11 Yıl

11 Yıl

Başörtüsü zulmünü konu edinen bir makale..

11 YIL

11 yıl… Uzun ama sessiz sedasız geçen, yok sayılmak istenen yüreklerde duyulan bir ince sızıyla, eli kolu bağlanmışlıkla geçen bir koca 11 yıl… Başörtüsü yasağı 11 yılını doldurdu, farkında olmasak da… Bir yanda; ziyan olan emeklerine mi, boşa geçen yıllarına mı, hangisine yanacağını bilemeyen, “her şeye rağmen devam mı etsem yoksa eve mi dönsem?” tercihine zorlanmış ve her iki halde de mutsuz bırakılmış, geleceği elinden alınmış mutsuz çoğunluk… Diğer yanda ; “cambaza bak!” oyunlarıyla insanları “irtica, şeriat !” çığırtkanlıklarıyla oyalarken, kendi cebini doldurma ve daha bilmem hangi menfaat peşinde olan mutlu azınlık(!)…
“İrtica” paranoyaları arasında, her başörtülüyü “potansiyel terörist” görenler ve “laik, demokratik cumhuriyetin temellerine bomba koymakla” suçlayanlar, o fikri hür, vicdanı hür, pırıl pırıl gençlerin öğrenim hayatlarını söndürmekle, emeklerini bir anda havaya savurmakla, kollarına kelepçe geçirmek suretiyle bütün dünyaya “adi bir suçlu” gibi göstermekle mutlu oldular mı, o gözyaşlarını akıttıkları için ellerine ne geçti, şimdi hep bir ağızdan “haydi kızlar okula “derken hiç mi utanmazlar acaba? Ama niye utansınlar ki? Bu yasağı uygulamakta ısrar edenler için hiçbir sorun yok. Her şey istedikleri gibi sessizce hallediliyor. Karşılarında örtüsünü çıkaran bir öğrencinin, öğretmenin, avukatın, doktorun kişiliğinden ve kimliğinden soyutlanması, inandığı Allah’ın emrini çiğnediği gerçeğiyle baş başa kalarak, kendi vicdanını yaralaması ve içinde derin yaralar açıyor olması, onların umurunda bile değil.(1) Onların tek derdi; kendi kendilerine düşman belledikleri bu başı örtülü-sıkma başlıları çevrelerinde, yanıbaşlarında görmemek…Onun için yıllarca ikinci sınıf vatandaş olarak gördüler bizleri. “Tarlasında toprağı kazan nasırlı ellerin sahibi olabilir, işyerimde masamı temizleyen ellerinde sahibi olabilir ama çocuğuma yazı yazdıran el olamaz, ameliyat yapan el olamaz, dava dosyalarını taşıyan el olamaz” dediler büyük bir bencillikle…Sanki bu vatan sadece onların…”Sadece bizim istediğimiz gibi olursan, aynı topraklarda özgürce yaşama hakkını sana verebiliriz” gibi korkunç bir diktayla dikildiler karşımıza…Uykusuz geçen bilmem kaç gecenin sabahında kazandığımız okullara, giremedik bile daha en baştan…Soğuk demir kapılar kapandı yüzümüze…Aynı yurt havasını soluduğumuz arkadaşlarımız girerken sınavlara, bizleri, yağmur altında, kapı önlerinde bekleşmeye mahkum ettiler. Azılı suçlularmışız gibi, okul kapısında polisler tarafından karşılandık, itildik-kakıldık…Zaman zaman bileklerimize kelepçeler geçirildi.Biz terörist değildik,hırsız, katil de değildik. Sadece başörtülüydük. “Ya açacaksın ya da bu ülkede rahat rahat yaşayamayacaksın!” denildi bizlere…Bu yasak, aynı ülkenin insanını “siz ve biz” diye bölmekten başka ne işe yaradı oysa…Yıllarca aynı güneşin altında, aynı havayı soluyan insanları görünüşlerine göre ayırmak, birbirine yabancı etmekten başka ne işe yaradı?Sadece okullarda kalmadı bu ayrımcılık…Başörtülü olduğu için hastanenin kabul etmediği bir ablamız “kabul eden başka bir hastane buluruz” derken yollarda can verdi. Başörtülü anaları, asker oğullarının yemin törenlerine bile layık görmediler…Şehidimin tabutu başında ağlayan annemi de almıyorlar hala orduevlerine…Hala ikna odaları var üniversitelerde…Kapılarının önünde, başımızı “daha rahat(!)” açabilmemiz için lütfettikleri(!) kabinler hala duruyor.Ve biz hala T.C Anayasasında dahi bulunmayan güya bir kanunu referans alarak tamamen keyfi uygulamalarına kaynak gösterme telaşına düşenlere “ hayır öyle bir kanun yok” bile diyemiyoruz.”Kamusal alan” yalanı her geçen gün büyürken, bu yalana karşı gerçeği haykıramayışımızın bedellerini de, işte böyle git gide örtümüzle, dahası, inancımızın gerektirdiği hayat tarzımız çerçevesinde rahatça yaşayabileceğimiz alanların azalmasıyla ödüyoruz. Karşımızda bize bu yasağı dayatanlar, bizleri, verdikleri her emri yerine getirmeye mahkum bir sürü olarak görmekte ısrar ediyorlar. Biz Hakk’ı haykırmadıkça, hakkımızı savunamadıkça, başörtüsünün temsil ettiği inançla, ülkedeki egemen ideoloji arasındaki uçurum, birileri tarafından kasıtlı olarak, günden güne açılıyor.
Evet, başörtüsü inancı temsil eder. Başörtüsü “Müslüman kadının onur ve kişiliğinin” simgesidir. Kimliğin göstergesidir. Başörtüsü simgedir. Daha en başta da simgeydi. Bu yüzden, Yahudi Beni Kaynuka kabilesi, Müslümanların güçlenmesini hazmedemeyerek, bu hazımsızlıklarını, bir Müslüman kadının örtüsüne saldırarak göstermişlerdi. Onlar, Müslüman kadının örtüsüne saldırırken aslında “simgeye” olan nefretlerini açığa vurmuşlardı.(2) Yüzyıllarca İslam’la yoğrulmuş bu toprağın kadınlarının, başlarının örtülü olmasının normal olduğu gerçeğini kabul etmek istemeyen günümüz sözde aydınlarının da, başörtüsüne ısrarla “türban” diyerek farklı anlamlar çağrıştırmak istemeleri, aslında bilinçaltlarında aynı düşünce kökünden geldiklerini açıkca ortaya koymaktadır.
Bu sözde modernistlerin, insanı metalaştıran felsefesi sonucunda; mahrem ve özel olması gerekirken, bedenlerinin kamuya açılmasıyla ve cinselliğinin ön plana çıkarılıp meta haline getirilmesiyle, en büyük zararı gören kadın cinsi oldu. Bu modern(!) zamanların “kişilik ve dişilik” arasına sıkıştırdığı kadınlarının arasından sıyrılarak “ biz kimliğimizle varız, böyle kabul edin bizi” diyen, kendilerine dayatılan belli bir kalıba girmeyi reddeden, tesettürüyle, kimliğine ve kişiliğine sahip çıkan, eskilerin deyimiyle “ricalü’n-nisa”(kadınların yiğitleri) ise, mevcut düzenin egemenleri tarafından elbette düşman görülecekti. Ve öyle oldu. Çünkü “örtülü olmak” bir mesajdı, “örtüsüz olmanın” mesaj olduğu gibi…Ve o örtülüler, örtülerinin bilincinde olanlar, egemenlerin dümen suyunu bulandırdı. Kapitalizm ve emperyalizmin ana dinamiklerini eriten ve karşılarında güçlü bir inancı temsil eden, istedikleri gibi yönlendiremedikleri bu insanları sindirmek, yavaş yavaş tüketmek için de, hiçbir demokrasi anlayışına sığmayacak şekilde “yasak!” dediler. “Bizim istediğimiz gibi olana kadar sana yasak!”
Peki bizler, bu “yasak”zulmünü bize reva gören zalimler karşısında, sessiz sedasız, kayıtsız şartsız emirlerine teslim olup, bu zulümlerini yaygınlaştırmalarına ve daha da cesaretlenmelerine yardımcı olacak piyonlar mı olmalıyız? Hayır. Tam aksine, unutulan ve unutanların arasına karışmak yerine, ne kadar unutturulmak istense de , bu zulmün aslında hala ne kadar yakıcı ve sıcak olduğunu herkesin gündemine taşımalıyız. Aynı inancı ve düşünceleri paylaştıklarımıza; ancak birlik halinde ve ısrarlı adımların sürdürülmesiyle istenilen sonuca ulaşacağımızı anlatmalıyız. Farklı düşünce ve inançta olanlara; inancımızın gerektirdiği taleplerimizi ve inandığımız gibi yaşamamızın, en doğal hakkımız olduğunu bıkmadan, usanmadan, yılgınlığa düşmeden, umutsuzluğa kapılmadan, ısrarla her platformda dile getirmeliyiz.
Kendimiz için yapmamız gerekense, belki de yapabileceklerimizin en önemlisi; inancımızı ve inancımızın getirdiği emir ve yasakları, hayat değerlerini, vahyi ve Allah Rasulü’nü “kınayıcıların kınamasına aldırmadan” hayatımızın tam ortasına taşımak…Ve her ne şartta olursa olsun bizim bunlardan en ufak bir taviz bile veremeyeceğimizi, yaşantımızla ispat etmek…Vahyin ve sünnetin belirlediği hayat ölçülerimizle, yasakçıların karşısında dimdik durmak…Bu belki onların kalplerini yumuşatmayacaktır ya da hakkımızı bize geri vermelerine sebep olmayacaktır ama unutmayalım ki, Allah’ın emrine “başımın üstünde yeri var!” diyerek pazarlıksız teslim olanlar, her türlü haksızlığın ve zulmün görüldüğü bu dünya hayatının sonunda, yaşanması kesin olan o zor günde, elbette O’nun emrine imtisal etmenin ecrini kat kat alacaklardır.



Nesibe Çiğdem


(1) Emrah önce (haksöz)
(2) Arif çevikel (vakit) )