Yeni Türkiye’den Eski Zulmet Manzaraları

Yeni Türkiye’den Eski Zulmet Manzaraları

Milli Gazete Yazarı İbrahim Münir Furkan vakfı olaylarını yazdı

Doksanlı yılların sonlarında bu milletin inançlı evlatlarına edilen büyük zulümlerin etkisiyle iktidar oldular. Devletin ceberrut suretinden bunalan insanımız tarafından, dindar görünümleri ve Millî Görüş geçmişleri sayesinde iş başına getirildiler. Fakat yirmi yılın sonunda devletin acımasız yüzünü değil, kendilerini değiştirdiler. Daha en başında siyasi varlıklarını borçlu oldukları Millî Görüş’ün pek çok değerine ihanet ettiklerini bildiğimiz için, geldikleri hâl elbette bizim için şaşırtıcı olmadı.

Hepinizin bildiği gibi yazılı ve görsel medyanın çok büyük bir kısmına bizzat hükmediyorlar. Hoşlarına gitmeyen bir şey gördüklerinde, televizyon ya da gazetelerin yöneticilerini çocuk gibi azarlıyorlar. Nispeten daha serbest sanılan sosyal medya ortamında da binlerce maaşlı trol istihdam ediyorlar. Parmakları kimi ya da hangi grubu hedef gösteriyorsa, topyekûn bir linç kampanyasıyla o grubu ya da kişiyi yok etmeye çalışıyorlar. Yirmi yıldır da işte bu devasa medya ordularıyla türlü yalan ve algı operasyonlarını piyasaya sürerek iktidarlarını tahkim edip koruyorlar.

En sık başvurdukları algı operasyonlarının başında ise Eski Türkiye-Yeni Türkiye metaforları geliyor. Eski Türkiye’de var olan özellikle dindar insanların sorunlarını sözüm ona çözdüklerini söylüyorlar. Okullardaki başörtüsü yasağını kaldırdıklarını, başörtülü kadınların asker ya da polis bile olabildiklerini, memleketin her köşesini imam hatip okullarıyla doldurduklarını anlatıyorlar.

***

Pazar günü Adana’da Furkan Vakfı’nın basın açıklaması sırasında işte o başörtülü kadın polislerin nasıl da hoyratlaşabildiklerine şahit olduk. Polislerin copu altında feryat eden, âdeta öldüresiye dövülen insanlar, tıpkı doksanlı yıllarda olduğu gibi dindar insanlardı. Çarşaflı kadınlar yerlerde sürüklendi, sakallı erkeklerin başları yarıldı. Kameralar önünde böylesine vahşice muameleye tabi tutulan insanların, nezarethanenin kapalı kapıları ardında yaşadıklarını varın siz düşünün.

Yirmi yılın sonunda Adana’da bir kez daha ortaya çıkan tablonun hepimize hatırlattığı gerçek şu ki; bu beylerin iddia ettiği gibi ne rejim değişti, ne de devletin gaddarlığı değişti. Değişen, sistemin ya da rejimin mahiyeti değil, sadece gücü elinde tutan aktörlerin isimleri ve görüntüleri oldu.

Eski Türkiye’de de insan hakları pervasızca çiğneniyordu, Yeni Türkiye’de de insan hakları pervasızca çiğneniyor. Üstelik Eski Türkiye’de iletişim imkânları da bu kadar yaygın değildi. Bir yerde meydana gelen zulümden haberdar olabilmemiz için ya bir televizyon kamerası ya da bir gazetenin foto muhabirinin orada olması gerekiyordu. Bugünse sokaktaki herhangi bir hak ihlali o anda ülke gündemine girebiliyor. Buna rağmen zalimlerin fütursuzluğu ise aynen devam ediyor.

Anlayacağınız, eğer Yeni Türkiye’nin iktidar bileşenlerinden biri değilseniz, ne örtündüğünüz örtü, ne de bıraktığınız sakal sizi kurtaramıyor. Eğer mensup olduğunuz parti, dernek ya da cemaat, anonim şirket yönetimine itiraz ediyorsa, sokak ortasında bile en vahşi zulümlere uğramanız kaçınılmaz oluyor.

Herkes bilsin ki, bizler de Millî Görüşlüler olarak, “Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır” ilâhi buyruğuna iman ediyoruz. Dünün seküler zalimleriyle meşru siyaset zemininde neden mücadele ettiysek, bugünün sözde dindar görünümlü zalimleriyle de aynı nedenle mücadele ediyoruz. Dün işlenen zulümlerin nasıl tam karşısında olduysak, bugün işlenen zulümlerin de tam karşısında olmaya devam edeceğiz.

Tâ ki, şu yakıcı zulümlere son verip Yaşanabilir Türkiyemize kavuşana dek, yılmadan, usanmadan bu kutlu yürüyüşümüzü sürdüreceğiz.