TÜRKİYE'YE KARŞI TÜRKİYE 3

TÜRKİYE'YE KARŞI TÜRKİYE 3

Problem, Türkiye'nin hilâfetten koparıldığı zaman baş¬ladı gerçekte. Ne yazık ki, bunun gerekliliğine inandırıldı da.

İslâm Dünyası ile İlişkiler

Türkiye'de zaman zaman "İslâm Dünyası"nın tavrına ilişkin serzenişlere ve eleştirilere rastlanır. Türkiye'nin dış münasebetlerinde, İslâm dünyasını oluşturan ülkelerden peşin bir destek beklenir ve bu, istenilen zaman ve ağırlık¬ta ortaya çıkmazsa şikâyetlenmeler başlar: "İslâm dünyası bizi falanca konuda neden desteklemiyor? Bizi gene yalnız bıraktılar. Kardeşlik bu mu? Oysa biz..." türünden serzeniş¬lerdir bunlar. Hatta kimi ağızlar ve kalemler, bunu serze¬nişten de öteye götürerek "Anti-İslâm" kampanyanın uzan¬tısı haline getirirler.

Olayı "Türkiye serzenişlerinde ne kadar haklı? İslâm Dünyası ne kadar haksız?" sorusu çevresinde ele almadan önce, bu "serzeniş hukuku"nun temelini tahlil etmek gere¬kir. Bu da "Türkiye'yi serzenişte bulunmaya sevkeden hu¬kuk nereden doğmaktadır?" sorusunda bağlıdır. Çünkü, bel¬ki bir başka İslâm ülkesi de aynı hukuka dayanarak Türki¬ye'ye serzenişte bulunmakta herkes bu hukukun zedelendi¬ği kanaatine vararak tepki göstermektedir.

İslâm dünyası ile Türkiye'yi buluşturan hukuk "Din Hukuku"dur. Nasıl Türkiye, Nato ülkeleriyle "Müşterek Sa¬vunma Hukuku", batı ülkeleri ile "muasır medeniyet seviyesinde buluşma hukukun" içinde ortak zeminler bulmaya gayret ediyorsa, İslâm ülkeleriyle de "din hukuku" içinde ortak bir dayanışma aramaktadır. Buradan kaynaklanan mantık da şudur: "Madem aynı dine inanıyoruz... Din kar¬deşiyiz. Bu kardeşlik, zor zamanlarda karşılıklı yardımlaş¬mayı gerektirir. Eğer yardımlaşmazsak, kardeşlik hukuku zedelenir."

Meselâ bir Dışişleri Bakanı şöyle bir demeç veriyor: "Müslüman ülkeler şimdi harekete geçmezlerse, korka¬rım, ümmetin İslâm Konferansı Örgütüne olan umutlarının temelsiz olduğu ortaya çıkacaktır." Demek sayın bakan "Din kardeşliği" hukukunu "ümmet zemini" olarak ele al¬mış; bu zeminde bir hukuk doğduğundan hareketle bu hu¬kukun zedelenme tehlikesine işaret etmiştir.

Bütün serzenişler bu hukuktan kaynaklanmaktadır. Bu hukuktan yola çıkan birisinin, aynı zeminde bulunan kişi ve toplumlara sitem etmeye hakkı vardır. Bunun tek savun¬ması ise, kardeşlik hukukuna riayete çağıran ülkenin, aynı hukuka tutarlı bir şekilde bağlılık gösterip göstermemesidir. Yapılması gereken, kardeşlik hukukuna riayet testidir. Bu hukuka tutarlı bir şekilde riayet eden ülke, aynı zemin¬de bulunan diğer ülkeleri hem kardeşlik hukukuna davet edebilir, hem de dinin belirlediği ölçülere göre yargılarda bulunabilir. Bizce, konunun düğüm noktası buradadır. Tür¬kiye'nin tavırlarını değerlendirirken de, diğer İslam ülkele¬rinin tavırlarına bakarken de "Din hukuku"nun ne kadar belirleyici olduğu tahlil edilecektir... Türkiye, diğer İslam ülkelerini "Din hukuku"na uymaya çağıracak, diğer İslâm ülkeleri de aynı hukuk çerçevesinde mukabelede buluna¬caktır.

"İslam ülkeleri, halk ve yönetimler olarak, bu hukuk içinde ne kadar tutarlılık gösterebiliyor? Din hukuku, bü¬tün İslâm dünyasında tek belirleyici değer midir?" soruları önemli sorulardır. Bunlar "Ümmet"in, kendi kalitesini test bakımından cevab bulunması gereken sorulardır. Ama biz burada, aktüel gelişmelerin gereği, Türkiye'nin tavrına bakmak istiyoruz. Özellikle "Kardeşlik hukukuna çağıran ülke, sitem eden ülke olduğu için... Acaba Türkiye "dinin kardeşlik hukuku yönünden hangi noktadadır?" Üzerinde düşüneceğimiz soru budur:

Bunun için iki belgeyi hatırlatmak istiyoruz. Biri, İz¬mir'in ve İstanbul'un işgal edildiği itilâf devletlerinin Os¬manlı toprağım bölüşmeye kalkıştığı günlerde, Büyük Mil¬let Meclisi Şertye Encümeninin tavsiyesi yönünde İslâm Dünyasına yayınlanan bir beyannamedir. Büyük Millet Meclisi'nin beyannamesi "Cenup çöllerinin bir köşesinde ar¬zın seslerini dinleye dinleye yatan Peygamber-i Zişan'ın, ruhlarını ruhlarımızla birleştirdiği aziz kardeşlerimiz!" di¬ye başlamakta ve şöyle devam etmektedir:

"Şam'ın, Kurtuba'nın, Kahire'nin, Bağdat'ın düşmesin¬den sonra, İslâm'ın son hilafet merkezi olan İstanbul da düşman silahlarının gölgesi altına düştü. Biz, Avrupa, Afri¬ka ve Asya'daki İslâm ülkelerinin kaybedilişine ağlarken düşmanların, Hicaz ve Yemen'i de istila ettikleri görüldü. İstilâ edilen yerlerin birçoğunda İngiliz hakimiyeti kurul¬du. Onlar şimdi de on yüzyıllık bir zamandan beri Müslü¬man yurdu olan Anadolu'ya yöneldiler ve araya taraf taraf istila orduları çıkardılar."

Beyannamede daha sonra işgal edilen İslâm toprakları sayılmakta ve itilaf devletlerinin Ankara'yı "Halife karşıtı" gösterir tarzdaki iddialarına temas edilerek şöyie denmek¬tedir:

"Düşmanların bizim kurtuluş hareketimizi, Halifeye karşı bir isyan gibi gösterdiklerini ve bizi günahkâr bir küt¬le olarak tanıttıklarını işitiyoruz. Halbuki Türk milleti es¬kisi gibi bugün de İslâm dinine ve İslâm âlemine karşı üze¬rine aldığı büyük göreve gevşemez. Sarsılmaz bir iman ile bağlıdır. Onun için biz düşmanların tezvirine ve iğfaline kapılmamanızı diler, aynı zamanda Anadolu ulemasının "... Halife'nin kurtarılması, hususunda kudreti mümkinelerini harcamak bütün müslümanlara farz olur" şeklindeki fetva¬sının milletimize ve cihanı İslâm'a doğru yolu göstermekte olduğunu bildiren ve bu sadayı şeriyi sizin de işitmenizi ve Türk milletinin istiklâl davasına manevi te'yid ve muzahe¬retinizi bir saniye eksik etmemenizi isteriz."

İkinci belge ve 12 Eylül dönemi Cumhurbaşkanların¬dan Kenan Evren'in Federal Almanya seyahati sırasında yaptığı konuşmadır. Bu konuşmasında Evren, Batı'ya yöne¬lik sitemlerde bulunmakta, bu arada İslâm dünyası ile iliş¬kileri de değerlendirme konusu yapmaktadır. Evren'in söz¬leri şöyledir:

"AT'nin Türkiye'yi bu topluluğun dışında tutacağına inanmıyorum. Böyle birşey olmasını kabul etmiyorum. Eğer böyle birşey olacak olursa, bu ihtimali de göz önünde bulun¬durarak tedbir almak gerekir. Acaba Avrupa bizi topluluğa almazsa Türkiye ne olur? Türkiye batmaz. Türkiye şapka¬sını önüne koyarak düşünecek ve kendisine yeni bir yer ara¬yacaktır. O zamanki şartlar neyi gerektirir, şimdiden birşey söyleyemem. Ama korkarım. Türkiye'yi zoraki olarak İslam Birliği'ne doğru iterler.

Biz Türkiye olarak böyle bir birliğin her zaman karşı¬sında olduk. Ama bir zorlama olursa taraftar olanlara silah vermiş oluruz. "Türkiye İslam Birliği'ne girmelidir; hatta önder olmalıdır" diyenler çıkacaktır. Bunun olmaması için Avrupa'lı dostlar bizi dışarda bırakmamalıdır.

"İslam tutuculuğu Türkiye'de azınlık hareketidir. Tem¬silcileri barajı aşıp parlemantoya bile girememişlerdir. Ama eğer bizim AT'a girmemize karşı direnişler, sürüp giderse onlar o zaman etkili olmaya başlayabilirler. Diyebilirler ki "Avrupa, Avrupa dediniz, sonucunu görüyorsunuz. Bize Av¬rupa'dan fayda gelmiyor." Bunu derler ve Türkiye'yi başka alternatifler aramaya, bir İslam politikası içine çekmeye ça¬lışırlar. Ve başarı şansları da asıl o zaman artar"

Sayın Evren'in sözleri de bunlar. İki belge arasındaki bakış açısı farkı çok net. Büyük Millet Meclisi'nin 70 yıl ön¬ce "Cihan-ı İslâm"a yayınladığı beyanname açık bir şekilde Türkiye'yi İslâm dünyasının bir parçası gibi göstermekte, hilâfet gibi "ümmet"i bütünleştiren müesseselere sahip çık¬makta, İslâm'ın mukaddes değerlerinin elden çıkışı karşı¬sında feveran etmekte, bir İslâm yurdunun kaybını bütün bir İslâm dünyasının kaybı olarak görmektedir. Beyanname diğer yönüyle İslâm'ın Batılı istilâlara karşı tavrını sergile¬mektedir.

Evren'in sözleri ise, tam karşı kutupta bir bakışın ifade¬sidir. Evren'in gözünde Türkiye'nin yeri Batı dünyasıdır. "Eğer Batı, gerekli ilgiyi göstermezse, İslamcılar Türkiye'yi İslâm Birliği içine çekebilirler" görüşündedir sayın Evren. "Bu ise büyük tehlikedir. Evren, Batı'yı, İslamcılara fırsat vermemek için yardıma çağırmaktadır.
Türkiye'nin Çıkıntısı, bu iki çizgi arasında gerçekçi bir seçim yapamamasında, her iki politikayı sürdürmeye gay¬ret etmesinde, bu ikili oyunun ise her iki mahfelde "samimiyet dışı" olarak değerlendirilmesindedir.

Türkiye'yi "Batı camiasında görenler için, Büyük Millet Meclisi'nin İslâm dünyasına yayınladığı beyanname "prag-matik" bir çıkıştır. O dönemde, gerek Türkiye'deki İslâmî zeminin, gerekse bütün İslâm dünyasının desteğini sağla¬mak amacıyla "İslâm'ın ve Halife'nin kurtarılması" için mü¬cadele verildiği ilân edilmiş, oysa daha sonra "T.C. gerçek çizgisini, yani Batılılaşma yolunu tercih etmiştir. Milli Mücadele'deki İslâmî temalara bakarak, Türkiye'nin İslamcı çizgi takip etmesi beklenemez."

Sayın Evren'in sözleri de bu istikamette bir bakışı yan¬sıtmaktadır.

Bu bakışın riski, İslâm dünyası ile ilişkilerdedir. Türki¬ye, böyle düşünüp, İslâm dünyasından herhangi bir beklen¬ti içinde bulunmasa, "kendi içinde tutarlı bir politika takip ediyor" denebilir. Oysa, Türkiye İslâm dünyası ile de ilişki¬lerini sürdürmek zorunda kalmaktadır. Çünkü bugün sade¬ce BM zemini ele alındığında bile İslâm ülkeleri önemli bir sayı yekûnuna sahiptir. Ama İslâm dünyası ile ilişkinin de bir bedeli olmalıdır. Sayın Evren'in bakış açısı ile İslâm dünyasına ulaşılırsa sonuç ne olur?

Batı ile konuşurken bir tehlike olarak nitelediği İslâm Birliği'ni, bir ihtiyaç anında yardıma çağırırsanız, sizin samimiyetiniz dudak bükülerek eleştirilmez mi? İslâm dünyası bedeli ödenerek kabullenil¬miş, samimiyetle benimsenen bir ümmet vasatı mı? Yoksa, sadece ihtiyaç anında el uzatılacak bir stepne mi? Ya da, Batı'ya karşı ilişkilerde kullanılacak bir şantaj unsuru mu? Türkiye bu tercihi sağlıklı bir şekilde yapmak zorunda. Değilse, sistemler hep havada kalmaya mahkumdur.

Mahkûmiyet

Türkiye, bir süredir hep mahkûmiyetleri oynuyor.
Çekiç Güç'e mahkûmuz; çünkü onu elimizden kaçırır¬sak başımıza belâ olacak.
İsrail'le ilişki kurmaya mahkûmuz; çünkü ilişki kur¬mazsak, Ortadoğu'daki yeni yapılanmada treni kaçırmış olacağız. Üstelik İsrail'in tüm dünyadaki, özellikle Ameri-ka'daki etkinliğinden yararlanma imkânını kaybetmiş, üs¬telik düşmanlığını çekmiş olacağız!

Uluslararası güç odaklarının istediği istikamette bir 'de¬mokratikleşmeye mahkûmuz; çünkü bunu gerçekleştirmez-sek, bütün uluslararası platformlarda dışlanmış olacağız.
Türkiye'deki İslâmî hareketleri kontrol altında tutma¬ya mahkûmuz; çünkü uluslararası güç odakları, tüm dün¬yadaki İslâmî gelişmeleri "tehlike" olarak değerlendiriyor ve İslâm'ı sistem olarak benimseyen ülkeleri mimliyor. Mimlenmemek için İslâm'ı mimlemeye mecburuz.

Yine aynı sebeple laikliğe mahkûmuz. Çünkü dünyada-. ki hakim güç odakları, özellikle İslâm ülkeleri için laikliği "İslâm'ın özgün kişilik inşasını önleyici" olmazsa olmaz sis¬tem niteliği olarak görüyorlar.

Özelleştirmeye mahkûmuz; çünkü ekonomi tıkandı, devlet memura maaş ödeyemez, borçlarının faizlerine bile para yetiştiremez hale geldi.

Azerbaycan ve Bosna Hersek'teki bütün vahşete rağ¬men eli-kolu bağlı durmaya mahkûmuz; çünkü, dünya ile hareket etmeye mahkûmuz. Çünkü dünyanın Azerbaycan ve Bosna-Hersek'teki Müslümanların kırılması gibi bir der¬di yok ve çünkü bizim de devreye sokacak güçlerimiz yok.

Ve nihayet, Avrupa ile Gümrük Birliği'ne, ciddi herhan¬gi bir pazarlık yapmadan girmeye mahkûmuz. Çünkü Avru¬pa Birliğine girmeye mahkûmuz ve çünkü, Avrupa Birli¬ği'ne girmezsek tüm dünyada yapayalnız, sipsivri kalakala¬cağımıza inanıyoruz...
Bir ülkenin böylesine mahkûmiyetlerle kendi çıkarları¬nı koruyan özgün bir politika belirlemesi mümkün mü? Sa¬dece şu Avrupa Birliği'ne katılma hikâyesini irdeleyelim bir...

Bir Türk takımının Avrupalı birtakımla yaptığı maçı naklen yayınlayan TV kanalında yorumcu, Türk takımının her başarılı hareketini "İşte bir Avrupalı takım" diye değer¬lendiriyor. Avrupa takımını yeniyorsunuz, yine de "Avrupa¬lı takım" diye takdim ediliyorsunuz. Niye? Çünkü Avrupa karşısında aşağılık duygusu iliklerinize işletilmiş.

Japonya ekonomide, teknolojide Avrupa'yı sollamış; bi¬zim yerli yorumcu Japonya'yı "Avrupai kafa yapısında ülke" diye takdim ediyor. Bir Japon, belki, kendi kimliğini gör¬mezden gelen, aşağılayan böyle bir değerlendirmeyi haka¬ret kabul eder. Ama Türkiye standardında Avrupa'yı hezi¬mete uğratan da "Avrupalı" sayılıyor.

Bu mahkûmiyet psikolojisi içinde, hiçbir ülke çıkarını savunmak mümkün olmadığı gibi, sağlıklı kararlar almak da mümkün değildir. O yüzden, şu son yıllarda Türkiye'ye çok yanlış roller veriliyor, ülke içinde çok yanlış uygulama¬lar yapılıyor ve bunun bedeli de çok ağır ödeniyor. Ödenecek olanları da cabacı... Gelip tıkandığımız bu mahkûmiyet psi¬kolojisi de, başlıbaşına ödenen bedellerden birisidir.

Şimdi, güçlü bir lobinin korkunç bir medya terörü ile topluma empoze etmeye çalıştığı Avrupa Birliği'ne katılma serüvenine daha yakından bir bakalım.
AB Komisyonu'nun Doğu Akdeniz İşleri Direktörü Ce¬zayir asıllı bir Fransız olan Serge Abou, bakın ne diyor;

"Türkiye Gümrük Birliği'nin ne olduğunu biliyor. Güm¬rük Birliği'ne girmemenin faturasının da ne olacağını çok iyi biliyor. Nedir bu fatura? Ekonomik yalnızlık. Eğer Avru¬pa pazarına girişi güvence altına almazsanız ne yapacaksı¬nız? Türkiye için başka hangi pazar var? Türkiye ticareti¬nin üçte ikisini AB'yle yapıyor."

( Nur Batur, Diplomasi Koridoru, Avrupa treninden nasıl bir vagon? Milliyet, 28 kasım 1994)

Demek ki faturayı biliyormuşuz. O "ekonomik yalnız¬lık" mış! Üstelik bizim ödeyeceğimiz faturayı pazarlık için masaya oturacağımız kişiler de biliyormuş. Avrupa pazarı¬na girişi garantiye alamazsak ne yapacakmışız? Başka han¬gi pazarımız varmış!

Elimiz kolumuz bağlanmış yani. Öyleyse ver, kurtul. Neyi istiyorsa onu... Yeter ki Türkiye'yi Avrupa Birliği'ne götürecek bir süreç olarak Gümrük Birliğine girmemize "evet" desinler...

Bu pazarlığın gelip noktalanacağı yer burası değil mi¬dir?

Peki ne istiyorlar?

Hiç... Demokratikleşme çerçevesinde Kürtlere kültürel haklar... Başka? daha önce tekeffül etmiş olunsa da Avrupa Birliği'nden şimdilik yardım, falan talep etmemek... Baş¬ka? Şu anda yalnızca gümrük birliği ile yetinmek, AB'ne üyeliği, gümrük birliği safhasında göstereceğimiz terbiyeli davranışa göre değerlendirmek... Dolayısıyla tam üyeliğin AB'ye yükleyeceği, işçilerin serbest dolaşımı vs. gibi sorum¬lulukları görmezden gelmek. Gümrük Birliği safhasında da tekstil gibi Türkiye'nin güçlü bulunduğu alanlarda belirli kotalara razı olmak. Bir de İslâm var tabiî... Onu ne yapacağına karar vermek de Türkiye'nin AB'ye tam üyelik saf¬hasında gündeminde bulundurması gereken konu... Meselâ "İslâm'ın politik arenadaki gücü sürekli artıyor. AB'nin İs¬lâm ağırlıklı bir iktidarın bulunduğu Türkiye'ye tahammül etmesi mümkün değil. Öyleyse Türkiye ne yapıp yapmalı, İslâm'ın politik arenadaki yükselişi önlenmeli..."

İşte bunlar, sadece "Avrupa trenine binme" mahkûmiye¬ti gereği önümüze konan fatura... Avrupa Birliği'ne girmez¬sek ödeyeceğimiz faturayı Serge Abou gayet açık bir şekilde koymuş bulunuyor. Bunlar da AB'ne girdiğimiz zaman öde¬yeceğimiz faturalar... Kırk katır mı kırk satır mı? İstediğini¬zi seçebilirsiniz. İşte tam bağımsız politika bu olmalı!

Dikkat edilirse, bunlar, Türkiye'nin batılılaşmayı bir mahkûmiyet olarak algıladığı Tanzimat döneminden beri önüne konan faturalardan pek farklı değil. Batı, Osmanlı'yı parça parça etme politikası izlediği dönemler dahil, Türki¬ye'nin bünyesindeki farklı etnik-kültürel topluluklarla hep ilgilendi. Onlar üzerine politika inşa etti. Bu önceleri, gayri müslim topluluklardı. Lozan'da bunların arasına Kürtleri de katmak istedi. Ancak "Türkiye'de müslüman azınlık yok¬tur" tezi, Kürtler üzerindeki Batı oyununu bir süre engelle¬di. Şimdilerde o oyun yeniden sahneye konuyor. Çünkü ge¬çen sürede Türkiye'de, Batı'nın istismarına uygun bir or¬tam hazırlandı. Bunu da bizatihi Batı'nın empoze ettiği la¬ik sistemin zaafları gerçekleştirdi. Çağın başında Batı, tıp¬kı bugünlerde olduğu gibi İslâm'ı geri planlara iten bir sis¬temi öngörmüştü Türkiye için. Laiklik onu gerçekleştiren statü idi. Laik yapı, zaman içinde ülke insanını bütünleşti¬ren kültürel harcı sıyırıp attı. Onun yerine, Batı'nın taa başta gelişmesini arzuladığı yan değerler öne çıktı. Ve işte şimdi Batı'ya "Kürtlere özgürlük" dedirtecek bir ortam ha¬sıl edilmiş oldu. Düşünün ki Batı, şu anda bizim ülkemizde¬ki insanlara bizden çok özgürlük isteme pozisyonunda ve bizdeki yönetimler sanki o isteğe karşı direniyormuş görü¬nümünde... Ve "Batı'ya mahkûmiyet psikolojisi" yaşadığı¬mız bir ortamda bu Batı talebi önümüze konuyor. "Demok¬ratikleşme paketi" diye aşkla savunulan paketin arkasında, ne kadar "biz bunları Batı istiyor diye değil, kendi ülkemi¬zin gerçekleri gerektirdiği için, insanımız bu haklara lâyık olduğu için istiyoruz" dense de Batı'nın "fatura"sının bulun¬duğu biliniyor. Nitekim, Batı'nın faturası bulunduğu içindir ki "demokratikleşme" diye nitelenen Terörle Mücadele Ka¬nun Tasarısı, bir yönüyle İslâmî gelişmelerin boynuna il¬mek geçiriyor. Yani tasarı, bir boyutuyla Batı'nın "demokra¬tikleşme" taleplerini karşılamayı, diğer boyutuyla da yine Batı'nın "İslâm'ı kontrol" taleplerini yerine getirmeyi amaç¬lıyor.

İnsan, hem RP'yi vurarak İslâm'ın siyaset planında yükselmesini önlemek, hem de Bosna-Hersek'e yardımı en¬gellemek için yürütülen "Bosna paraları" kampanyasının da böyle bir süreçle yakından ilgili olup olmadığını düşün¬meden edemiyor.

Sonuç ne mi olacak?

Türkiye, Batı'nın çizdiği mecrada bugünlere geldi ve şimdi bir tıkanma yaşıyor. Bolluk içinde darlığa mahkûm oldu. Koca bir İslâm dünyası içinde yalnızları oynuyor. Müslüman-Türk dünyasının bağımsızlık süreci başladı, Türkiye onunla bile yalnızlıktan kurtulamadı. Şimdi oraya bile Batı olmaksızın gidebilecek cesareti bulamıyor kendi¬sinde... Sadece Türkiye değil hemen her İslâm ülkesi, böy¬lesi bir mahkûmiyet girdabına düşmüş durumda... Batı'nın amacı, Türkiye'yi daha da yalnızlaştırmak, gücünü daha da azaltmak. İslâm dünyasının paramparça olması bu politikanın bir uzantısı... Sonuçta Batı, zayıf, coğrafi bütünlüğü tehdit altında, sürekli parçalanma psikozu yaşayan, tabiî hinterlandı olan Ortadoğu ve Asya ile sağlıklı ilişker geliş¬tirememiş, ideolojik farklılaşmalar gereği kendi toplumsal bütünlüğünü yeterince sağlayamamış bir Türkiye arzu edi¬yor. Böyle bir Türkiye'nin ekonomik bakımdan belirli zaaf¬lar taşıyacağı da malûm. İşte o Türkiye, Avrupa'nın eline düşmüş bir Türkiye'dir. Mahkûm bir Türkiye.

Bize kalırsa, Türkiye'nin şu an devlet planında -hükü¬met değil- sorumluluk üstlenmiş mahfilleri de, Batı'nın böy¬le bir Türkiye'yi hedeflediğinin farkındadır. O çevrelerden sık sık Sevr tedirginliğinin dile getirilmesi boşuna olmama¬lı. Ancak, yine o mahkûmiyet psikolojisi sebebiyledir ki sağ¬lıklı tavırlar geliştirmek yerine "Ne yapabiliriz ki?" çaresiz¬liğine sığınılıyor. Bu bir fasit dairedir. İçinde Tanzimat'tan bu yana dönüp durduğumuz bir fasit daire...

Öncelikle yapılması gereken, bu mahkûmiyet psikoloji¬sini aşmamıza yarayacak dış politika malzemelerini elde et¬mektir. Bu, içerde sağlıklı bir toplumsal yapı gerektirir. Dışarda kültürle, tarihle, jeopolitik-ekonomik-stratejik zaru¬retlerle pekişmiş ittifaklar, dostluklar gerektirir. Ve bunla¬rı bir orkestra düzeni cinde ülke çıkarları için kullanacak basiretli kadrolar gerektirir. Bunları sağlayamamışsanız, hakim dünya güçlerinden şunun veya bunun dümen suyu¬na girmeye mahkum olursunuz. İşte AB'ne, mahkûmiyet böyle bir çıkmazın ürünüdür. Türkiye, bu çıkmazı, en ger¬çekçi politika diye ülkeye takdim edecek, yığınla Batı lobi¬cisine sahiptir. Politikada, medyada, iş dünyasında...

Çaresizliğe Mahkûm muyuz?

Bosna-Hersek ve Azerbaycan olayları, Türkiye'den bek¬lenenlerle, onun yapabileceği şeyler arasında ciddî bir fark¬lılık bulunduğunu göstermiş durumda. Bosna'da, Türkiye
ile tarih, inanç ve kültür, hem de coğrafi ve kavmi yakınlık¬lar bulunan bir ülke ve toplumun, ortak paydası Hıristiyan¬lık olan toplumların saldırısına uğradığı görüldü. Türki¬ye'den, her iki olayda, saldırıya uğrayan toplulukların hak¬larını savunması, saldırıya mani olması ve bu İslâm ülkele¬rinin istilâsını önlemesi beklendi. Ancak her iki olayda da Türkiye, belirli bir duyarlık göstermesine rağmen, sonuç al¬makta başarılı olamadı. Bosna'da acılar devam ediyor, Azerbaycan'da öyle...

Bunun yanında Türkiye, çok da heyecanlı bulunmama¬sına rağmen, Irak'a ve Somali'ye yönelik Batı kaynaklı ope¬rasyonlara, netice alıcı katkılarda bulundu.

Böylece ortaya şöyle bir denklem çıktı: Türkiye, özel du¬yarlık gösterdiği konularda sonuç alamıyor, oysa hakim dünya güçlerinin yönlendirdiği girişimlerde rol alarak, o gi¬rişimin başarısında etkili oluyor. Bu denklemin, toplumu derinden sarstığı ise bir gerçek. Toplum neden sarsılıyor? Çünkü bütün bu olaylar, dünyada yeni dengelerin oluştuğu, önemli bir müslüman-Türk nüfusu hakimiyeti altında bu¬lunduran Sovyetler'in çözülüp Türkiye'nin ilgi alanının mil¬yonlarca nüfusu ve çok geniş bir coğrafyayı içine alabilecek biçimde genişlediği ve buradan Türkiye'ye bir dünya gücü olma yolunun açılacağının umulduğu bir zamanda meyda¬na geldi. Ve gelişmeler, Türkiye etrafında böyle bir beklen¬tinin gerçekçi olmayacağını gösterdi. Dolayısıyla toplumu, umduğunu bulamamak gibi bir duygu sarsıyor.

Görülen şu: Türkiye, yeni yapılanmaların yaşandığı dünyada, özgün bir strateji ve politika ile yeni konumlar edinme gibi bir çizgi geliştirmek yerine, "verilen"e, "belirle-nen"e razı olmayı tercih ediyor. Verilen ise şu: Türkiye, en fazla "bölgesel bir güç" olur. O gücün de etki alanını, hakim dünya güçleri belirler. Etki alanının görünen boyutları ise aşağı-yukarı şekillenmiştir: Türkiye, Balkanların, Ortadoğu ve Asya'nın merkezinde ve tüm bu dünya ile değişik or¬taklıkları olan bir ülke olarak buralarla sıcak ilişkiler için¬de bulunacak, buraları etkileyecektir. Ancak bu etki, kesin¬likle İslâm ve Türk rengini vurgulayan bir nitelik taşıma¬yacaktır. İslâm ve Türk rengi konusunda uluslararası güç odaklarını tedirgin etmeyecek bir çizgi tutturulmalıdır. Sonra Türkiye buralarda, uluslararası güç odaklarının ha¬kimiyetini tehdit edecek oluşumlara yolaçmayı kesinlikle düşünmeyecek, aksine, buraları, hakim güç odaklarının et¬kin bulunduğu dünya düzenine entegre etmeye (bütünleş¬tirmeye) çalışacaktır. Bir de şu: Türkiye, bu dünyada mey¬dana gelecek İslâm ve Türk merkezli her türlü standart dı¬şı gelişmeye karşı, bir tür "dünya polisi" rolü üstlenecektir. Türkiye'nin böyle bir rolün ifasında yalnız bırakılmadığı da biliniyor. Mısır, İsrail, Suudi Arabistan da, bölgedeki ayak¬lar olarak dikkat çekiyor.

Bu konumun Türkiye'ye sadece uygun görülmesi yetmi¬yor. Onun, Türkiye tarafından kabul edilmesi için gerekli şartların da hazırlanması lâzımdı. Yani Türkiye'nin buna zorlanması, onun da bunu içine sindirmesi ve kabullenmesi gerekiyordu. Çünkü diğer ihtimal, Birinci Dünya Savaşından bu yana sömürge-yarı sömürge statüsü yaşayan da¬ğınık İslâm dünyasındaki toparlanma arzusunun canlan¬ması ve bir "büyük devlet" geçmişi olan Türkiye'nin bu to¬parlanma arzusu ile buluşarak yeniden tarihi rolleri ara¬ması idi ki, bunun uluslararası güç odakları için kabul edi¬lemez olduğu belliydi. Türkiye, uluslararası güç odakların¬ca belirlenen konumu benimsemeye zorlandı. Bunun için neler yapıldı?

Sovyetler dağıldıktan sonra Rusya, bizzat Amerika ve Avrupa tarafından yeni süper güç olarak takdim edildi. BM Güvenlik Konseyi'nde Sovyetler'in sandalyesine Rusya oturdu. Rusya'nın ekonomik ve siyasî çalkantılarını aşmasında açık Batı desteği görüldü. Bağımsız Devletler Toplu¬luğu organizasyonu, Sovyetler'in cenderesinden kurtulan müslüman-Türk dünyası için bir Rusya denetimi sağlıyor¬du. Üstelik, bağımsızlığını kazanan Türk cumhuriyetlerin¬de yönetim kademesi, eski kadrolardan oluşuyordu ve bun¬ların yetişme tarzları "İslâm ve Türk Dünyası" gibi yeni güç alanları oluşumu yolunda kaygılar taşımalarına imkân ver¬miyordu. Burada Türkiye'nin de Rusya'nın iktidarının pe¬kişmesine uygun bir çizgi benimsediği dikkate değer bir noktadır. Yeltsin'e karşı ayaklanma girişimi olduğunda Başbakan Demirel'in, Türkiye'ye gelen Amerikalılara 'Tek cümlelik cevap istiyorsunuz. İşte tek kelimelik cevap: Böl¬gede istikrarın anahtarı Rusya'dır. Her şey Rusya'nın istik¬rarına bağlıdır. Yeltsin'e yardım etmekte geciktiniz. Ameri¬ka gecikmemeîiydi" gibi bir tavır sergilemesi ilginçtir. San¬ki Türkiye'nin önünü kapatan gelişmeleri kendi ellerimizle inşa ediyoruz. Sanki müslüman-Türk dünyası üzerindeki Rus hegemonyasını yeniden tesis ediyoruz.

- Türkiye'nin İslâm ve Türk dünyasını yeni bir güç ha¬line getirme noktasında bir iradesi var mıydı? Bunun ön ha¬zırlıkları mevcut muydu? Türkiye, Birinci Dünya Sava-şı'ndan bu yana böyle bir gayret içinde miydi? Hadi Türk dünyası, Sovyetler ve Çin gibi iki dev gücün pençesi altın¬daydı ve Türkiye'nin bu devlerle boğuşacak gücü yoktu, di¬yelim. Ama Türkiye, meselâ diğer İslâm ülkelerini böyle bir yapılanma için işbirliği alanları olarak ciddî biçimde düşün¬müş müydü? Bütün bunlara olumlu cevap vermek zor. San¬ki Türkiye, korku-yoğun bir dünya kurdu kendisine. İslâm ülkeleri ile ilişki kurmaktan "Pan-İslâmist" şeklinde suçla¬nırım diye, Türk dünyası ile ilişki kurmaktan ise "Pan-Tür-kist" şeklinde suçlanırım diye korktu, hep korktu. Bu alan¬lardaki tüm ilişkilerinin, "dünya" güçlerinin bilgisi içinde olmasına özel itina gösterdi. Amerika-Rusya denklemi içindeki dünyada bu itina, biraz da Türkiye'nin güvenliğini ko-rüyan dengeli bir politika" gibi değerlendirildi. "Risk", "ma¬cera" korkusu bu dönemlerin devlet yönetiminin ortak de¬ğer ölçüleri idi. Devlet yönetimine, İttihat Terakki macera¬cılığı derin bir korku dalgası halinde sinmişti. Ancak Sov¬yetlerin çözülmesi sonrasında Türkiye önünde bir atılım alanı açıldığı intibaı doğdu. Bunun, epey de edebiyatı yapıl¬dı. İşte, "Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar...", "21. Asır Türk asn, İslâm asrı olacaktır" sözleri, o edebiyatın en kli¬şeleşmiş olanlarıydı. Uluslararası güç odakları, Türkiye'nin böyle bir atılım ortamında ne yapabileceğini iki olay test et¬ti. Birisi Bosna-Hersek ve Azerbaycan... Diğeri Irak ve So¬mali... Ve Ermenistan'a yardım...

Bosna ve Azerbaycan, Türkiye'nin, dünya güçlerinin duyarsızlığına rağmen bir şeyler yapması ve netice alması gereken alanlardı. Açıkça, buralardaki müslüman toplum¬ları koruması ve İslâm vatanlarının elden çıkmasını önle¬mesi beklenirdi. Türkiye burada topu, "dünya"ya attı. Risk¬siz alanları tercih etti. İslâm'ın ezilmesine karşı duyarsız "Dünya" ise zaten bunu bekliyordu. Türkiye'nin kendi gü¬cüyle bir şey yapamayacağı, İslâm ve Türk dünyasını da belli eylemler etrafında etkin biçimde toparlayamayacağı görüldü. İslâm dünyasındaki yönetimler genellikle Batı dünyasının, Sovyetlerden bağımsızlaşanlar ise genellikle Moskova'nın gözünün içine bakmaktaydılar. İslâm toplum¬larının yüreğinden, Bosna-Hersek söz konusu olduğunda "İslâm dünyası nerde?", Azerbaycan söz konusu olduğunda da "Türkî Cumhuriyetler nerde?" çığlığı yükselmesinin se¬bebi buydu. Türkiye'deki yönetimler de kolayını buldu ve iç kamuoyunu bastırmayı en çıkar yol olarak gördü. Demirel'in muhtelif demeçlerine bu tavır şöyle yansıdı: "Dünya¬da yalnız yaşamıyoruz. Biz harekete geçersek, başkaları da geçer. Karşımızda Kızıl orduyu buluruz. Karşımızda Hıristiyan dünyasını buluruz vs...." Öyleyse isyanlarınızı yutun...

Türkiye'ye yönelik testin ikinci boyutu Irak ve Somali konusundaydı. Ve Ermenistan'a "insancıl!" yardım. Orada inisiyatif tümüyle hakim dünya güçlerinindi. Türkiye'den, bu olaylarda, kendisini hiçbir millî çıkar sağlamayacak, hatta İslâm dünyası ile ilgili politikalarını zora sokacak rol¬ler üstlenmesi istendi. Türkiye'nin buna da tavır koyması beklenirdi. Halkın eğilimleri de bu istikametteydi. Ancak burada da yönetimler, halkın karşısına "dünyanın isteği"ni diktiler. "Dünya böyle istiyor, öyleyse bu rolleri üstlenmeli¬yiz" tezi işlendi.

Bir diğer husus ise Türkiye'yi İslâm dünyasındaki İslâmî yükseliş karşısına dikmekti. Batı bunu istiyordu, Batı'da bunun adı, "İslâm köktendinciliği-fundamantalizm-radikalizm" idi. Oysa bu akım, İslâm ülkelerinin kendi kişili¬ğini bulma sürecinden ibaretti. Ve büyümek isteyen bir Tür¬kiye, hem kendi bünyesinde, hem de tüm etki alanlarında böyle bir yeni kişilik inşasını gerçekleştirmek zorundaydı. Hedefi bu olmalıydı. Oysa İslâm dünyasındaki laik yöne¬timlerin başını çeken Türkiye, Batının yüklemek istediği "İslâm'ın önünü kesme" misyonuna açıkça talip oldu. Hem "İslâmî yükselişi engellemek", hem de "Batılı değerlerin ta¬şıyıcılığını yapmak" gibi tamamen Batı stratejisine uygun rollerdi bunlar.

Böylece uluslararası güç odakları, Türkiye'yi, ona ufuk¬lar açacak alanlarda dizginleyebileceklerini, aksine, kulla¬nılabilecek alanlarda dümen suyuna alabileceklerini gördü¬ler. Üstelik bunu, Türkiye'den bir şeyler bekleyen, bekleme ihtimali olan İslâm ve Türk dünyasına da gösterdiler. Tüm yüreklere bir ümitsizlik hançeri saplandı. "Bir fırsatı daha kaçırdık" duygusu, şimdi, Türkiye'den tüm İslâm dünyası¬na uzanan iklimlerde ortak karabasan gibi yerleşmiş bulunuyor.

Türkiye ve İslâm dünyası, şu andaki tıkanmaya lâyık olacak ölçüde "çaresiz" değildir. Ancak mevcut yönetimlerle İslâm toplumlarının taşıdığı derimi güç arasında ciddi bir kopukluk mevcuttur. Bu kopukluğun arkasında da taa ça¬ğın başına ulaşan düzenlemelerle uluslararası güç odakları vardır. Bu gerçek bir çarpıklıktır ve İslâm dünyası er geç bu çarpıklığı aşacaktır. Hem de önce Türkiye'den başlamak üzere...

Bir Dünya Gücü Olmadan...

Bizim siyasetçilerimiz için Türkiye kamuoyunu ikna et¬mek, her zaman, uluslararası güç odaklarını ikna etmekten daha kolay görünmüştür. Onun için, dış politikanın tıkandı¬ğı her defasında siyasetçiler, kamuoyuna dönüp, avutucu, uyuşturucu, kafaları karıştırıcı ve sonuçta sağlıksız politi¬kalara yol açıcı bir izah tarzı bulmuşlardır.

Türkiye, Ermenistan'a buğday vs. yardımı da yapmak istemiyordu, bu yardımın Türkiye üzerinden yapılmasını da... Ama baskılar yoğunlaşınca Demirel Washington kay¬naklı bir demagoji ile Türkiye kamuoyunu yamultmayı ter¬cih etti:

"Yardım etmeyelim de adamlar acından mı ölsünler?"

Bu soru, kamuoyunu da susturdu, Azerileri de...

Sonunda acından ölmelerine gönlümüzün razı olmadığı adamların, çoluk-çocuk demeden binlerce Azeri'yi katletme¬sine şahit olduk. Elbet Sayın Başbakan o soruyu unuttu. Şimdilerde yine uluslararası güç odaklarının eşiğinde so¬nuçsuz ikna eyleminde bulunmakla meşgul.

Belki şimdi de, kamuoyundaki tepkiyi o mahfillere gö¬türecek, "halkım feveran halinde" diyecek, "askerî müdaha¬le isteyenler var" diyecek, o mahfiller de kendilerine "Ca¬nım, ikna et kamuoyunu, uğraşıyoruz işte, şu zamanda as¬kerî müdahale akü kârı mı? Üstelik Rusya ne der?" gibi bir cevap verecekler. Sayın Başbakan da kendi kamuoyuna dö¬nüp konuşacak:

"Clinton Yeltsin'e söyleyecek, Yeltsin Petrosyan'a söyleye¬cek, Petrosyan cephedeki Taşnak çetecisine söyleyecek vs..." Anadolu insanı, böyle olmayacak işleri nasıl da iğneler: "İt ite buyurur, it de kuyruğuna..." gibi.

Bosna-Hersek'teki olaylara müdahale istekleri karşı¬sında Sayın Başbakan'ın kamuoyunu yamultma üslûbu na¬sıldı?

"Kardeşim, yol açık da müdahale etmedik mi? Nerden geçip de müdahale edeceksin? Hem, uçaklarımızın menzili yetmiyor. Bosna-Hersek üzerinde ancak beş dakika kalabili-yormuş uçaklarımız." Bu izaha ne dersiniz... Hiç.

Peki ya Karabağ'a niye müdahale etmez Türkiye? aca¬ba Karabağ'la Türkiye arasında izin alınmasını gerektire¬cek hangi ülke var? Acaba bir menzil endişesi mevcut mu? Yoksa yapılan, gerçek bir ipe un serme mi? Oynamak iste¬meyen gelin "yerim dar" dermiş, yer bulunca da "yenim dar" dermiş... Ah bir Amerika'dan işaret alınıverse bakın baka¬lım yer mi kalır yen mi? Somali'de Türk askeri, Türk komu¬tanı ne arıyor? Yoksa Bosna-Hersek'e ve Karabağ'a giden en kısa yol Somali'den mi geçiyor? Ya da Irak'ın bombalanma¬sına yardımcı olmaktan mı?

Tesbit edilmesi gereken gerçek şu: Türkiye, her mesele¬yi uluslararası güç odaklarının etki alanı içinde çözmek is¬tiyor. "Dünya'dan bağımsız hareket edemeyiz" özdeyişi, tüm dış politikamızın nirengi noktası haline gelmiş durumda. Şu anda "Dünya" denen nesnenin ise, Amerika'nın patron¬luğunu yaptığı bu Güvenlik Konseyi'nin "Beşli çetesi"nden başkası olmadığı görülüyor. Türkiye topu oraya atıyor, ora¬sı da İslâm dünyasını yokedecek bir gayya kuyusuna... Çünkü o beşli çete, 21. yüzyılın büyük gücü olmaya aday bir dünyanın ayağa kalkmaması için ittifak halinde... Amerika, Rusya, İngiltere, Fransa ve Çin... Bunlar İslâm'ın aya¬ğa kalkmasına neden,izin versinler?

Dünyaya bakın bir. Nerede kanayan bir yara var, orası İslâm'ın bedeni. Bosna, Filistin, Somali, Mısır, Cezayir, Keşmir, Doğu Türkistan, Karabağ, Irak... Bütün bu coğraf¬ya parçalan, beşli çetenin sömürge stratejisi ile şöyle veya böyle ilgili. Buralarda atılacak bir ileri İslâm adımını boğ¬mak için ne mümkünse yapılıyor. İsrail, Ermenistan, Hin¬distan, Çin, Sırplar sanki İslâm'a karşı bir vurucu güç gibi kullanılıyor. Kimi yerli yönetimler de Batı uzantısı bir yı¬kım gücü gibi çalışıyor.

Uluslararası güç odakları, bir aslanın dişini sökercesine çullanmış İslâm dünyasının orasına burasına... "Dişimizi gösterelim" demişti rahmetli. Dişi mi kaldı İslâm dünyası¬nın? Bosna'da yaşanan, Karabağ'da yaşanan, Filistin'de ya¬şanan diş mi bıraktı İslâm dünyasında... Yalnız dişi değil, ciğeri sökülmek isteniyor müslümanın...

Problem, Türkiye'nin hilâfetten koparıldığı zaman baş¬ladı gerçekte. Ne yazık ki, bunun gerekliliğine inandırıldı da. "Türk çocuğu Trablusgarp'ta Yemen Çöllerinde, Bingazi'de, Galiçya'da neden ölsün?" sözü, hilâfete karşı yürütü¬len operasyonun dramatik propaganda malzemesi idi. Tür¬kiye, İslâm dünyasından kopunca, yükünün azalacağını, ra¬hat nefes alacağını düşündü. Koptu İslâm dünyasından.

Ama olmadı. Bu politikanın çıkmazı, bir Kıbrıs oylama¬sında ortaya çıkıverdi. Bütün dost dünyasından tecrid edil¬miş bir Türkiye'yi, uluslararası arenada çiğ çiğ yemeye az¬metmiş bir topluluğu gördü Türkiye... Yani gördü ki, İslâm dünyasından tecrid edilmiş bir Türkiye'nin kendi millî he¬deflerini koruması da mümkün değildir. Yalnız Türkiye de¬ğil, İslâm dünyasındaki her ülke, teker teker pusuya düşü¬rüldü, ezildi, horlandı... Hilâfetin yıkılması ve ümmetin pa¬ramparça edilmesi uluslararası güç odaklarının politikası idi. Bu politika, bize millî politika gibi empoze edilmişti. Bu İslâm dünyası şimdi, bu tuzağın bedelini ödüyor. Bosna'da katledilen, tecavüz edilen anneler-çocuklar, Karağ'da yaşa¬nanlar, başlangıçta yapılan bu hatanın, ümmet parçalanışı¬nın, hilâfet kıyımının eseridir. Oturup ağlıyoruz Nerde İs¬lâm dünyası, diye... O İslâm dünyasını emperyalist güçler¬le elele vererek yok etmedik mi? Hâlâ, pek çok İslâm ülke¬sinde, tam da Amerika'nın-Rusya'nın-İsrail'in-Avrupa'nın istediği, beklediği istikamette İslâm kıyımı sürmüyor mu?

Türkiye, bu uluslararası düzenleniş içinde, hiçbir mese¬lesini sağlıklı biçimde çözemez. Bosna'da, kanın durması bi¬le bir başka bedel ödetilerek gerçekleşebiliyor. Karabağ'ın ge¬leceği bu gidişle zor aklaşır. Bu gidişle, Türkiye, Müslüman-Türk dünyası ile bile zor sağlıklı ilişki kurar. Çünkü oraya da kendi eliyle bu emperyalist güç odaklarını çağırmaktadır. Bu gidişle Kıbrıs'ın işi zordur. Batı Trakya acılara adaydır.

İslâm dünyası da, bu haliyle sadece acılara ortak olur. Filistin'in derdine "Beşli Çete"den merhem bulunması mümkün değildir. İslâm dünyasına yarınları da vermezler. İslâm dünyası, ne coğrafyasını koruyabilir, ne servetini...
Bir dünya gücü haline gelmeden, acılar kaçınılmazdır. Çünkü bu beşli çete, İslâm'ın canına kastetmektedir.

Ne Türkiye'nin, ne de herhangi bir İslâm ülkesinin, şu andaki hakim dünya güçlerinin gölgesinde, dümen suyunda büyük dünya gücü olması mümkün değildir. Kim, kendi düşmanını kendi eliyle büyütür. Onu, sadece bizim gibi ken¬di iradesiyle hareket edemeyen ülkelere yaptırırlar. Kimse kendi rakibini büyütmez. Özellikle devletler arası ilişkiler¬de... Öyleyse Türkiye'yi ne Amerika büyütür, ne Avrupa, ne de Rusya...

Türkiye'nin tek büyüme alanı İslâm dünyasıdır. İslâm ülkelerinin tek büyüme alanları da, diğer İslâm ülkeleri ile gerçekleştirecekleri bütünleşmeler, yakınlaşmalardır.

Bosna, Karabağ... Yarın acaba hangi islâm ülkesi? Bu korkularla yaşamak, ya da İslâm'ı bir dünya gücü haline getirmek... Korkunun ecele faydasının olmadığını Bosna'da da, Karabağ'da da görüyoruz.

Bir dünya gücü niteliğini, Amerika'nın getirip de avucumuza bırakacağını düşünmek hayaldir. İslâm ülkeleriyle bir dünya gücü oluşturmak da çok kolay değildir. Ama baş¬ka da muhtemel büyüme alanı yoktur Türkiye'nin. Müslüman-Türk dünyasını da İslâm dünyasının genel çerçevesi içinde zikrettiğimizi belirtelim. Öyleyse dünyaya bakışımız¬da köklü bir yeniden değerlendirme kaçınılmaz hale gelmiş¬tir. Ümmeti yeniden keşfetmek, ümmetin merkezî iradesini ortaya koyacak müesseseleri yeniden keşfetmek gerekiyor.

İslâm toplumları daha fazla acılar yaşamasın. Bosna'yı Amerika, Karabağ'ı Rusya kurtarmaz. Filistin'i kurtaracak reçete de onlarda değil. İslâm dünyası, çok derinlere attığı İs¬lâm şuurunu yeniden bulmak, yeniden diriltmek zorunda...

BM Güvenlik Konseyi'ni Sorgulamak

BM Güvenlik Konseyi, tam bir klinik vak'a haline gel¬miştir. Ve eğer bu müessese, sağlıklı bir yapıya kavuşturulmazsa, uluslararası ilişkilerde adaletin tümüyle rafa kaldı¬rılacağına kesin gözle bakılabilir. Çünkü BM Güvenlik Kon¬seyi, hem müdahil olduğu hadiselerde, hem de müdahil ol¬mamayı tercih ettiği durumlarda, adalet ilkesine göre değil, tamamen, bu kuruluşu etkileyen güçlerin politikasına göre tavır almaktadır. Üstelik bu tavra, "tüm dünyayı temsil" gi¬bi bir görüntü yüklendiği için, süper cinayetlerin işlenmesi¬ne zemin hazırlanmaktadır.

Meselâ, şu an dünyanın en güncel hadisesi Kıbrıs mı¬dır? Ya da Kıbrıs, Bosna-Hersek'ten daha mı günceldir?

BM Genel Sekreteri işini gücünü bırakır, Kıbrıs'ta Türkleri Rum sunağına kurban vermek için çırpınır. Kim adına? Patronları... Yani BM Güvenlik Konseyi'nin güçlü
üyeleri adına. Kıbrıs'ta 1974 müdahalesinden bu yana barış vardır. BM Genel Sekreteri, Rumları yeniden Adanın ha¬kim gücü haline getirerek bu barışı torpillemek için gayret sarfeder. Üstelik arkasında Güvenlik Konseyi'nin tehdit gü¬cü vardır: "Genel Sekreterin planını kabul etmezseniz size ambargo uygularız, üstelik tüm dünyaya da bunu uygulatı¬rız. Uygulamayanı da dünyadan tecrid ederiz." Bu tehdidi, yalnız Denktaş'a şeytan kapanı kurulması için Genel Sek¬reter tarafından ortaya konmaz. Denktaş'ı ta Türkiye'den vurmak için de Güvenlik Konseyi üyesi üç ülke (Amerika, İngiltere, Rusya) tarafından Türkiye'ye tehditler yöneltilir. Hükümet bunları tehdit biçiminde algılamasa bile mektup tarzında ortaya konan tavırların tercümesi gayet açıktır: "Denktaş'ı tavize zorlayın. Taviz vermezse arkasından çeki¬lin. Yoksa BM ambargosu gelir. Bundan Türkiye de büyük zarar görür." Türkiye, BM ambargosunun ne anlama geldi¬ğini iyi anlayan bir ülkedir. Gariptir ki, Irak'a yönelik BM ambargosuna ilk iştirak eden ülkeler arasındaki Türkiye, kendisi de benzeri müeyyidelerle karşı karşıya kalır. BM Güvenlik Konseyi daimi üyeleri, Kıbrıs'ta Denktaş'ı çözüme zorlamayan Ankara'yı sıkıştırır.

Şimdi bu BM Güvenlik Konseyi, Kıbrıs'ta şöyle veya böyle bir çözüme varırsa, Müslüman Türk dünyası tarafın¬dan adaletle iş görmüş bir müessese olarak algılanabilir mi? Anlaşma sürecinde hadiseyi Rumlara doğru kanırtmak için kıptî genel sekreterin Güvenlik Konseyi adına gösterdi¬ği çaba gözler önündeyken... Hayır, Türkiye'de hiçbir kimse¬nin, halkı, aydını, politikacısı ile hiç kimsenin BM Güvenlik Konseyi'nin adaleti aradığı düşüncesinde olamayacağı, hat¬ta Kıbrıs'ta Türklerin haklarını gasbetmek için seferber ol¬duğunu düşüneceği muhakkaktır.

Tıpkı Irak halkı gibi... Türkiye'de Irak halkının duygu¬larının ne derece anlaşıldığı şüphelidir. Karan Amerika vermiş, BM de uygulamıştır. Irak halkı, BM adına zalimane bir baskı karşısında olduğuna inanmıştır. Tıpkı Türki¬ye'nin Kıbrıs konusunda düşündüğü gibi. Farkımız ne Irak halkından?

Bosna-Hersek'e geçelim. Artık bizzat Amerikalısı, Av¬rupalısı ile tüm dünya, BM Güvenlik Konseyi'nin Körfez ve Bosna-Hersek konusundaki tavırlarının bir çifte standardı örneklediğini biliyor, teslim ediyor. Amerika için petrolle in¬san kanının aynı değer ifade etmediği, işin acı yanı, petro¬lün insan kanından daha değerli görüldüğü herkesin bildi¬ği bir konu. Ve terslik, sadece Amerika'nın hadiseyi böyle görmesinde değil, buna bir dünya kuruluşu olan BM'nin alet edilmesinde...

Bakınız çarpıklığa ki kıptî Gali'nin Kıbrıs'a boğulduğu bir zamanda, Bosna-Hersek'te kan gövdeyi götürüyor. Sırp vahşeti dünyaya parmak ısırtıyor. 2 milyonu aşkın insan mülteci haline getirilmiş. Avrupa'nın göbeğinde bir insanlık dramı yaşanıyor. BM nerde? Bosna-Hersek'li insan biliyor ki BM askerleri, Sırp vahşetine perde olmaktadır sadece... Bosna-Hersek'te akan kanı durdurmak ne ABD'de bir baş¬kan adayına puan kazandırıyor, ne de Amerika'ya ucuz pet¬rolü garantiye alıyor. Üstelik, Müslümanlara yönelik do¬ğum kontrolü uygulamasında en radikal yöntem ortaya ko¬nuyor Sırp cellatlar tarafından... Öyle ki Sırp cellatlar, Ba-tı'nın doğum kontrol operatörleri olarak değerlendirilse ye¬ri... BM Bosna-Hersek'te de saygı uyandırmıyor.

Azerbaycan'da da saygı uyandırmamıştı. Azeriler can¬larını dişlerine takıp, Ermeni vahşetine dur dememiş olsa¬lardı, Ermeniler koca Azerbaycan'ı kan gölü haline getire¬cekti de, BM'nin kılı kıpırdamayacaktı. Çünkü Amerika'nın kılı kıpırdamıyordu. Çünkü ABD'de başkan adaylarına oy verecek seçmenler arasında yoğun Ermeni nüfus da vardı. Fazilet bunun neresinde? Neden saygı duysun Azeri, BM'nin tavrına?

Filistin halkı da BMye saygı duymuyor. Neden? Çünkü Yahudi'nin yılları bulan vahşeti karşısında BM, Irak karşı¬sında gösterdiği öfkeyi göstermedi. İsrail'in vahşetine göz yumdu. Toprak işgaline göz yumdu. İşgal altındaki toprak¬ların yahudileştirilmesine göz yumdu. Üstüne üstlük, BM Güvenlik Konseyi'nin patronu durumundaki Amerika, İsra¬il'in ölüm kusan savaş makinasını güçlendirdi. Silah verdi, teknoloji verdi, para verdi. Filistin İslâm topraklarının ya-hudileştirilmesi için milyarlık fonlar aktardı. BM'de cılız tepkiler, ya da hep sükût. Filistinli Müslümanın BM'ye say¬gı duyması için bir sebep var mı?

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Ancak BM'nin ortaya koyduğu bu tavırda dikkat çeken husus şudur:

1. BM'nin tavrı, çok iddia edildiği gibi evrensel ölçüler içinde —fazilet çizgisinde— gelişen ve belirlenen bir tavır değildir. Bu tavır çifte standartlarla yaralanmıştır.

2. BM'nin tavrında Güvenlik Konseyi'nin, onun tavrın¬da da 5 daimî üyenin çok etkin rolü vardır. Beş daimî üye¬nin tavrını ise, Amerika ile İngiltere yoğun biçimde etkile¬mektedir. Ve görülmüştür ki, Amerika'nın tavrında da iç po¬litika endişeleri, kendi çıkarları ve dünya görüşü farklılık¬ları çok ciddi tesirler icra etmektedir.

3. BM Güvenlik Konseyi, kararlarının oluşumunda yu¬karda görülen tesirler sebebiyle, özellikle islâm dünyasını ilgilendiren konularda, İslâm aleyhinde bir tavır sergile¬miştir. Bunda, İslâm ülkelerinin, hem siyasî bağımsızlık, hem ekonomik imkânlarına sahip çıkma mücadelesi verme¬leri ve bu noktada Batı ile karşı karşıya gelmelerinin büyük etkisi vardır. Böyle bir durumda Batı, kendi konumunu ka¬ba sömürge çağlarında olduğu gibi millî silahlarla koruma yerine, BM Güvenlik Konseyi'ni alet olarak kullanma yolu¬nu tercih etmektedir.

Çarpıklık nerdedir?

Bizce çarpıklık, BM Güvenlik Konseyi'nin, Batı'nın ope¬rasyon aracı halinde işlediği biline biline, küresel iletişim imkânlarının etkisiyle, ona, "dünyanın tavrı" gibi bir glo¬bal tesir gücü yüklenmesinde, buna bağlı olarak bir "küre¬selleşme'' ideolojisinin oluşturulmasında, bu ideolojiye in¬tisabın iman haline getirilmesinde ve özellikle İslâm ülke¬lerinin, böyle bir yalana iman ettirilerek birbirine karşı kullanılmasındadır. Irak'ı diğer İslâm ülkelerini kullanarak böyle vurdu Batı. Yarın Kıbrıs konusunda Türkiye'yi ve KKTC'yi böyle vurabilir. Bosna-Hersek, Kıbrıs, Filistin, Ba¬tı Trakya, Azerbaycan konusunda bu çarpık görünüşler or¬taya çıkar mıydı? Çıkmazdı.

Öyleyse İslâm ülkeleri, BM konusunda, özellikle de Gü¬venlik Konseyi konusunda yeni bir tavır belirlemek zorun¬dadırlar. Evet, bir klinik vak'a söz konusudur. Bu vak'a te¬davi edilmediği takdirde daha pek çok İslâm ülkesinin canı yanacaktır. Hem de BM tavrı diyerek Amerikan kulvarına girmiş iktidarlar tarafından... İslâm'ı bir dünya gücü hali¬ne getirmeden de, BM Güvenlik Konseyi'nin yapısını sorgu¬lamak zordur. Türkiye hükümetinin, Çekiç Güç konusunda nasıl sıkıntı çektiğini biliyoruz. Amerika'yı darıltmama dü¬şüncesi, koalisyona, kendi vaadleriyle çelişme riskini bile göze aldırmıştı. Hükümet şimdi de Kıbrıs konusunda yalpa yapıyor. Irak'ı bir çırpıda gözden çıkartmıştık. Yarın belki başka ödemeler de istenecektir bizden...

BM Güvenlik Kon¬seyi belki de Türkiye'ye "KKTC'ye ambargo uygula" diye¬cektir. Ne yapacağız o zaman? elbette uymayacağız. Demek ki, BM'den çıkan her karar "Dünya örgütünün karandır" diye kanun gözüyle görülmüyor. BM'yi sorgulamaya bir uç¬tan başlanmalıdır. O bir uç, Güvenlik Konseyi'nin yapılanış biçimi olabilir. Bir yandan bu sorgulama sürerken, diğer yandan da İslâm'ı, süratle bir dünya gücü haline getirme¬nin yollarını aramalıyız. Şu denebilir ki, İslâm BM'de etkili güç odaklarını dengeleyinceye kadar, BM kararlan hep ihtiyatla karşılanmalıdır.

Özellikle İslâm ülkeleri, birbirle¬rine karşı, BM kaynaklı yaptırımları uygulamamalıdırlar. Kendi aralarındaki meseleleri, İslâmî hakemlik kuruluşla¬rı ile çözümlemelidirler.

Kıbrıs Türkiye'nin gözünü açmalıdır. Denktaş, dünya devlerine karşı destanî bir mücadele vermiştir. O, Ameri¬kan kovboyunun keyfine kurban verilirse, Türkiye, kendi geleceğini kurban vermiş olacaktır. Bundan sonra Ameri¬kan damgası taşıyan her BM karanna boyun eğmek zorun¬da kalacaktır,

İslamsızlık Acıları

İnsan bir filmi seyretmeye başlayınca, genellikle duygu ve düşüncelerinin kontrolü, filmin yönetmeninin eline ge¬çer. Eğer söz konusu olan usta bir yönetmense, kısa sürede seyirciyi yakalar ve filmin akışına sokar. Artık seyirci film¬de rol alanlarla bütünleşmiş, rejisörün iyi rol verdiğini iyi, kötü rol verdiğini de kötü görmeye başlamıştır.

Diyelim bir kavga ortamı... Seyircinin gönlü, iyi rol ve¬rilenin yenmesinden yanadır. O anda kavganın haklılığı haksızlığı pek tartışılmaz. Seyirci âdeta taraf tutar bir psi¬kolojiye sokulur. İyi rolde olanla yumruk atar, kurşun sıkar, öldürür...


Kovboy Filmleri..
Türkiye seyircisi, böyle bir çok kovboy filmi seyretmiş ve filmin başrolündeki kovboyları alkışlamıştır. Bu tür film¬lerde kızılderililer hep kötü rolde, kovboylar veya Amerikan askerleri de iyi roldedir. Hikâye böyle planlanınca, seyirci¬ye kovboylar veya Amerikan askerleri ile bütünleşip, kızılderililerin bire kadar kırılmasını alkışlamaktan başka seçe¬nek kalmaz. Amerikalıların dağdan gelip bağdakini kovduğu, düşünülemez. Amerika'yı işgal eden Batılıların, yerli halkı yokettiği ve orada bir insanlık dramının bulunduğu akla bile gelmez.

Cezayir Filmleri
Türkiye seyircisi, aynı şekilde, Fransız yapımı bir çok Cezayir filmi seyretmiştir. Bu filmler de genellikle, "Ayakla¬nan Cezayir halkına karşı Fransız askerlerinin kahraman¬lıkları" teması üzerine kurulmuştur. Fransız askerleri var¬dır, bir de isyancılar. Fransız komutan idealize edilmiş bir tiptir. Seyirci kısa sürede onunla bütünleşir ve bu komuta¬nın "isyancı" Cezayirlileri kuş gibi avlamasını alkışlar. Eğer komutana bir Cezayir şehrindeki "millî direniş"i çö¬kertme görevi verilmişse, hikâyenin tüm gerilimi bu amaca göre kurulmuş demektir. O zaman seyirciye, o şehirdeki millî direnişin çökertilmesini alkışlamak düşer. Burada da müslüman Cezayirlinin vatan savunması yaptığı Fransız'ın ise işgal kuvveti olduğu kimsenin aklına gelmez.

Bunlar, insan zihninin, önüne sürülen bütün bir senar¬yo karşısındaki yanılgısını gösteren örnekler. Şu anda Orta¬doğu İslâm ülkeleri böyle bir senaryo ile karşı karşıya. Hi¬kâyesini kendisinin yazmadığı, kendisinin senaryolaştırmadığı, kendisinin yönetmediği bir filmi seyrediyor, hatta oynuyor. Sonuçta öyle dramatik olaylar gerçekleşiyor ki gül¬mek mi gerekir ağlamak mı belli değil. Kimi alkışlamışız, kimin ezilmesine göz yummuşuz, karambolde biz hangi ro¬lü üstlenmişiz ve filmin sonunda elde ne kalmış... Damak¬larımızda acılık... Yüreklerimizde burukluk, eziklik. Ve harab bir dünya İslâm dünyası...

Kriz-Savaş Görüntüleri
Irak'ın Kuveyt'i işgaliyle başlayan ve savaşa dönüşen Körfez Krizinin seyrine şöyle bir bir bakalım:


Saddam
Ortada bir Saddam var. Bu adam, İran devrimini çö¬kertmek amacıyla sekiz yıl boyunca Batılıların kullandığı bir savaş atı. Sekiz yıl boyunca Sovyetlerin ve Batılıların, dişine kadar silahlandırdığı bir adam. Bir İslâm ülkesine karşı kıyıcı bir savaşa soyunmuş kendi ülkesinden ve İran'¬dan yüzbinlerce insanın canına kıyılmış. Milyarlarca do¬larlık İslâm serveti silah bedeli olarak Batı'ya akmış. So¬nunda ne olmuş: Hiç. Sekiz yıllık boğuşmanın bir hiç oldu¬ğu, Körfez krizinden sonra savaş halinin bitirilivermesin-den anlaşılıyor. Sonra Kuveyt'i işgal ediyor bu adam. Ku¬veyt neresi? Bir başka İslâm ülkesi. Hem bu Kuveyt, İran'a karşı savaşta araplık gayretiyle Irak'a para akıtmış bir ül¬ke. İşte Saddam bu ülkeyi işgal ediyor. Neden? Aslında iş¬gal sebebi Irak'ın çıkarı. Ancak, tepkiler gelmeye başlayın¬ca işin içine Filistin giriveriyor. Saddam aniden Filistin dâ¬vasının bayraktarı haline geliyor. Böylece Filistin, başlıbaşına bir dâva olmaktan çıkıp bir şantaj unsuruna dönüşü¬yor. Demek ki, Makyavelist bir Arap lideri, başı sıkışınca, Batı'ya karşı Filistin kozunu devreye sokacak? Böylesine ucuz bir dâva mı Filistin dâvası? Aynı Saddam'ın İslâm mücahidi görüntülerine girmesine ne demeli? Hayatında İslâm'ın zerresi olmayan, düne kadar müslümanlara nefes aldırtmayan Saddam, TV kameralarına namazlı, dualı gö¬rüntüler sunuyor. İslâm böylesine bir istismar aracı mı? Bu muazzez dâva, böylesine Makyavelist adamların aleti hali¬ne nasıl getirilir?

Suudi Arabistan-Kuveyt:
Ortada Suudi Arabistan var, Kuveyt var. Sıkışıverince Amerika'ya başvuran iki ülke. Madem kendi ülkenizi savunmaktan acizdiniz, neden devlet oldunuz? İslâm yurtları¬na yüzbinlerce Batı askerini çağırmak için mi Osmanlı'yı arkadan hançerlediniz? İslâm hilâfetinin çökertilmesinde Batı'ya destek verdiniz? Neden? Ya ülkenize saldıran İrak değil de İsrail olsaydı? O zaman da Amerika'yı çağırabile¬cek miydiniz? Çağırsanız gelecek miydi? İsrail Kudüs'ü vur¬du da neden Batı suskun duruyor? Ortadoğu'daki bir krizi çözmek, Irak ile zor da Amerika ile kolay mı? Irak, Kuveyt'i işgal etmek ister de, Amerika ve Batı'nın istekleri çok ma¬sumdur. Zaten gereğinden fazla olan Batı nüfusunu neden daha da katmerli hale getirdiniz bölgede? Bu politikanın neresinde İslâmî bir kaygı var? İslâmî kaygılardan uzak bu politikanın, kendi ülkenize de hatta kendinize de izzet ge¬tirmeyeceğini neden görmezsiniz?

Saddam destekçileri:
Ortada bazı İslâm toplumları var. Saddam'ın arkasında yer almışlar. Kimi Amerika'ya kızgınlığından, kimi Filistin konusundaki duyarlılığından, kimi İsrail'e öfkesinden... Saddam'ı destekleyenlerin hiçbiri, olan biteni köklü bir bi¬çimde değerlendiriyor değil. İslâm toplumlarının yüreğinde bir yiğit yatıyor. Gelsin, bu makûs talihi yensin. İslâm'ı aya¬ğa kaldırsın. Batı ve İsrail karşısındaki ezikliğini sona erdirsin. Sesi yüksek çıkan her liderin şahsında bu yiğidin rü¬yasını gördü İslâm dünyası. Nâsır'ın, Kaddafi'nin, şimdi de Saddam'ın... Ama rüyalar gerçek olmadı. Nasır da, Kaddafi de, kof çıktı. Saddam da bir rüya atmosferinde, aslan yeleli bir yiğit gibi görünüyor. Tüm mazisi unutulmuş İsrail'i vu¬racak, Filistin'i kurtaracak. Batı'ya ağzının payını verecek¬ti... Ne yazık ki, onun da bir rüya olduğu çabuk anlaşıldı. Saddam'ın kişiliğinden o yiğit çıkmayacak. Mazisi böylesi¬ne şaibeli, kişiliği böylesine yaralı bir adam değildi; o yiğit çünkü.

Amerika ile kenetlenenler:
Ortada, Amerikan-Batı politikasıyla kenetlenmiş kimi İslâm ülkeleri var. Türkiye de bu ülkeler arasında. Bunlar da, senaryosu başkaları tarafından yazılmış bir oyunda rol kapmayı temel hedef edinmişler. Rejisörün gözüne bir kere girerlerse, bundan sonra âbâd olacaklarına kesin inanıyor¬lar. Oyunu yöneten Amerika ve Batı bloku, filmi, Saddam'ın ezilmesi gerilimi üzerine kurmuş. Şimdi bütün seyircilerin beklentisi, filmin kahramanının sonuçta kötü adamı ezme¬si, yoketmesi... Türkiye de başrol oyuncusuna malzeme ta¬şımakla meşgul. Ezilenin bir İslâm ülkesi olması, yapılan operasyonun sonuçta İsrail'in bölgedeki varlığını pekiştir¬mesi, Filistin dramının en acılı şekilde sürmesi... Bütün bunlar, genel senaryo içinde yer almadığı için ihmal edilen konular... Bu harekâtın bölgedeki bir Batı operasyonunun ilk müdahalesi olduğu, böyle bir müdahalede Türkiye'nin gerekli ağırlığı bulabilecek bir birikime sahip olup olmadığı da ciddi bir biçimde değerlendirilmiştir denemez. Param¬parça bir İslâm dünyası üzerinde yeniden düzenleme ope¬rasyonuna girişmiş bir Batı bloku ve onların yanında Tür¬kiye... Bu imaj düzgün bir imaj mıdır? Saddam ne kadar kö¬tü adam olursa olsun, onun ve ülkesinin bir pire gibi ezilme¬sinin, Türkiye'deki müslüman halkın gönlünde de, genelde tüm İslâm dünyasında da bir yara açtığı vakıadır. Böyle bir tabloda Türkiye'nin savaşa malzeme taşıması ve Batı ittifa¬kı içinde yer alması giran geliyor. En azından "Bu rol ol¬mamalıydı Türkiye'nin rolü" diyor tüm İslâm dünyası... Ya da şöyle soruyor: "Türkiye, Batı ortak cephesinden ne zaman çıkıp da kendi dünyasına dönecek?"

Filmin yönetmeni
Bu filmin yönetmeni, Amerika ve İngiltere! Herşey ge¬nelde Batının hedeflerine göre dizayn edilmiş durumda.

Roller ona göre belirlenmiş. Bu senaryodan İslâm'ın hayrı¬na bir şey çıkması mümkün değil. İslâm'ın hayrına bir şey çıkmayacaksa, bölge ülkelerinin hayrına da bir şey beklene¬mez. Amerika, bölgeyi Batı hesabına kontrol etmek istiyor: Bölgenin müstakil bir İslâm gücü oluşturmasını önlemek istiyor. Bunun için bölgedeki her toparlanışta bir unsur ola¬rak yer almak istiyor. İsrail, Amerika'nın bölgedeki tabiî or¬tağı. Amerika onu koruyor, o da Amerika'ya güvenli bir üs görev; ;fa ediyor. Ancak bu yetmiyor Amerika'ya... Çünkü bölgeyi İsrail ile kontrol etmesi mümkün değil. Üstelik sa¬dece İsrail'e dayanmak, görüntü açısından da iyi değil. Onun için, bölgenin İslâm ülkeleri ile bütünleşmesi gereki¬yor. İşte şu operasyon bunu sağlıyor. Amerika, İsrail ve ki¬mi İslâm ülkeleri aynı potaya girdi bu operasyon içinde... Ne garip ki, savaş boyunca Türkiye, Suudi Arabistan ve Ku¬veyt, Irak'ın İsrail'i vurmaması için dua etti... Garip bir du¬rum ama gerçek bu. Savaş sonrasında da İslâm ülkelerinin paramparça görüntüsü sürerken, Amerika-İsrail ve bazı İs¬lâm ülkelerinin kenetlenmesi gibi bir çelişki gündeme gire¬cek. Böyle bir sonucun İslâm'ın hayrına, genelde de müslümanların hayrına olduğu düşünülebilir mi?


Neden bu haldeyiz?


İslâm dünyası garip çelişkiler yaşıyor. Krizden savaşa uzanan süreç bu çelişkilerin bir görüntüsü. Hem de çelişki­leri derinleştiren bir görüntü. Neden bu haldeyiz? Bu soru­nun cevabını bulmak ve yeniden toparlanmak zorundayız. Savaş atmosferinde kaybolmak, savaş senaryosuna göre dostluklar düşmanlıklar geliştirmek bize, müslümanlara ve İslâm dünyasına bir şey kazandırmayacak. Çünkü bu sava­şın senaryosunu biz yazmadık, yönetmeni biz değiliz. Rolle­ri biz belirlemedik. İp nerede koptu, nerede düğümlenir ko­nusunu yeniden değerlendirmeye mecburuz.


 


Bize göre bütün İslâm dünyası, bir İslâmsızlık kıskacı içindedir ve çektiği acılar da bunun sonucudur.


 


Şahsi hayatlarımızda İslâmsızlık vardır. Ölçülerimiz karışmıştır. Kimi zaman Hristiyan, kimi zaman kapitalist, kimi zaman sosyalist, pragmatist, makyavelist, hedonistiz. Kimi zaman da müslüman... Oysa İslâm kişiliği bu değil? Böyle bir kişilikten, bir müslüman tutarlılığı beklemek de güç. Böyle bir kişiliğin her an sapmalar içinde bulunması da tabiî.


 


Toplumlarımızda İslâmsızlık vardır. Zaten kişisel ha­yattaki İslâmsızlıktan, toplum hayalında İslâm'a varılması mümkün değil. Kişisel ilişkiler İslâmsız ise, toplum geneli de İslâmî yönden yaralı olacaktır ve bugün tüm İslâm top­lumları böyle yaralı bir görüntü içindedir.


 


Yönetimlerde İslâmsızlık vardır. Nasılsak öyle yönetili­yoruz çünkü. İslâm ülkelerinde sistemlerde İslâm yok. Yö­neticilerde İslâm yaralı. Yöneticileri bağlayan ilkeler İslâm değil. Dolayısıyla aşağıdan yukarıya İslâmî bir akış yok, yu­karıdan aşağıya bir İslâmî yönlendirme mevcut değil.


 


Eğer yönetimler İslâmî değilse, ülkeler arası ilişkilerin de İslâmî olması mümkün değildir. Ve bugün, İslâm ülkele­ri arasındaki ilişkilerin seyrini İslâm belirlemiyor. O yüz­den müslümanlar, bir ümmet bütünlüğünden yoksun. Sı­nırlar ve millî yönetimler müslümanları yalnız bölmekle kalmamış birbirlerine karşı kıyıcı politikaların içine de dü­şürmüş zaman zaman.


 


Böyle İslâmsız bir görüntünün bedelini ödüyor İslâm dünyası... Esir olanlar o yüzden esaret altında, açlıktan ölenler onun için ölüyor, geri kalanlar onun için geri, birbir­leriyle boğuşanlar onun için boğaz boğaza... Düşmanları dost edinenler, bu yüzden saflarını kaybetmişler... Batılılaş­mak isteyenlerin kimlik krizi bu yüzden... Bu yüzden yönetimlerle halkların arası kopuk. Bu yüzden Afrika'da açlıktan ölen müslümanlar varken, Kuveyt Emiri altından klo­zetlerde ihtiyaç gideriyor...


 


Bu İslâmsız görüntü, İslâmın ayağa kalkmasını isteme­yen güçlerce besleniyor, geliştiriliyor. Şu savaş da böyle bir operasyondan ibaret... İslâm'ı bulursak, herşeyi yeniden bulacağız. O zaman ne Saddam'ın peşinden giden olacak, ne de Amerika'nın... O zaman müslüman, kendi kişiliğinde bü­yümenin iksirini bulacak.


 


Şimdi yeniden İslâmsız alanları İslâmla donatmaktan işe başlamalıyız.


 





KİTABIN SONU