Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

'1 Mayıs 1977'de ne olmuştu, sahi?'

Zaman su gibi akıp gidiyor..

'1 Mayıs 1977'nin üzerinden 35 yıl geçmiş..

O '1 Mayıs'  gerçekten de unutulmayacak çapta ve bütün dünyayı şoke eden büyük bir katliâm ve kargaşa ile noktalanmıştı, İstanbul'da..

Şimdi, o kanlı hadisenin 35 yıl gerisinden, değişen dünya şartlarının da etkisiyle, bazıları günah çıkarırcasına, 'itiraf'larda bulunuyorlar, yeni yeni..

O zaman, 'Maocu' komünistlerden olan birileri, 'yahu, işin içinde devlet veya devletin gizli odakları yoktu, biz komünistlerin kendi aramızdaki kavgasının sonucuydu, o kanlı tablo..' demekteler.. Bunlardan birisi de, şimdi prof. olan tarihçi Halil Berktay.. O, bu görüşlerini bu yılki '1 Mayıs' günlerinde ve 1977'nin 35. yıldönümü dolayısiyle Taraf'ta da yazdı, diğer  medya organlarında da geniş konuşulup tartışıldı..

Tabiatiyle, Berktay'ın bu açıklamaları yüzünden eski solcular arasındaki derin tartışmalar yeniden ayyuka çıktı; 'dönek, hain, işbirlikçi' gibi suçlamalar da gırla gitti, gidiyor..

Ama, insan, bu iddia bir gerçeği ifade ediyorsa, bir gerçeğin itiraf olunması için, 35 yıl beklenmesinin mantığını kavramakta da zorlanıyor..

*

Milliyet'ten Hasan Cemal de 1970'lerde ölen Mustafa Kuseyrî isimli bir gencin, arkadaşı ile 'rus ruleti' denilen bir silah oyunu oynarken, kazâen vurulup öldüğünü, ama, bu durumun ört-bas edilip, suçu 'faşist' denilen kesimlerin üzerine attıklarını açıkça itiraf etmekte..

O günleri hatırlıyorum, onbinleri bulan solcu kitleler yürüyüş yapmışlardı, 'Türkiye, faşistlere mezar olacak..'  vs. gibi sloganlarla..

Hasan Cemal, o ölüm konusundaki gerçeğin, o zaman, Doğu Perinçek tarafından da, o zamanlar Perinçek'le birlikte Aydınlık Grubu denilen Mao'cu marksistler arasında bulunan Cengiz Çandar'ca da, kezâ, Prof. Mümtaz Sosyal ve -o zaman, sanırım, Ankara Hukuk'un dekanı da olan- Prof. Uğur Alacaptan'ca da bilindiğini, ama, o cinayeti elbirliğiyle ört-bas ettiklerini yazdı, kitabında..

*

Gerçekte, 1 Mayıs 1977'de olanlar neydi?

Belirteyim ki, o hadiseleri dikkatle takib edenlerden birisiydim.. Çünkü, Millî Gazete'de günlük yazılar yazıyordum.. Ülke, Sağ ve Sol gibi bir kutublaşmaya sürüklenmişti..

Ve komünist gruplar arasında karşılıklı olarak müthiş bir suçlama kampanyası vardı.. Bu , gazetelerindeki yazılara da yansıyordu.. Ama, İstanbul'da yaşayanlar, hele de Karaköy, Kadıköy,  Üsküdar, Beşiktaş iskelelerinden şehir hatları vapurlarına inip binenler veya ve Taksim, Şişli, Nişantaşı gibi semtlerde, yani, fukara kitlelerin değil, dünyadaki gelişmelere paralel olarak ve sırf bir sosyal sükse olarak bir kısım ideolojik takıntılar benimseyen kitlelerin yoğunluklu olarak yaşadığı yerlerde, özellikle de Sovyetçi ve Çinçi marksistler arasında öylesine bir bildiri savaşı sürüyordu ki, dağıtılan el ilanlarından, her marksist grubun, 'Taksim Meydanı'nı 1 Mayıs günü, diğer marksist gruplara mezar edileceği' açıkça yazılıyordu..

Yani, bir marksistler arası ideolojik kapışmanın ayak sesleri geliyordu..

Ve 1 Mayıs sabahından öğle sonrasına kadar, İstanbul'un her tarafından, komünistlerce yönlendirilen bir takım işçi sendikaları ve kuruluşları, işçi hakları adına, yüzbinleri harekete geçirmişlerdi.. Ben Fatih'te, Yavuz Selim durağının orada seyrediyordum, onbinlerden oluşan insan selini..

Sol yumruklar havada, 'Bizi tanrı kurtarmaz, bileğimizin gücü kurtarır..' gibi sloganları bile hem de Fatih gibi bir semtten geçerken haykıran bu kitlelere duygusuzca bakmak mümkün değildi..

Ve amma, akşama kadar hiçbir şey olmadığı anlaşılıyordu, Taksim'de..

Nitekim, radyo-tv.'lerden haberle o yönde veriliyordu.. Ancak, akşam saat 20'00'ye doğru, 'Akşam üstü, kitleler dağılırken, ufak çaplı bir takım karışıklıkların meydana geldiği ve güvenlik güçlerinin durumu kontrol etmeye çalıştığı'  yönünde bir haber verildi, ..

Sonra anlaşıldı ki, akşam artık Taksim Meydanı'ndan kitleler dağılmak üzereyken, bir silah sesi duyuluyor..

Zaten öyle bir saldırı beklentisi içinde olan kitleler kaçışmaya başlayınca.. Özellikle de İstiklal Caddesi'nin Taksim Meydanı'na çıkışında, sağ taraftan aşağıya, sahile doğru inen daracık Kazancılar Yokuşu'nda kaçışanların birbirlerini ezdikleri  ve önceleri 70 kadar denilmişti, ama, sonra 40 kadar insanın öldüğü anlaşıldı.. Ölenlerin çoğu tanınmayacak derecede ezilmiş durumda idi.. Ayrıca bunların kaçı, vurularak öldürülmüştü, bu bile anlaşılamadı..

*

Bu durumu, o zaman  yazmıştım.. Ama, 'Kim okur, kim dinler mihr-i varâkı?..'

Ama, o dönemin marksist liderlerin bazıları,  o 1 Mayıs 1977 Katliâmı'nın, gerçekte, Sovyetçi ve Maocu komünistler arasındaki kapışmadan meydana geldiğini yeni yeni itiraf ediyor..

*

O hadiseleri ve ne kadar büyük olursa olsun, o büyük kitlevî gösterileri yapanlar, müslüman toplumun büyük ekseriyeti karşısında devede kulak mesâbesindeydi..

Ama, müslüman toplum, kendisini 'müslüman' olarak, kendine özgü bir inanç, düşünce ve dünya görüşünün bağlısı olarak ifade etmek hakk ve özgürlüğünden mahrum idi..

Kemalist diktatörlük, böyle isimlendirmelere müsaade edemezdi..

Öteki bütün ideolojik yönelmeler ise, ancak, kemalizme karşı çıkmamak veya kemalizme sahib çıkıyor gözükerek, toplum planında sözsahibi olabilirlerdi..

Bu yüzden, Sağ denilenler de, Sol denilenler de, hep Atatürk ve Atatürkçülük adına; yani, resmî ideoloji'ye ve onun ikonunun adına ve altına sığınarak varolmak iddiasıyla çıkıyorlardı,

toplum planına..

*

Halbuki, Sol'daki güçler, genelde komünist biliyorlardı, kendilerini.. Ama, bunu açıkça söyleyemiyorlardı; kanûnen suç olduğu için.. Halbuki, genelde marksizmden besleniyorlardı.. Ne var ki, kemalist görünmeye de özen gösteriyorlardı.. Böylece, hem kemalist rejimin egemen güç odaklarının hışmını önlemeye çalışıyorlardı, hem de, kendilerine karşı çıkacak olan müslüman halk kesimlerine karşı kemalist diktatörlüğün güçlerini her an yanlarında bulundurmak ihtiyacını hissediyorlardı.. Gerçekte ise, Nâzım Hikmet'in, Hikmet Kıvılcımlı'nın,  Zekeriya Sertel'in (ve bir zamanlar Niyazi Berkes ve Şevket Süreyya'nın) M. Kemal hakkındaki ağır eleştirilerini bilmiyorlar değillerdi.. (Hattâ, Aziz Nesin bile, ömrünün sonuna doğru yeniden kemalizme tutunmaya çalışsa da, o zamanlar M. Kemal'le alay eden bir konumdaydı..)

*

Müslüman bir toplumu, 'İlerici- Gerici' gibi nitelemeler sonuç vermeyince, şimdi de 'Sağ ve Sol' diye bölme taktiği devreye sokuluyordu..

Solun karşısında ise olanlar ise, topluca Sağ ve sağcılar  olarak niteleniyordu ve böylece de halk arasındaki asıl güç olan İslam yok sayılıyor, yanlış yollara kanalize edilmek isteniyor ve çatışan güçler arasında bir yedek parça olarak kullanılmak isteniyordu.. Ayrıca, İslam'ın toplum düzenine nasıl çıkacağı hakkında da, müslümanlar arasında zâten bir görüş birliğinden bahsedilemezdi,.. (Bugün de öyle değil mi?)

Ve bu Sağ denilen tarafta, kimler yoktu ki?

Bir kısım müslümanlar arasında öncü sayılan bir kısım kimseler, anti-komünistler, türkçüler, bir kısım atatürkçüler, laikler, sermayedârlar, işveren sendikaları, sanayiciler, vs.

Ve bütün bunlar, genelde, (27 Mayıs 1960 İhtilali'nin güçlü albayı olarak isim yapan ve 1954'de TSK ardına Amerika'ya gönderilip, orada CIA ve benzeri istihbarat kurumlarında gereken eğitimlerden geçirilen ve de türkçülük- turancılık-pantürkizm ideolojisinin de önde gelen isimlerinden em. Alb. Alpaslan Türkeş'in başını çektiği) 'Ülkücü Hareket' denilen mücadele teşkilatının şemsiyesi altında bulunuyorlardı..

Sol'a duyulan tepkiden dolayı, diğer bütün kesimlerin de kendilerini Sağ olarak bilecekleri hesab ediliyordu..

Toplum sathına 'Müslüman' olarak çıkmak ise, mümkün değildi.. Çünkü, oyunu Sağ ve Sol diye kuranların herbirisi de 'İslam'ın ve İslam inancının devreye müstakil olarak girmemesi'  konusunda hemen hemen aynı hassasiyeti gösteriyorlardı..

İslam, ancak, bu mücadeleye katılan tarafların gerektiğinde kullanabilecekleri bir silah durumunda idi.. Ama, Sol'un marksist yapısının özünde var olan ve güçlü şekilde öngörülen ateist / tanrı tanımazcı mahiyet dolayisiyle, solculara yaklaşan müslümanlar pek olmuyordu.. Yoksa,  toplumdaki adaletsizliklere karşı çıkmak açısından, müslümanlar da, onlardan daha geride değillerdi..

Ama, meramlarını, düşüncelerini müslüman olarak ifade edecek olurlarsa, hemen laik-kemalist baskı kanunları yakalarına yapışıyordu..

Ama, Sol'un, marksizmin ateizminden ve de Sovyet Rusya'cı veya Çin -Mao'cu veya Enver Hocacı -Troçkist  komunist akımlara, büyük müslüman kitlelerin temelden duyduğu soğukluktan dolayı, o kitleler de Sağ olarak düşünülüyordu..

*

Solcu ideolojiler, komünist emperyalist güç odaklarınca yönlendiriliyordu..

Şimdi nicelerince, Maocu-Çinci ya da Rusçu ya da Enver Hocacı veya troçkist komünistler gibi nitelemelerin bir mânâsı olmayabilir.. (Gerçi, İstanbul'daki son 1 Mayıs Gösterileri'nde de, meydanlarda Marx, Engels, Lenin, Stalin, Mao gibi komünist liderlerin resimleri  taşınmadı değil..)

Ama, o zamanlar, dünya komünizminin liderliği üzerine, Çin ile Sovyet Rusya arasında, şiddetli bir ideolojik rekabet sürmekteydi.. Ve Maocu komünistler, Sovyet tehlikesini bertaraf etmek için, Amerikan emperyalizmiyle işbirliği yapmayı gerekli görüyorlardı.. Bu yüzden de, Mao'cu komünistlerin öncüsü durumundaki Perinçek'in yayınlarında verilen bilgilerin çoğunun CIA kaynaklı olduğu iddia ve tahmin edilirdi ve bu iddia herhalde yanlış da değildi.. Çünkü, o yayınlarda MİT aleyhine  ve o zamana kadar alışılmamış şekilde yazılanlara  bile bir itiraz çıkarılamıyordu.

Ekleyelim, o zaman, şimdiki nesillerce  'O da kim?' diye sorulacak bir komünist kutub daha vardı: Enver Hocacı grup..

Enver Hoca, -soyadındaki 'hoca'lığına bakıp da aldanılmamalı-, o zamanlar Arnavutluk'ta 40 yıldır hüküm sürmekte olan komünist rejimin tepesinde bulunan isimdi ve küçücük ülkesini, Moskova ve Pekin mihverinden uzakta, kendine özgü ilginç bir komünist çizgide, bir kapalı kutu halinde tutan diktatör idi.. Ve o da kendi ismi etrafında, üçüncü bir komünist cereyan oluşturmaya  çalışıyor ve  o da kendisine komünistler içinden yandaşlar bulabiliyordu..

Herbirisinin yeller eser şimdi yerinde..

Bu gruplar arasında, öylesine kıyasıya bir mücadele sürüyordu ki, Pekin ve Moskova'dakiler bile herhalde şaşıyorlardı; başta coğrafyalarda, kendilerinin liderlikleri üzerine çevredeki komünist güçler arasında cereyan eden kavgalara..

*

Şimdi bütün bu ideolojik gruplaşmalar yaşanmışken..  Bir takım İslamî söylem ve terimlerle, meydana çıkan bazı arkadaşların, son 40-50 yılının 'sol söylemcileri'yle bu son 1 Mayıs' gösterilerinde dirsek temasından fayda umması, ve dahası, 35-40 yıl öncelerin Sağ denilenlerin  tamamını müslüman kitleler gibi zannedip,  müslümanları da suçlu gibi göstermeye ve 35-40 yıl öncelerdeki yapılanlar için, 'redd-i miras' söylemleri geliştirmesi temelsiz ve sığ söylemlerdir.. 

Üstelik, dünün ve bugünün Sol denilen kesimlerinin, dünyadaki bağımsız sol veya sosyalist çözümler peşinde olanlardan çok farklı olduğunu anlamak isteyenlerin, İstanbul'un; Ankara'nın, İzmir'in ve ülkenin diğer şehirlerinin en kapitalist-laik kesimlerinin, kendilerini hâlâ da Sol olarak nitelemelerindeki çarpıklığı görmemesi büyük yanlışlık olur..

*

 Fransa C. Başkanlığı seçimleri..

6 Mayıs günü Fransa'da cumhurbaşkanlığı seçimi var..

22 Nisan günü yapılan seçimlerde, en yüksek oyu almış olan sosyalist parti adayı François Hollande ile şimdiki C. Başkanı Nikolay Sarkozy, ikinci merhaleye kalmış bulunuyorlardı..

İki hafta önce yapılan seçimlerin en sürpriz sonucu, muhakkak ki, ırkçı söylemleri ile bilinen Marine le Pen'in partisinin yüzde 18 oy almasıydı..

Hollande (ki, Oland diye okunur,) yüzde 28,5,  Sarkozy ise ve yüzde 27 oy almışlardı..

Ancak, 'ırkçı-sağcı' Le Pen, Sarkozy'ye destek vermiyeceklerini, beyaz oy kullanacaklarını açıklıyordu..

Fransa'nın eski c. başkanlarından ve etkili liderlerden Jacques Chirac ise, 'Ben onun kadar yalancı görmedim..' dediği Sarkozy'ye oy vermiyeceğini, Hollande'a destek vereceğini açıkladı..

Bu durumda, Sarkozy ise, toplumu, istikkrar ve ekonomi çöker, AB dağılır gibi korkutmalarla netice almaya çalışıyor..

3 Mayıs akşamı, iki adayın televizyonda yaptıkları tartışmada da, Sarkozy, göçmenlere ve müslümanlara sınırlamalar getireceğini söyleyerek, bu fikirleri güçlü şekilde dile getirmiş olan  Le Pen'in yandaşlarından oy almaya çalıştı..

Hollande ise, Sarkozy'ye insanları dinlerine göre ayırım yapılmasının doğru olmayacağını söyleyerek itiraz ediyordu, Sarko'ya...

Sarkozy'nin Libya bombardımanı'ndan eli boş çıkmış olması, en büyük dezavantajı.. Ayrıca, onun, 5 yıl önce, önceki seçim sırasında Gaddafî'den 50 milyon dolar aldığının belgeleri ortaya çıkması ise, bir ayrı konu..

Bu seçimi Sarkozy'nin kaybetmesi durumunda ise.. Almanya'da Merkel'in de kaybetmesi olarak değerlendirilebilir.. Çünkü, Sarko'yu açıkça destekleyen birisi, Merkel.. Bunun bir bakıma Tayyîb Erdoğan'ın kazancı sayılacağı  ileri sürülebilir..Çünkü, Erdoğan ve Sarkozy'nin yıldızları, Sarko'nun 5 yıllık başkanlığı boyunca barışmamıştır..

Hollande kazanırsa, durum müslümanlar açısından ne kadar değişebilir?

Bu ayrı bir konu.. Ama, en azından Türkiye ile Fransa arasındaki münasebetlerde, Erdoğan ile Sarkozy arasındaki duygu kopması bertaraf edilmiş olacaktır..

 

haksöz

Bu yazı toplam 2084 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar