Ahmet Taşgetiren
Adalet aslanın ağzında
“Anayasa Mahkemesi İkinci Bölüm, Şırnak Uludere’ye bağlı Kuşkonar ve Koçağılı köylerinin 1994’te askeri uçaklar tarafından bombalandığına, yaşamını yitiren 38 kişi ile yaralananların ve yakınlarının yaşam haklarının ihlal edildiğine oybirliğiyle karar verdi.
Yüksek Mahkeme, AİHM’nin 2014’te olayla ilgili verdiği ağır ihlal kararına rağmen, soruşturmada gerekli özenin gösterilmediğini, bu nedenle sorumlular cezalandırılmadan dosyanın zamanaşımı nedeniyle takipsizlikle kapatıldığını da belirledi. Yüksek Mahkeme, bu durumun, benzer yaşam hakkı ihlallerinin önlenmesi açısından yargıya ait rolün zarar görmesine yol açtığına hükmetti. Köylülerin insan haysiyetiyle bağdaşmayan muamele ile karşılaştıklarını bildiren mahkeme, zamanaşımı nedeniyle söz konusu ihlallerin ancak manevi tazminatla giderilebileceğini belirtti. Roboski dosyasında, gerekli sürede başvuru yapılmaması nedeniyle dosyayı usulden reddeden mahkeme, böylece ilk kez savaş uçaklarıyla sivil köylerin vurulduğunu ve bunun ağır bir yaşam hakkı ihlali olduğunu karar altına almış oldu.”
Dün Karar’da Yıldıray Oğur, süreci bütün detaylarıyla anlattı. Yıldıray’ın bu ince işçiliğine hayranım, o notu düşeyim.
Okurken çıldırırsınız. Türkiye’de adaletin nasıl aslanın ağzından alındığının tipik örneklerinden birisi bu olay. 1994’ten 2020’ye, tam 26 yıllık bir adalet arayışı. 18 yılı Ak Parti iktidarı dönemine rastlıyor. 38 cansız beden. Bombalar altında paramparça olmuş çocuk, kadın, yaşlı insanların bedenleri… Bu 18 yıllık döneme, 2011’de, yine uçaktan atılan bombalarla 34 kişinin parçalanarak öldüğü Uludere faciası da giriyor ne yazık ki ve onun yargıdaki serüveni de 9 yıldır devam ediyor.
Kuşkonar ve Koçağılı faciasının yargı sürecine baktığınızda neler görüyorsunuz?
-Önce görmezden gelme.
-Sonra “bombalama mı, yok öyle bir şey” yaklaşımı.
-Medyada “terörle mücadele ise her şey meşru” sessizliği.
-Yargıda peş peşe takipsizlik kararları. Sanki “olay devletin olayı, bir an önce benden çıksın” tavrı. Mahkemeden mahkemeye gidip gelen dosyalar.
-Bombalamanın kaynaklandığı askeri cenahtan yanlış bilgilendirmeler.
-Mağdurlardan alınan çarpıtılmış ifadeler.
-Davayı yargıya taşıyan Tahir Elçi’nin ölümüne kadar devam eden çırpınışları. Tahir Elçi’nin kalleş bir kurşunla can vermesinden sonra davaya sahip çıkan avukat Neşet Girasun’un gayretleri.
-Davanın AİHM’e taşınması.2014 yılında AİHM’de verilen 2 Milyon 310 bin Euro tazminat kararının da Türkiye’de yargının sağlıklı işlemesine imkân vermemesi.
-Ardından Diyarbakır Özel Yetkili Cumhuriyet Başsavcılığı’nın girişimi ve Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından soruşturmanın derinleştirilmesi ile “Yok öyle bir şey” tavrının boşa çıkması. Yani “bombalandı o köyler” noktasına gelinmesi.
-Ardından Anayasa Mahkemesi safhası ve 26 yıl sonra başta paylaştığımız AYM kararına ulaşılması: Mağdurlara 40 bin ila 130 bin lira arasında tazminat ödenmesi.
Ne dersiniz, sade bir insan, böyle süreçlerin içinde adalete ulaşabilir mi? Hele “terörle mücadele” gibi bir gerekçenin sık sık devreye sokulduğu ve bir tarafında “Devlet”in bulunduğu ortamlarda “kurunun yanında yanan yaş” olduğunuzu anlatabilir misiniz?
AYM kararında takipsizlik vs gibi savsaklayıcı tavırlar sebebiyle “Benzer yaşam hakkı ihlallerinde yargının önleyici rolünün sakatlandığı” belirtiliyor. Buna göre Yargı, bir anlamda devletin elinden suçluyu almak gibi bir işi başarmak durumunda kalıyor. O devlet ki her şeyi, gerektiğinde şehit vermek gibi çoğu zaman fedrakarlık da gerektiren, terörle mücadele gibi bir işle meşrulaştırıyor.
Kuvvetler ayrılığı tam da bunun için hayati önem taşıyor. Yargının bağımsızlığı, tarafsızlığı tam da bunun için hayati önem taşıyor. Yargı bazen kendi içinde bağımsızlık mücadelesi vermek zorunda kalıyor. Kolay değil. Verdiğiniz karar sebebiyle “terörü ıskalamak”la hatta “terörü desteklemek”le suçlanmak söz konusu. Hatta AİHM’i referans aldığınız için “Türkiye aleyhtarı” gösterilmek söz konusu.
Ama işte 38 canın yaşam hakkını gözetmek de devletin görevi. Siyaset de bu hassasiyet içinde olmalı, medya da. Hatta sokaktaki insan da “dolduruşa gelmeme” gibi bir hassasiyeti kuşanmalı.
Ya Tahir Elçi gibi birisi her şeyi göze alıp bu mücadeleyi vermeseydi… Biz 38 kişinin parçalanmış bedenleri üzerine bir bardak soğuk su içip içimizi rahatlatacak mıydık? Ne kötü bir soru değil mi?
2011’deki Uludere faciası ne durumda? Siyasete, medyaya, yargıya, devlete soralım bakalım?
Bırakın bir avukat herkesin sessiz kaldığı bir noktada sesini yükseltsin. Bırakın bir savcı, süreci değiştirsin. Bırakın bir siyasetçi, iktidar – devlet dilinden farklı bir iddiada bulunsun. Bırakın medyada birileri kalıplaşmış yargıları sarssın. Akıl devreye girsin, vicdan, insaf, adalet hassasiyeti devreye girsin.