıfat beğenin... Ya da Amerikan şablonuna girip, kolunuzu, kanadınızı ona göre budayın. Denklem şimdi budur. Tansu Çiller, o denk¬lemde yerini almıştır. Ama o tavrın Türkiye adına konulu¬yor olması hicab vericidir. Türkiye, böyle bir vebalin altına sokulamaz. Bir iz'anlı ses arıyoruz.

Bu oyun er geç bozulacaktır. Ortadoğu'ya İsrail aşısı tutmayacaktır. Gerçek bir doku uyuşmazlığı ortaya çıka¬caktır. Bize göre, Ortadoğu İslâm ülkelerindeki İslâm dışı sistemler-yönetimler, İsrail'le oluşturdukları bu gerdek or¬tamıyla dramatik bir tünele girmişlerdir. Dün belki, "İs¬lâm'a karşı İslâm" denkleminde gözleri boyama imkânı bu-
labilmişlerdi. Ama artık kol kıran, mabed yakan, cinayetler tilkesi İsrail'le kolkoladırlar. İşte burada İslâm'a karşı Ya¬hudi köktendinciliğinin bölgesi altında görüneceklerdir. Ve bu, onların sonunu getirecektir. Görelim bakalım, el mi ya¬man bey mi yaman!

Türkiye'ye Karşı Türkiye

Soğuk savaş sonrası dünyanın yeniden yapılanmasın¬da, Türkiye'nin konumu ne olmalı? Bu soruya verilen ce¬vaplardan birisi şu:

"Dünyada şu anda Amerika'nın belirleyici bir gücü var. Bu güç, gerektiğinde Avrupa'yı bile belirliyor. Avrupa'nın hile Amerikasız, etkin politikalar uygulayamayacağı Bosna olayları ile bir kere daha görüldü. Ortadoğu'daki yapılanma da Amerikan inisiyatifli olarak gerçekleşiyor. Öyleyse Tür¬kiye, Ortadoğu'ya yansıyan Amerikan politikasına uyum göstermeli."

Nedir bu politika?

"Bu, Türkiye'yi tıpkı soğuk savaş döneminde olduğu gi¬bi "cephe ülkesi" olarak gören bir politikadır. Türkiye'nin Amerika açısından önemi de, pazarlık gücü de bu özelliğine bağlıdır. ABD Dışişleri Bakan Vekili Talbott'un Bilkent Üniversitesi'nde söylediği sözler bunu ifade ediyor. Talbott: "Reformcu ve gerici güçlerin çatıştığı küresel bir kavga var. Türkiye reformcu güçlerin ön hattındaki cephe ülkesidir" diyor. Talbott'un sözlerinden gelecekte Türkiye'yi oturttuğu çerçeveyi anlıyoruz. O çerçeve ise, "soğuk savaş sonrası dö¬nemde İslâm'la demokrasi arasındaki uzlaşmazlığın, dün¬yadaki en yüksek çatışma ihtimali oluşturmasını Öngörü¬yor. İşte tez burada tamamlanıyor. Eğer gelecekte iki kutup İslâm ve demokrasi dünyaları tarzında ayrışacaksa ve bu çatışmanın en büyüğü İslâm'ın doğuş alanı olması hasebiy¬le Ortadoğu'da olacaksa, Amerika'nın çıkarları açısından Ortadoğu son derece önemli ise ve bu ayrışmada Amerika, demokrasi kutbunun başını çekecekse, Türkiye de, hem İs¬lâm'ı, hem de demokrasiyi sentezlemiş bir ülke olarak Ame¬rika yanında yer alırsa hem Amerika hem de Türkiye için ideal ölçülerde bir real-politik gerçekleşmiş olur."

Amerika'da Türkiye'ye oynayanlarla, Türkiye'de Ame¬rika'ya oynayanlar bu noktada buluşuyor.

Amerika'da, "Türkiye'yi feda edemeyiz" politikası bu ge¬rekçelerden yola çıkıyor. "Ortadoğu'daki ayağımız ancak Türkiye olabilir. İsrail'i de, petrol alanlarını da, Türkiye gü¬vencesi ile koruyabiliriz. İslâm ve Türk dünyasına açılma köprümüzde Türkiye olmalıdır."

Türkiye'deki tüm "Amerikan lobisi" de, ister iyi niyetli olsunlar, ister kötü niyetli, aynı malzemeleri kullanıyorlar: "Amerikasız bir politika olmaz. En az tehlikeli olanı Ameri¬ka'dır. Öyleyse Ortadoğu'da Amerikan politikası ile uyum sağlamalıyız."

Amerika paralelindeki bu politika, "Türkiye'yi Suriye, Rusya, belki İran kaynaklı düşmanca tutumlardan koruya¬cağı, bölücü hareketlere karşı güvence teşkil edeceği, Yuna¬nistan'ı ve Ermenistan'ı dengeleyeceği, bunun yanında Or¬tadoğu ve Asya'ya yönelik politikalara rahatlık kazandıra¬cağı, ekonomik atılımları belki Amerika-İsrail işbirliği im¬kânları ile kolaylaştıracağı, Türkiye'ye uluslararası serma¬yenin akmasını hızlandıracağı" beklentilerine dayanıyor. Hatta "Türkiye'nin Avrupa ile bütünleşme hedefinin bile Amerikan desteği ile sağlanacağı ümidi, bu politikanın gerekçelerinden... Bunların belirtileri de görülmüyor değil.

Burada her iki yaklaşımın buluştuğu bir nokta var; o da 21. yüzyılda meydana geleceği farzedilen "uzlaşmazlık orta¬mı" ve orada Türkiye'nin üstleneceği misyon.

Uzlaşmazlık ortamının, İslâm'la demokrasi arasında gerçekleşeceği, Türkiye'nin burada demokrasiden yana güçler safında yer alarak Batı'nın çıkarlarını koruyacağı, bu arada da kendi çıkarlarına hizmet etmiş olacağı varsayılı¬yor. Herhalde Başbakan Çillerle Clinton da "Türkiye'yi köktendinciliğe karşı Batı'nın son kalesi statüsüne oturta¬rak" uzlaşırken bunu gözetmiş oluyorlar.

Bu, real-politik'in empoze ettiği "ideal denge" midir?

Bu soruya sağlıklı cevap verebilmek için, sadece alacak¬larımıza değil, vereceklerimize de bakmak lâzımdır. Yani neyi ödeyerek neyi alıyoruz?

Bir kere bu çerçevenin Türkiye'yi, İslâm dünyasına yö¬nelik "truva atı" misyonuna sevkettiği ilk başta görülen ger¬çek. Bunun, İslâm dünyasındaki, çoğu Batı vesayetiyle ayakta duran yönetimler seviyesinde olmasa bile, İslâm halkları seviyesinde çok yaralayıcı bir tavır olarak algılana¬cağı muhakkak.

İkinci olarak verilen şey, İslâm'dır. Her ne kadar bazı si¬yasiler, "Türkiye İslâm'la demokrasiyi bir arada yürüten önder İslâm ülkelerinden birisidir" diyorsa da, Türkiye'deki demokrasinin bile bir "İslâm bedeli" olduğunu herkes bili¬yor. Türkiye henüz, "İslâm'ı vererek Batı değerlerini alma" uzlaşmazlığını durultmuş değildir. Şimdi bunu tüm Ortado¬ğu planında gerçekleştirme gibi bir misyona ortak olmaya sevkedilmektedir.

Kurban verilmek istenen İslâm, Türkiye'nin kimliğidir. Aynı şekilde tüm Ortadoğu'nun kimliğidir. Böylesine bir de¬ğeri, Batı sunağına kurban vermek Türkiye'nin hakkı mıdır bir, buna gücü yeter mi iki, kurban verince Türkiye'nin hay¬rına mı olur üç... Bize göre, yalnız Türkiye'nin değil, dünye¬vi hiçbir gücün böyle bir hakkı olamaz. Yine bize göre, arka¬sında Amerika'nın topu-tüfeği de olsa dünyevi hiçbir gücün böyle bir şeyi gerçekleştirmesi mümkün değildir. Ve yine bi¬ze göre, kimliğini kurban veren bir ülkenin, bundan hayır görmesi de düşünülemez.

Birinci Cihan Savaşı'ndan sonra İslâm dünyasına ve İs¬lâm'a biçilen bir konum vardı. Bu konum, İslâm'ı sistem dı¬şına iten ve İslâm coğrafyasını sömürgeleştiren bir statüyü öngörüyordu. "Yeni dünya düzeni" bu statüyü 21. yüzyıla taşımak istiyor, Türkiye'yi de katalizör olarak kullanmayı amaçlıyor. İslâm buna razı olmuyor, İslâm dünyasının yeni çocukları buna razı olmuyor. Hem kendi değerlerine karşı duydukları sorumluluk gereği, hem de insanlığa karşı duy¬dukları sorumluluk gereği razı değiller. Bu, genç ve diri bir yükseliştir. Türkiye hem bu yükselişi görmemiş oluyor, hem de ona karşı "yokedici" misyona ortak olmaya itiliyor.

Buna karşılık Batı, teknolojik güç dışında bir erdem sergileyemedi dünyaya. "Batı demokrasisi" denen kavram da, evrensel bir insanî değer niteliği taşımıyor. Çünkü özün¬de "Allah'a karşı sorumluluk" gibi aşkın bir ilke yok. Allah'a karşı sorumluluk duymayan hiçbir düzenin insanî olabil¬mesi de mümkün değildir. "Bosna'da Batı ile birlikte bir Türkiye"nin imajı ne kadar kötü olurdu, düşünebiliyor mu¬sunuz? Batı, insanî planda sorgulanan bir dünyadır. İslâm'ı verip Batı değerlerini alan bir Türkiye, Batı'nın erdemsiz çizgisine ortak olmaya sürüklenecektir. Bu, Türkiye için ta¬miri güç bir yara açacaktır.

Sonuç, stratejik planda, Amerikan hedefleriyle uyuşan bir Türkiye, kendi çocuklarını yiyen bir mekanizma haline gelecektir. Amerika için İslâm korunacak değil, kontrol edi¬lecek, mümkünse izale edilecek bir güçtür. Ama Türkiye için İslâm, vazgeçilmez bir değerdir. Seçim burada olacak¬tır. Amerikan politikası, İslâm'a karşı tavrı ile, aslında Tür¬kiye'nin de altını oymaktadır. Türkiye'nin geçmişini ve kim¬liğini biçmektedir. Türkiye'nin tabiî hinterlandını yoketmektedir. Türkiye'yi Amerikan politikasına yamamak, ken¬di kendine karşı savaşa soyundurmaktır. Şu an Ameri-
ka'nın Türkiye'ye verir gözüktüğü bir takım imkânlar, eli mahkûm olduğu için, buna mecbur olduğu için, Ortadoğu'da başka imkânı bulunmadığı için verdikleridir. Bu noktada Amerika, şeriatla yönetilse dahi Türkiye'den vazgeçemez. Hatta şeriatla yönetilen bir Türkiye'nin pazarlık gücü daha fazla olur. İsterseniz deneyelim.

Batı, Nato, İslâm

Nato Genel Sekreteri Willy Claes, örgütün yeni misyo¬nunun "İslâm ülkelerindeki köktendinciliğe karşı mücade¬le" olduğunu, bunun için gerekirse askerî müdahalenin bile düşünülebileceğini; bu amaçla Fas, Tunus, Cezayir, Mori¬tanya ve Mısır'la istişarelerde bulunduklarını ilân edince,tüm NATO camiasını harekete geçiren bir tartışmayı da başlatmış oldu. Genel Sekreter eleştirildi ve sözünü geri al¬mak zorunda kaldı.

NATO'nun Batılı üyeleri de eleştirdi Genel Sekreteri... Ancak yapılan eleştirilerden, işin Özüne mi karşı oldukları, yoksa bu işin açıktan yapılmasının İslâm dünyasında tepki¬ler doğurmasından, dolayısıyla köktendincilerin ekmeğine yağ sürülmesinden endişe ettikleri için mi karşı çıktıkları pek anlaşılamadı. Çünkü Amerika-Avrupa-Rusya ekseni¬nin, "köktendinci İslâm"a karşı oldukları ve onunla müca¬dele için uluslararası bir cephe oluşturdukları biliniyordu.

İsrail eksenli Ortadoğu barışı, anti İslâm bir ilkeyi de öngörmemiş miydi? Amerika, tüm Ortadoğu'da, Türkiye-İsrail-Mısır-Suudi Arabistan dörtlüsünü "radikal, köktendin-cı, entegrist" gibi yaftalarla damgaladıkları İslâm çizgisine karşı elele tutuşturmak istememiş miydi? Türkiye'nin Avrupa Gümrük Birliği'ne alınması bile, bu ülkeyi "köktendin¬ci islâm'a kaptırmamak" gibi bir duyarlık neticesi, zoraki olmamış mıydı?

Rusya, Asya'dan Kafkaslara uzanan Müslüman-Türk coğrafyasında İslâm kaynaklı bir yeniden yapılanmaya kar¬şı teyakkuz halinde değil miydi?

Batı medyası, av tazıları gibi İslâm ülkelerini kokten-dincilik açısından taramıyor muydu? Birazcık dirilik ema¬resi taşıyan her İslâmî oluşumu boy hedefi haline getirmi¬yor muydu? Dünyaca ünlü Time dergisi, secde halindeki Müslümanları "militanlar namazda" diye neden vursundu değilse?

Hayır, Batı ve Rusya, bir tür İslâm'a karşı idi. Onun markası "köktendinci İslâm"dı.
Rusya, bu çizgideki İslâm'ı ya kendileri ezecek, ya da gölge iktidarlara ezdirecekti. Acıması yoktu. Kafkaslarda bunu yapıyordu, Tacikistan'da bunu yapmış-yaptırmıştı. Başka yerlerde de tezgâh kuruyordu.

Ya Batı ne yapacaktı? İşte, NATO burada devreye gi¬riyordu. Dün komünizme karşı örgütlenen, ancak şu an işsiz gezen azman güç, Rusya'nın demir yumruğuna ben¬zer bir misyon üstlenebilirdi. Genel Sekreter de, muhte¬melen kulislerde konuşulan şeyleri ağzından kaçırmış ol¬malıydı.

NATO Genel Sekreterinin açıklaması, Türkiye'de de farklı tepkilere sebep oldu. İslâm'ı iman halinde algılayan¬lar, karşı çıktılar şüphesiz. İslâm'dan da Batı'dan da vazge¬çemeyen bir zümre, yorumlarda gevelemeyi tercih etti. Claes gevezelik etmişti, henüz belirlenen bir misyon yoktu, NATO için bir arayış söz konusu idi. Hem Türkiye ne güne duruyordu? Böyle bir karar alınırken Türkiye itiraz etmez miydi? Bu çevreler, Türkiye'nin kendisini "köktendinciliğe karşı Avrupa'nın son kalesi" gibi takdim ettiğini görmezden geliyorlardı. Türkiye'de bir kesim ise, böyle bir misyonun gayet tabiî olduğunu, aslında Türkiye'nin bunu şükranla karşılaması gerektiğini, hatta NATO'nun demokratik yolla gelebilecek bir İslâm iktidarına karşı bile harekete geçebileceğini söylüyorlardı. Cezayir'de cunta en doğrusunu yapmıştı bunlara göre... Laikliğin tehlikeye düştüğü yerde, gerekir¬se sopa devreye girmeliydi ve İslâm iktidarı da laikliğin tam tehlikeye düştüğü yerdi... Bunların NATO'ya bir tek "Gel, bizdeki laikliği bekle" demedikleri kalmıştı. Kimbilir, belki zor zamanda onu da yapacaklardı...

Rusya, Asya'dan Kafkaslara uzanan Müslüman-Türk coğrafyasında İslâm kaynaklı bir yeniden yapılanmaya kar¬şı teyakkuz halinde değil miydi?

Batı medyası, av tazıları gibi İslâm ülkelerini kökten-dincilik açısından taramıyor muydu? Birazcık dirilik ema¬resi taşıyan her İslâmî oluşumu boy hedefi haline getirmi¬yor muydu? Dünyaca ünlü Time dergisi, secde halindeki Müslümanları "militanlar namazda" diye neden vursundu değilse?

Hayır, Batı ve Rusya, bir tür İslâm'a karşı idi. Onun markası "köktendinci İslâm"dı.
Rusya, bu çizgideki İslâm'ı ya kendileri ezecek, ya da gölge iktidarlara ezdirecekti. Acıması yoktu. Kafkaslarda bunu yapıyordu, Tacikistan'da bunu yapmış-yapt;rmıştı. Başka yerlerde de tezgâh kuruyordu.

Ya Batı ne yapacaktı? İşte, NATO burada devreye gi¬riyordu. Dün komünizme karşı örgütlenen, ancak şu an işsiz gezen azman güç, Rusya'nın demir yumruğuna ben¬zer bir misyon üstlenebilirdi. Genel Sekreter de, muhte¬melen kulislerde konuşulan şeyleri ağzından kaçırmış ol¬malıydı.

NATO Genel Sekreterinin açıklaması, Türkiye'de de farklı tepkilere sebep oldu. İslâm'ı iman halinde algılayan¬lar, karşı çıktılar şüphesiz. İslâm'dan da Batı'dan da vazge¬çemeyen bir zümre, yorumlarda gevelemeyi tercih etti. Claes gevezelik etmişti, henüz belirlenen bir misyon yoktu, NATO için bir arayış söz konusu idi. Hem Türkiye ne güne duruyordu? Böyle bir karar alınırken Türkiye itiraz etmez miydi? Bu çevreler, Türkiye'nin kendisini "köktendinciliğe karşı Avrupa'nın son kalesi" gibi takdim ettiğini görmezden geliyorlardı. Türkiye'de bir kesim ise, böyle bir misyonun gayet tabiî olduğunu, aslında Türikye'nin bunu şükranla karşılaması gerektiğini, hatta NATO'nun demokratik yolla gelecek bir İslâm iktidarına karşı bile harekete geçebileceğini söylüyorlardı. Cezayir'de cunta en doğrusunu yapmıştı bunlara göre... Laikliğin tehlikeye düştüğü yerde, gerekir¬se sopa devreye girmeliydi ve İslâm iktidarı da laikliğin tam tehlikeye düştüğü yerdi... Bunların NATO'ya bir tek "Gel, bizdeki laikliği bekle" demedikleri kalmıştı. Kimbilir, belki zor zamanda onu da yapacaklardı...

Burada öncelikle ele alınması gerekli olan nedir? Bâtı'yı "İslâm'ın kendisi için bir tehlike olmadığına" ikna et¬mek midir? Yoksa, İslâm dünyasında bulunup da tıpkı bir Batılı gibi "İslâm korkusu" üreten kesimlere doğruları an¬latmak mı?

Batı'ya, özellikle yönetimler seviyesinde, İslâm'ın tehli¬ke olmadığını anlatmak için bir tek yol vardır; onların çı¬karlarını tehdit etmeyeceğinize dair sağlam güvenceler ver¬mek. Bunun da yolu, ideolojik planda onların değer yargıla¬rına göre sistem oluşturmak, stratejik konumumuzu, onla¬rın hakim olduğu alanlarla sınırlamak, onların yerel ve glo¬bal çıkarlarını tehdit etmemek, şayet İslâm diyecekseniz, İslâm'ın dişlerini sökmek, kesinlikle bağımsızlık gibi istek¬lere yol açmayacak bir din şablonunu benimsemektir. Batı, önüne böyle bir formülle gelen İslâm ülkeleri yönetim kad¬roları ile can ciğer kuzu sarması olur. Onları sever, pazar¬lar, şöhret yapar, kredi açar, heyetler gönderir, "Aman başınızdakilere sahip çıkın" diye telkinlerde bulunur.
Kendi ülkesinin ve İslâm coğrafyasının çıkarlarını savu¬nan, bu noktada Batı'nın yaldızlı manevralarını aşan yöne¬timler ise, adının önünde "köktendinci" yaftası bulunsun, bu¬lunmasın vurulur. Bunu en iyi bilecek olan, Amerika ile bir ara yolları ayrılan ve 12 Mart, 12 Eylül darbeleriyle terbiye edilen sayın Demirel'dir.

Sayın Demirel, elbette köktendinci değildir. Kabahati, hasbelkader, "Amerika'ya rağmen" bir çizgiye girmiş olmasıdır. Batı, köktendinciliğe ise kaideten karşı çıkmaktadır; çünkü böyle bir yönetimin, kaideten Batı ile hesaplaşacağını düşünmektedir. Batı, köktenci laikliği kaideten desteklemektedir; çünkü köktenci laikliğin kaide¬ten Batı çıkarlarına göre bir insan ve toplum dizaynı öngöre¬ceğine inanmaktadır. Şayet köktendinci İslâm, kaideten Ba¬tı çıkarlarını savunacak bir yönetim şablonu oluşturmuş bu¬lunsa, Batı'nın tavrı da, hiç şüpheniz olmasın ki, o yönetimin desteklenmesi tarzında, olacaktır.

Batı tavrının, İran ile Su¬udi yönetimi arasında farklılaşmasının özünde bu ayrım var¬dır. Yine şayet köktenci laiklik, olmaz ya, kazara Batı çıkar¬larını tehdit etmeye başlarsa, o yönetimi de laikliğinin ayak¬ta tutması mümkün değildir. Bir İslâm iktidarına 'kökten¬dinci" diye imaj savaşı açan Batı, laik yönetime de "aşırı mil¬liyetçi, turancı, Batı düşmanı" gibi yaftalar üretir. Yeter ki Batı ile o mânâda kapışmayın, üzerinize üşüşen leş kargası gibi medya sürüleri karşısında apışıp kalırsınız.

Yalnız, Batı'da insaf sahibi aydın ve halk kesimleri, ev¬rensel seslere kavuşmuş sağlıklı tezlerle uyarılabilecek bir zemindirler. Onlara ulaşmak da bir görevdir.
Şu ânın asıl meselesi ise, çarpıklığın, İslâm dünyasın¬daki, Batı lejyonerlerine anlatılmasıdır. Onlar içinde, özel çıkarları ve beyinsel erozyonları sebebiyle müzmin bir şe¬kilde Batıcılaşmış olanların uyandırılması, Batı'daki insaf sahiplerinin uyandırılmasından çok daha zordur.

Ancak anlatılmalıdır. Herkese anlatılmalıdır.

Bir kere açık bir gerçek ki Batı, İslâm'ı sevmiyor. Sevme¬mesinin, belki kendisine göre haklı sebepleri de var. Asırlar boyunca, hemen aynı coğrafya üzerinde hakimiyet mücadele¬si vermiş iki dünya İslâm ile Batı... Birisinin hakimiyeti, di¬ğerinin her zaman dışlanması demek olmuş. Neden sevsin?

Ancak sevmediğini söylemesi de şu ânın politik gerçekçiliğine uymaz. Çünkü sömürge olarak baktığı İslâm coğrafyasından, mümkün olduğunca az zayiatla, çatışmasız, kazasız, belasız verim alması lâzım. Ne de olsa sömürgecilik de akıl işi"

Eğer İslâm ülkelerindeki varlığını, o ülkelerin sistemi¬ni ve aydın kesimlerine bir şekilde kabul ettirebilir, buna karşılık, ana muhalefet zemini olabilecek olan İslâm etkeni¬ni yine aydınlar ve sistemler nezdinde meşruiyyet dışına iterse, kendi hesapları için ideal bileşkeyi temin etmiş olur.

Bunu bulmuştur Batı. İslâm'ı dışlayan bir laiklik, bu ideal bileşkenin ideolojik zemini olmuştur.

Batı, laikliği İslâm dünyasına Batı çıkarlarını maskele¬yen bir sistem olarak değil, uygarlığın son aşaması olarak takdim etmiştir. İslâm medeniyetinin kriz sürecine girdiği ve aydınların moral yıkım yaşadığı bir zamanda, laiklik bir tabu gibi enjekte edilmiştir aydınların zihnine... Sonra bu¬nun, dekoratif zemini hazırlanmıştır. İslâm coğrafyasının parçalanışı, ekonomik varlıkların sömürülmesi, teknolojik gerilik, iç kargaşalar, darbeler, sınır savaşları vs... Bir yan¬da acılarla kıvranan İslâm dünyası, diğer yanda medenî Batı? Kimi seçmeli? Birisi çağdaş, medenî Batı'nın laikliği, diğeri, bunca sancının içindeki İslâm?

İşte bu denklemi önümüze koyup, kendi dünyasını kut¬sayan bir nesil aramıştır içimizden... Osmanlı'nın çözülüş döneminde başlayıp, bugünlere uzanan süreçte böyle nesil¬ler üretilmiştir. Ancak bu süreçte, İslâm'ı yeniden öğrenip, Batı'nın arka planını kavrayıp, her şeyi yeniden sorgulayan hir nesil de yetişmiştir. Sorgulanan hedefte Batı'nın değer yargıları ile insanın ödediği bedelin de bulunması gayet ta¬biîdir. Böyle bir sorgulamaya, İslâm kimliğinin yeniden temessülünün eşlik etmesi de tabiîdir.

Batı, burada müthiş bir medya bombardımanı ile son kozunu oynamak istiyor. Hedefi, İslâm ülkelerindeki aydın¬ları, zihnî bir uyanışa varmadan yeniden avlamaktır. Laik¬liği alabildiğine idealize ediyor, İslâm'ı ise en azından bir boyutu ile tehlike odağı haline getiriyor. O boyutun nerede, hangi İslâm olduğunu kestirmek ise zor. Çünkü bazan bir İslâm iktidarı tehlike oluyor, bazan da, Tîme'ın yaptığı gibi secdedeki mü'minler? Kimi nasıl avlayabilirlerse...

Oyun şu: İnsan hakları, demokrasi gibi kavramlar gün¬cel ya... Batı, bir İslâm iktidarını, kişi hak ve hürriyetleri¬ne karşı bir oluşum olarak takdim edip, böyle bir sisteme karşı çıktığı için kendi çıkarlarını da bu tezin arkasına sak¬lıyor. Bu tez, İslâm ülkelerindeki laikliğin meşruiyyet zemi¬ni olarak ortaya konuyor ve böylece laikliğin arkasına da yi¬ne Batı çıkarları gizlenmiş oluyor.

Oysa bu tez bütünüyle sakat. Bir kere, İslâm iktidarı iki şey demek: 1. İslâm'ın hayat haline gelmesi, 2. İslâm ülkelerinin haklarının en önde tutulması. İslâm'ın hayat haline gelmesi, kişi hak ve hürriyetlerini sınırlayan bir şey değildir. Aksine, insan için vazgeçilmez olan hak ve hürriyetlerin ko¬runması, İslâm sisteminin olmazsa olmaz ilkelerindendir. İs¬lâm ülkelerinin çıkarlarının önde tutulması ise, evet bir İs¬lâm iktidarının aslî görevlerinden birisi budur. Bu niteliği ile İslâm iktidarının Batı çıkarlarını tehdit etmesi de normaldir. Ama burada, İslâm ülkelerindeki aydınlar ve yönetimler ne¬den İslâm iktidarından değil de Batı tezlerinden yana tavır alıyorlar? Yani bu kesimler, kendi ülkelerinin bağımsızlığı ve onuru demek olan bir İslâm iktidarına neden karşı çıkıyor 1 da, bütünüyle Batı çıkarlarına göre düzenlenme demek olan laikliği tabu haline getiriyorlar?

Batı'nın şu andaki tüm politikası, İslâm dünyasındaki aydınların bu aymazlığı üzerine oynuyor. Dileriz bu aymaz¬lık ve bu oyun daha uzun sürmez.




 




Bir Tür intihar




 




"Amerikan ordusu kendisini, Amerikan dış politikası­nın uygulatıcısı olarak görür." Bu söz, Dışişleri Bakanlığı Amerika Dairesi Genel Müdürü Barlas Özener'e ait.




Buradan hemen anlaşılıyor ki, Körfez harekâtı, aslında Ortadoğu'ya yönelik Amerikan dış politikasının silâhlı bir, icrasından ibaretti. Herhalde Türkiye'de konuşlandırılmış bulunan Çekiç Güç'ün de böyle bir misyonu bulunmaktadır.




 




Zaten bu konu, savaş mı politikayı, politika mı savaşı yönlendirir tarzındaki eski tartışmanın, "savaş politikanın Silâhlı biçimde devamından ibarettir" şeklindeki cevabını il­gilendirmektedir.




 




Şu sıralar, NATO Genel Sekreteri Willy Claes'in Batı kısınma yansıyan demeçleri ilginç. Amerika Temsilciler Meclisi Başkanı Newt Gingrich'in demeçleri de en az o kadar ilgi çekici. Claes, NATO'nun yeni misyonu içinde Kuzey Afrika'dan Ortadoğu'ya uzanan alanda "aşırı dincilikle mücadeleyi ön sıraya koyuyor. Genel Sekreter, "aşırı dinciliği Batı Avrupa karşısında meydan okuyan ilk unsur" olarak niteliyor ve "bu riskin ihmal edilemeyeceğini" vurguluyor.




 




Claes'in vurguladığı bir başka şey ise, Tunus, Fas, Moritan­ya, İsrail ve Mısır'la, köktendinci akımlara karşı ortak eylem dahil işbirliği yapma yolunda temasların olduğu... Gingrich ise, Washington'da ordu ve istihbarat görevlileri­nin katıldığı bir toplantıda konuşurken "İslâmî totaliter re­jimlerle gerekirse zor kullanarak mücadeleyi amaçlayan bir stratejii" oluşturulması, bu strateji içinde "Cezayir'in kurtarılması, Türkiye ve Mısır'daki laik rejimlerin korunması nidasında işbirliği yapılması" gerektiğini vurguluyor.




 




Böyle bir işbirliği halkası içinde Türkiye'nin de yer alacağı Başbakan Çiller'in İsrail gezisi sırasında gündeme gelmişti. Hoş sayın Başbakan da zaten, Avrupa ile sürdürülen "Gümrük Birliği" görüşmeleri sürecinde, "Ortadoğu'daki köktendinci gelişmeye karşı Türkiye'nin savunma şeddi oluşturma misyonu"nu en etkili pazarlık unsuru olarak devreye sürmüştü.




 




NATO'nun beyni, kendi konumunu böyle belirlediğine göre, Amerikan politikasının da, "köktendinci" diye nitele­nen "İslâm boyutu"na karşı, askerî operasyonlar dahil her türlü yola başvurarak mücadeleyi öngördüğünü tesbit zor değil. NATO Genel Sekreterinin sözlerinden "aşırı İslâm'ın, Batı Avrupa karşısında meydan okuyan ilk unsur" olduğu­nu da öğreniyoruz. Öyleyse, Batı Avrupa da, "Köktendinci İslâm karşısındaki ortak cephe"de pusuya yatmış bulunu­yor. Fransa'da sürdürülen "Müslüman avı", Le Monde gibi, Focus gibi Avrupa medyasında son günlerde hareketlenen "İslâm köktendinciliğine karşı duyarlık" da bununla ilgili olmalıdır.




 




Burada, Willy Claes'in işaret ettiği bir ayrıntıya da dikkat çekmek gerekiyor. Claes "hareketlerinin İslâmiyet karşısında bir düşmanlık niteliği taşımadığını, İslâm dini ile aşırılık ara­sında açık bir ayrım yapılması gerektiğini" vurguluyor.




 




Şimdi, gündemdeki konuda anahtar kelimenin "aşırı­lık", "köktendincilik" olduğu görülüyor. Willy Claes bile, "İs­lâm" ile "aşırılık" arasındaki çizgiye dikkat çektiğine göre, "İslâm'ın nereden sonrası aşırılıktır?" sorusu önem kazanı­yor. Burada hemen, Claes'in "İslâm'a düşman değiliz" ay­rıntısını İslâm'ın kara kaşı için ortaya koymadığını, aksi durumda "İslâm toplumlarını köktendincilerin safına itmek gibi taktik bir hata" gördüğünü belirtelim.




 




Aşırılık nedir?




 




Bunu belirlemek için kimin nerede yer aldığına bakmak lâzım.




 




Batı'nın öncelikli isteği, "bölge üzerindeki Batı nüfuzu­nun ve çıkarlarının devam etmesi, sorgulanmaması"dır. Ba­tı, "İslâm'ın sistemlere yön vermesini de, bu alanda bir sorgulama başlatır, İslâm coğrafyasının sömürge-yan sömürge statüsünden kurtulması ve ekonomik değerlerin öncelikle bölgeye hizmet etmesi" sürecini geliştirir endişesiyle iste­miyor. Batı'nın, ikisinde de şematik olarak "İslâmî yönetim" bulunmasına rağmen, Suudiler'le İran'ı "farklı kefe"ye koy­ması, bölgedeki Batı nüfuzuna karşı "farklı tavırlar" sergi­ledikleri içindir. Öyleyse Batı için "düşman şablon" bellidir ve "aşırılık-köktencilik" Batı'nın kendi çıkarlarını savun­mak için kullandığı bir silâhtan ibarettir.




 




Gelelim İslâm coğrafyasındaki duruma...




 




 Batı dünyası, İslâm ülkelerindeki hakim yönetimlerle "İslâm şablonu" konusunda genellikle buluşuyor. Bu yöne­timlerin ortak karakteri,




 




1. İslâm'ı sistem dışında, kişisel planda tutmak.




2. Batı'nın bölge üzerindeki nüfuzunu ve çı­karlarını sorgulamamak




 




 şeklinde özetlenebilir. Batı, bu iki yaklaşımdan memnundur.




 




İslâm toplumları ise, genellikle yönetimlerin Batı'ya en­deksli politikalarından şikâyetçidir. İslâm toplumları, "da­ha çok İslâm" istemekte, Bâtı'dan daha bağımsız politikalar aramakta, Batı'ya karşı daha güçlü olmayı arzulamaktadır. En sade İslâm insanında bile, Batı'ya karşı deruni bir he­saplaşma süreci yaşanmaktadır. İslâm dünyası, Birinci Dünya Savaşı sonrası Batı karşısında yere kapaklanma ânını, bölgenin talan edilmesini, İslâm coğrafyasında kültü­rün, dinin tarumar edilmesini, onun yerine Batı'nın değer yargılarının ikamesini unutmamaktadır. Kendini yansıta­bildiği her defasında da, bu birikimini ortaya koymaktadır.




 




Görüldüğü üzere, yönetimlerle toplumlar arasında cid­dî bir farklılaşma vardır.




Yönetimler neden kendi toplumlarıyla böylesine farklı­laşma pahasına, "Batı çıkarlarına uygun düştüğü ve çoğu zaman kendi ülkelerinin çıkarlarıyla uyuşmadığı açık olan bir politika"yı benimsemişlerdir?




 




Burada devirlere göre farklı tiplerin yaklaşımlarından söz edilebilir. Batı korkusu, Batı ile çıkar işbirliği, halktan kopukluk, inanç ve kültür değerleri itibariyle Batı ile ayni­yet vs. sayılabilir. Bu konu aynca ele alınmalıdır.




 




Halkın İslâm ve bağımsızlık arayışı kendi içinden çıkan aydınların eliyle kuvveden fiile geçmeye başlayıp, yani ör­güt ve müesseseleşme safhasına yönelip, bunun sonucunun, ülke politikasına yansıma ihtimali kuvvetli bir tarzda orta­ya çıkınca, Batı, bölgede kurduğu statünün zorlandığını hissetmiş ve "gardım almıştır". Şu anda Batı yedi koldan hücum halindedir. İsrail'in verdiği mücadele, bu Batı stra­tejisi içinde anlam ifade ediyor. Cezayir'de Cunta, Batı'nın saldırı üssüdür. Mısır'da Mübarek, Amerikan kredilerine, Müslümanları vurarak sadakatini bildiriyor. Türkiye dahil diğer İslâm ülkelerinde, "köktendincilik, aşırı dincilik" gibi propaganda malzemeleri, bunun için gündemi işgal ediyor. FİS'e karşı cuntanın, Hamas'a karşı İsrail'in, Müslü­man Kardeşlere karşı Mübarek despotizminin, Batı medya­sının yürüttüğü anti-îslâmi kampanyanın, NATO Genel Sekreterinin ortaya koyduğu yeni NATO misyonunun yanında yer almak, aslında global Batı stratejisinin güdümü­ne girmek demektir. O strateji içinde hiçbir İslâm ülkesinin büyüme ufku olamaz.




 




İsteyen, Amerikanın jandarmalığına soyunabilir. Ama bunu lütfen "yerli yönetim" kisvesi içinde yapmasın.




 




Bize göre Türkiye için NATO misyonu bitmiştir. Bun­dan sonraki roller, Türkiye'yi İslâm'a karşı, yani Türkiye'ye karşı savaştırma rolleridir. Yani intihardır.




 




Satrançtaki Konumumuz




 




Satrançta şah, hiçbir zaman, rakip oyuncuya "al beni ye" demez. Ama oyun öyle kurulur ki, Şah köşeye sıkışır ve teslim olur. Usta satranç oyuncusu, Şah'ı teslim almak için uzunca bir hamleler dizisi planlar. Ancak satranç, tek taraf­lı oyun değildir. Onun için satrançta her hamle, rakip oyuncunun karşı hamleleri göz önünde bulundurularak ya­pılır. Hamleler bir strateji içinde gelişir, ama taktik plandada revize edilir. Bazan oyuncular, ana hedefe ulaşmak için aralarda kayıplar verirler. Piyonlar çok kolay devrilir. Ama zaman zaman altında, kalelerin, fillerin de, hatta vezirlerin kurban verildiği olur. Hedef kendi şahının zaferi, karşı şahın teslim alınmasıdır. Şahı teslim almak için de illâ şâh, vezir gibi dev oyunculara ihtiyaç yoktur, stratejik kuşatma ıyi yürürse, şahın ipini bir piyon bile çekebilir.




 




Satranç bir devletler oyunudur.




 




Bu stratejik oyunda her devlet bazan oyuncu olur, ba­zen oynanan. Ama kimi devletler büyük çoğunlukla oyuncu, kimileri ise büyük çoğunlukla oynanan rolü üstlenir.




 




Dünyada bir yeniden yapılanma var. Güç dengeleri ye­niden belirleniyor. Mücadelenin en yaman geçtiği alan, İslam coğrafyası. Mağrip ülkelerinden Uzakdoğu'ya uzanan koca bir İslâm coğrafyası üzerinde nüfuz savaşı var.




Bu savaşın, İslâm ülkeleri açısından en yürek yakıcı ya­nı, İslâm ülkelerinin satrançta genellikle "oynanan" konu­munda bulunmasıdır. Ne yazık ki Osmanlı'yı tarihe tevdi ettiğimizden bu zamana, genellikle "oynayan" konumda İs­lam ülkesi olmadı.




Amerika, hep oyun kurucu konumda. Onun karşısında nüfuz savaşının verildiği alana göre bazan Avrupa yer alı­yor, bazan Rusya... Bazan da, oyun kurucuların ittifaklar yaptığı görülüyor. Oyuncuların malzemeleri ise, diğer dün­ya ülkeleri.




 




Satrançta nasıl her oyuncu her zaman kazanmazsa, Amerika da her zaman kazanmıyor, Rusya da, Avrupa da... Fakat oyuncular, genellikle zararlarını kendi stratejik ko­numlarından değil, oynadıkları alanlardaki ülkeler üzerin­den ödüyorlar.




 




Oynanan ülkeler, kolay yenmemek için, oyunculara ya­kın pozisyonlar edinmeye itina ediyorlar. Oyuncunun be­ğendiği konum neyse, tam da orada bulunmaya çalışmak, "oynananın ideal konumu oluyor. İslâm ülkeleri, Osmanlı'dan bu yana, Avrupa'nın, Amerika'nın, Rusya'nın yanı başında bulunmayı, onların stratejisinde rol almayı, "ideal konum" olarak gördüler.




 




Bu arada, marksist terminolojideki "sınıf değiştirme" gibi, konum değiştirmeyi arayan İslâm ülkeleri olmadı değil. Bazan tek başlarına, bazan da ortak girişimler halinde teşebbüs ettiler buna. Ancak bu girişim, onlara çok pahalıya ödetildi ya da ödetiliyor.




 




Şimdi daha özele dönersek, Türkiye üzerinde dü­şünebiliriz.




 

(DEVAMI VAR)