Abdurrahman Dilipak

Abdurrahman Dilipak

Yarın endişesi

Bakıyorum da, insanlar bir “yarın” endişesine kapılmışlar. Herkes aynı şeyi soruyor: Yarın ne olacak? Geleceğe ilişkin daha çok korku ve endişe söz konusu. Oysa Müslümanların böyle bir endişesi olmaması gerek. Yarını merak etmeleri, kendi sorumlulukları ya da aklın muktezası olarak düşünmesi, yapması gereken tedbirlerle ilgilidir. Yoksa olacak olan olur. Sonuçta kimse ecelinden önce ya da sonra ölmeyecek. Rızkından az ya da çok yemeyecek, kaderinden başka bir kaderi de yok. Hayır ya da şer, o her ne ise, o şey Allah’ın iradesi içindedir. Kurtuluş, çare, çözüm O’nun rızasına yönelmekle mümkündür. Ama ecelini CoVID, rızkını bordrosu, kaderini amirlerinin sicilinden ibaret görenlere, ya da geleceklerini liderleri, örgütleri, önderleri ile açıklamaya çalışanlara bazı şeyleri anlatmak kolay değil.

Sonuçta her topluluk layık olduğu gibi idare olunacak ve biz kendi hakkımızdaki hükmü değiştirmeden Allah bizim hakkımızdaki hükmünü değiştirmeyecektir. Kurtuluşa erenler Allah’ın ipine tutunanlar, O’nun boyası ile boyananlar, O’nun rızasının tecellisinin vesilesi olanlar olacaktır. Onlar mahzun da olmayacaklardır.

Allah (cc) bizi mallarımız, canlarımız, sevdiklerimizle kimi zaman artırarak, kimi zaman eksilterek imtihan edecektir. İman edenler, ameli salih olanlar, hakkı ve hayrı tavsiye edenler, sabredenler ve sabrı tavsiye edenler müstesna herkes hüsrandadır.

Değil mi ki, bize hayır gibi gelen şeylerde Allah şer, şer gibi gelen şeylerde Allah hayır murat etmiş olabilir. O zaman ne kaldı geriye. Bugün tartışıp durduğumuz şeyler hakkında öbür dünyada hakikat bize açıklandığında mahcup olmayacağımızın bir garantisi var mı?

Bir de, tamam, her şey çok kötü gidiyor! Gelen günler geçen günleri aratıyor. Tamam, da karanlığın en koyu anı aydınlığa en yakın olduğu zaman değil mi? “Kemal, aynı zamanda zeval vaktidir”.

“İman ettik” dediğimiz birçok konuda, dünya hayatı içinde yaşadığımız olaylar konusunda, maalesef imani bir duruş sergileyemiyoruz. Oysa bilmemiz gerekmez mi ki, “iman ettik demekle yakamız hemen bırakılıvermeyecek”.

Hani, biz dua ediyorduk, “Rabbim beni bana bırakma, beni nefsimle baş başa bırakma” diye. Hani dünya “oyun ve eğlence” yeri değildi. Hani nefsimize hoş gelen, heva ve hevesler peşinde koşmayacak, müstekbirlerden, mütrefinlerden olmayacaktık. Hani istişare ve şura ile hükmedecek, işi ehline verecek, adaletten, ehliyetten, liyakatten vazgeçmeyecektik. Hani kul hakkına el atmayacaktık.

Bir türlü “Biz zalimlerden olduk” diyemiyoruz. “İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helak eder misin Allah’ım” diye düşünemiyoruz sanki gereğince.

Hani sözü dinleyecek, doğrusuna sahip çıkacak, yanlışına karşı çıkacaktık. İşe bakıp doğrusuna destek verip, yanlışını engelleyecektik. “Emri bil maruf, nehyi anil münker” yapacaktık. “Adil şahidler” olacaktık, din ve devlet büyüklerini İlah ve Rab edinmeyecektik! “Raina” demeyecek, “Unzurna” diyecektik.

Kafirler, münafıklar, fasıklar, zalimler, cahiller, ahlaksızlardan uzak duracaktık. Bunlara benzemeyecek, onları “veli” edinmeyecektik. Ne oldu bize!

Biliyorsunuz Allah, cahil ve zalim bir topluluğa yardım etmez. Onların işlerini sarp dağlara sardırır ve onların üstüne pislik yağdırır.

Haksızlıklar karşısında susanlar dilsiz şeytanlardır, biliyorsunuz. Peki, Hakk’ın ve halkın gören gözü, işiten kulağı, tutan eli ve haykıran sesi olma konusunda üzerimize düşen görevi ne ölçüde yapıyoruz. Ve yine biliyorsunuz eğer zalimlere yardım edersek, onları yakan ateş bize de dokunur ve Allah gün gelir, o zalimleri bizim de başımıza musallat eder.

Sonuçta sırat-ı müstakim üzerinde isek, korku yok. Mahzun da olmayacağız. Allah’ın yardımı bizimle ise ne gam. O zaman Allah bize yardım edecek ve bizim ellerimize zalimleri cezalandıracak ve mazlumlara yardım edecek. Yani biz Allah’ın rızasının tecellisinin vesilesi olacağız. Bizi gören, duyan, bilen hüküm sahibi, kadir-i mutlak / mutlak iktidar sahibi, “ol” deyince olduran, “öl” deyince öldüren, kadere, rızka ve ecele hükmeden bir Allah var!

Bize üzerimize düşen, yaratılış gayemize uygun bir hayat yaşarsak, sorun yok. Asıl mesele bu. “İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden helak olanlardan” olmak istemiyorsak, yaşadığımız zamana, mekâna ve vahye şahitliğimizi gözden geçirmemiz gerekiyor. “Ey iman edenler iman ediniz” diyen ayetin manası üzerinde biraz düşünmemiz gerek. Bu dünyada yaptığımız ve yapmamız gerekirken yapmadığımız her şeyin hesabının sorulacağı bir gün var. O gün, bu anlamda yapıp yapmadıklarımız, söyleyip söylemediklerimiz hesabı ile ya kendi sırtımızda kendi cennetimize tuğla taşıyor olacağız, ya da kendi cehennemimize sırtımızda odun taşıyacağız. O gün geldiğinde ya “gir cennetime” denecek ya da “gir şimdi hesaba katmadığın cehenneme” denilecek. O gün cennetle müjdelenenlerin yüzleri ağarırken, birilerinin de yüzleri kararacak. Onlar dünyada iken birileri şen kahkahalar atarken birileri ağlıyordu. O gün mazlumlara zulmedenlere zebaniler “Zalimler için yaşasın cehennem” diyecekler. Kim ki misgal ve zerre kadar bir iyilik, o miktarda kötülük etmişse o gün onların yaptıklarının karşılığı kendilerine eksiksiz ve hatta cennetle müjdelenenlere cömert ikramlarla yaptıklarının karşılığı kendilerine verilecektir.

Bugün Teşrik Tekbiri’ne başlıyoruz. Arefe günü sabah namazından itibaren bayramın dördüncü gününün ikindi namazına kadar, “Allahu ekber Allahu ekber, Lâ ilâhe illallahu vallahu ekber. Allahu ekber ve lillahi’l-hamd” diye tekbir getiriyoruz inşallah. Evet, Allah büyüktür. Allah’tan başka İlah yoktur ve Hamd O’na mahsustur. Yani şikâyet yok.

Sonuçta, şairin dediği gibi: “Ey düşmanım sen benim ifadem ve hızımsın, gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın”. Yeter ki, biz O’nun rızasının tecellisinin vesilesi olalım. Selam ve dua ile.

Bu yazı toplam 655 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar