"Zalim Gerçeklikler Zalim Akılcılıklar"
Üstad Atasoy Müftüoğlu’nun Yeni Şafak Gazetesi’nde yayımlanan 5 Mart tarihli yazısını iktibas ediyoruz:
Zalim gerçeklikler zalim akılcılıklar
Her türlü meydan okumaya cevap vermesi gereken bir toplumun, her şeyden önce ahlâken yenilenmesi, ahlâken inandırıcı bir noktaya gelmesi, hayati önemi olan bir konudur. Bugün, ne yazık ki, ahlâken bütün tavizlere kapalı ve uzak Müslümanlardan söz edemiyoruz. Ahlâken inandırıcı olmayan bir toplum, anlam ve amacın sıfır noktasına doğru sürüklenen genç kuşaklara hiç bir şey kazandıramaz. Sömürgeci düşünsel/kültürel/entelektüel/akademik dilin, referansların kesinlikleriyle düşünmek, üretmek; bu sınırların belirlediği sınırlar-kurallar içinde var olmaya, Müslüman olmaya çalışmak; sömürgecilerin Müslümanlar hakkında imal ettikleri yargılayıcı kesinliklere maruz kalmak; bu kesinliklerle hesaplaşmayı düşünmemek; bu konular etrafında nasırlaşmış bir kayıtsızlığı sürdürmek; insanları düşünmeyen/üretmeyen/merak etmeyen/hayret etmeyen/tahkik etmeyen/tepki göstermeyen atıl kadavralara dönüştüren zalim bir gelenekçilik, görenekçilik ve muhafazakârlıkla ilgilidir. İslam dünyası toplumları, bugün, gerçeklikten bütünüyle kopuk hayallerle, rüzgarın önünde sürüklenen yapraklar gibi, bir o yana bir bu yana savruldukları için, yapısal-kronik sorunların ağırlığını, zihinsel ve ruhsal bir yoğunluk içerisinde hissetmiyor.
‘BEKLE VE GÖR’ PSİKOLOJİSİNDE YAŞIYORUZ
Toplumlarımız, hakikat bilincini kaybetmemiş olsalardı, kapitalist/seküler/neobileral/demokratik dünya görüşünün, hayat tarzının kesinlikleriyle ilgili olarak, İslami/insani/ahlaki bir mücadele-kavga yürütüyor olacaktı. Ancak bugün bu bağlamda hiç bir mücadele, hiç bir sistematik mücadele yürütülmüyor. İslami düşünce/kültür/edebiyat/ilahiyat/siyaset çevreleri, İslami özgürlük algısının/alanının, kapitalist, seküler, neoliberal ve demokratik dünya görüşünün özgürlük algısı ve yaklaşımı tarafından tanımlanıyor, kısıtlanıyor, sınırlandırılıyor ve baskılandırılıyor oluşunu hiç bir şekilde hayati bir sorun olarak görmüyor. Mağlupların zihin-bilinç dünyalarını etkileyerek onların kişiliklerini/karakterlerini dönüştüren sömürgeci stratejilerle ilgili olarak İslami anlamda eleştirel sorumluluklar almaktan imtina ediyoruz. İnsanlığa kötü davranan, insanlığı savunmasız bırakan, toplumları/halkları yersiz yurtsuzlaştıran, mülksüzleştiren sömürgeci stratejiler karşısında toplumlarımız bir “bekle ve gör” yaklaşımı içerisinde bulunuyor. Mağduriyet ideolojisine boyun eğen İslam dünyası toplumları, her durumda tahakküm üreten yapıların ötekileştirici bakışlarına maruz kalmaya devam ediyor.
Günümüz dünyası, umursamaz duyarsızlıkların hakim olduğu muğlak bir dünyadır. Bu muğlaklık, ırkçılık, ikiyüzlülük, materyalizm ve çıkarcılıkla malul bulunan modern uygarlığın yapısal niteliğinden kaynaklanıyor. Bu muğlaklık sebebiyle ölümcül pragmatizmler, ölümcül popülizmler sorgulama konusu yapılamıyor. Maddi araçların dünyası, aklı da sıradan bir araca dönüştürüyor. Sıradan bir araca dönüşen akıl, fütursuzca dehşet üretebiliyor. Araca dönüşen akıl, gerçeğin/iyinin/doğrunun hizmetinde olamayacağı için, araçsal çıkarlara hizmet ediyor. Siyasal kültürün kolonyalist dünya görüşü tarafından belirleniyor oluşu, kimseyi rahatsız etmiyor. Zalim bir akılcılık, Batı-dışı dünyaya, özellikle de İslam dünyasına yönelik olarak her zaman derin ırkçılıkları meşrulaştırabiliyor. Modern kavramlarla modern gerçeklik arasında hiç bir yakınlık olmadığını herkes görüyor, anlıyor.
TEKNO-KAPİTALİZMİN HÜKÜMRANLIĞI
Bugünün gerçekliğini, büyük ölçüde, tekno-kapitalizmin adalet ve hakkaniyetten yoksun hükümranlığı belirliyor. Bilgi ve enformasyon, bu hükümranlığın mantığı, referansları ve çıkarları doğrultusunda üretiliyor, dağıtılıyor, kurumsallaştırılıyor. Bu hükümranlığın ürettiği enformasyon yoğunluğu, anlam/değer/ahlak kırıntılarına bile hayat hakkı tanımıyor.
İslam dünyası toplumlarının, modern-seküler Batı dünyası ile yaşanan derin karşıtlıkların temelinde ontolojik sorunlar olduğunu bilmeleri, anlamaları ve tercihlerini bu doğrultuda yapmaları gerekiyor. İslam’ın ontolojik özgürlüğünü, meşruiyetini, otoritesini gerçekleştirmeksizin, hiç bir özgürlükten söz edilemeyeceğini bilmek ve anlamak gerekiyor.
İslam ve Müslüman sözcüklerinin bile güçsüzleştirilerek, yoksullaştırılarak, etkisizleştirilerek şüpheli hale getirilebildiği, İslam ve Müslümanların aşağı bir kültüre indirgenebildiği bir dönemde, Müslüman halkların da mezhepçilikler ve milliyetçilik yoluyla bu yoksullaştırma, güçsüzleştirme süreçlerine katkıda bulunuyor olmaları, hiç bir şekilde mazur görülemez. Hamaset ve popülizm yoluyla bu durum aşılamaz. Bağımsız bir dil, bilgi, düşünce üreterek, aziz İslam’ı, özgün bir varolma, düşünme ve yaşama biçimi olarak inandırıcı bir seçeneğe dönüştürünceye kadar şüpheli muamelesi görmeye devam edeceğiz. İnandırıcı bir seçenek için, İslam dünyası toplumlarının düşünsel/kültürel/siyasal bir haritasını çıkarmak, bugünün ve geleceğin meydan okumalarına ilişkin yeni stratejiler geliştirmek durumundayız.
DÜŞÜNSEL İKLİMİN SEFALETİ
Kapitalist, seküler, liberal dünya görüşü ve hayat tarzı karşısında aldığımız ağır/derin mağlubiyet, bu dünya görüşü ve hayat tarzı karşısında sergilediğimiz sınırsız teslimiyetin İslami anlamda tartışma, sorgulama konusu yapılmaması, sahte mutlaklarla gönüllü işbirliğini sürdürmeye devam etmek, İslami algının ve bilincin tükenişine işaret ettiği gibi, bir bilinç uçurumunun içerisinde yaşamakta bulunduğumuza da işaret eder. Sınırsız teslimiyete razı olduğu, ikna edildiği halde, bu durumun İslami anlamda bir sorun teşkil edebileceğini düşünmeyen, düşünmek istemeyen İslami kesimler, bugün büyük ölçüde hamaset ve popülizmde teselli arıyor. Sahte mutlakların İslami aklı, bilinci, zihni ve düşünceyi mağlup etmesi karşısında, düşünce/kültür/edebiyat/ilahiyat çevrelerimizin sessizliğini, duygusuzluğunu ve kayıtsızlığını koruyor olması, düşünsel iklimin sefaleti ile yakından ilgilidir.
İslam dünyası ulus-devletlerinin milliyetçi ve mezhepçi tercihler üzerinde yoğunlaştıkları bir dönemde, kültürel birliğin bir kez daha çöküşüne tanıklık ettiğimiz bir dönemde, İslami bir gelecekten söz etmenin, kuşkusuz, propaganda yalanı olmaktan öte bir anlamı olamaz. Maruz kaldığımız umutsuz bağımlılıklar sebebiyle, bugün İslam’ın geleceği konusunda zihinsel-entelektüel-felsefi bilinç bağlamında yaprak bile kımıldamıyor. Dünyanın kapitalizm tarafından fethedildiği bir dönemde, gerçek meydan okumaların nedenleri üzerinde kapsamlı çalışmalar yapabilmeliyiz.
AHLÂKEN YENİLENMELİYİZ
Her türlü meydan okumaya cevap vermesi gereken bir toplumun, her şeyden önce ahlâken yenilenmesi, ahlâken inandıcı bir noktaya gelmesi, hayati önemi olan bir konudur. Bugün, ne yazık ki, ahlâken bütün tavizlere kapalı ve uzak Müslümanlardan söz edemiyoruz. Ahlâken inandırıcı olmayan bir toplum, anlam ve amacın sıfır noktasına doğru sürüklenen genç kuşaklara hiç bir şey kazandıramaz. Modern seküler kültürün ve liberal küreselleşmenin “her şey mübah” yaklaşımını meşrulaştırması, bütün toplumlarda boğucu nihilizmlere yol açıyor. Küreselleşmenin militerleşen boyutları, insani-ahlaki-vicdani dünyaların kirlendiğine, kirletildiğine işaret ediyor. Bu kirliliğe, bilgi kirliliğini, dezenformasyonun zihinsel tahribatını da eklemek gerekiyor. Günümüz dünyasında, seküler bilgi imparatorluğu, elektronik medya aracılığıyla genç kuşakların zihin dünyalarını fethetmiştir. Ebeveynlerle çocukları arasında sağlıklı bir iletişim/etkileşim imkanı yok olmak üzeredir.
Hangi toplumda ve kültürde olursa olsun, zamanı anlamlı kılan şeyler hareketlilik ve üretkenliktir. İslam dünyası toplumları olarak, sıradanlıkları aşan çalışmalar yapamadığımız, aldatıcı iyimserliklerle zihnimizi-bilincimizi israf ettiğimiz için, zamanı donduran/durduran zalim bir gelenekçiliği kutsallaştırarak, gelmeyecek olanı beklemeye başladık. Zamanı durduran bu gelenekçilik sebebiyle, bilginin ve kültürün yasalarını belirleyen bugünün filozoflarının insanlığın zihin dünyalarını ele geçiren anlatılarıyla/öğretileriyle ilgili eleştirel çözümlemeler, yeni kavramsallaştırmalar yapma ihtiyacı duymuyoruz. Yeni perspektifler üretimine izin vermeyen bu gelenek sebebiyle, tarihsel değişim/dönüşüm süreçleri, tarihi dönemeçlerdeki dramatik olaylar anlamlandırılamıyor. Bilginin ve kültürün yasalarını belirleyen otoriteler, profesyonelizmi ve uzmanlığı putlaştırdıkları için, bugün İslam toplumlarında düşünce ve kültür hayatı, akademik hayat, bu profesyonelizme tapınıyor. Bu nedenledir ki, profesyoneller ve uzmanlar, İslami dava-mücadele-mücahede-direniş diline, söylemine, ahlakına, tercihine istihfafla yaklaşıyor, yaklaşabiliyor.