Ahmet Taşgetiren
Amerika ile Amerikasız?
Milli Güvenlik Kurulu bildirisindeki ifadeleri dinlediğimde “Yumuşak üslup” dikkatimi çekmişti. Şöyle deniyordu:
“Türkiye’nin, insani bir mesele olarak ele aldığı Suriyeli sığınmacıların evlerine bir an önce dönmelerini sağlayacak güvenli bölge projesinin hayata geçirilmesine ilişkin samimi gayretlerini daha ileri adımlarla güçlendireceği belirtilmiştir.”
Metinde “Güvenli bölge” için “Suriyeli sığınmacıların evlerine bir an önce dönmelerini sağlama” gerekçesinin altı çiziliyor, bu noktada “samimi gayretlerin daha ileri adımlarla güçlendirileceği” söyleniyordu.
Cumhurbaşkanı’nın “Bir gece ansızın gelebiliriz” ya da “Kaybedilecek bir günümüz dahi yok. Geldiğimiz noktada kendi yolumuzda devam etmekten başka çaremiz kalmamıştır” şeklindeki kararlılık ifadeleri bildiriye yansımamıştı.
Eylül sonu milattı. Dünyaya duyurulmuş, Trump’la görüşme arefesinde ABD’nin önüne konmuştu. Ya birlikte yapılacaktı harekat ya da Amerikasız. Her şey Trump’la görüşmeye kilitlenmişti. 24 Eylül tarihli yazımın başlığı -ki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD seyahati öncesine denk geliyordu- “Trump’la buluşmaya kilitlenen gündem” şeklindeydi.
ABD’ye gidildi ve o görüşme gerçekleşmedi.
İlginçti. Türkiye feveran ediyor ama Washington’da liderlik seviyesinde muhatap bulamıyordu. Bu durumda ABD’nin tavrı nasıl okunmalıydı? “Harekâtı yapın bedeline katlanın” gibi mi, “Harekatı yapın biz görmezden geliriz” gibi mi, “Biz olmadan bir şey yapamazsınız, sadece esip gürlüyorsunuz” gibi mi?
Amerika YPG-PYD’ye silah ve mühimmat taşımaya devam etti bu arada.
Ve bu arada Amerikalılarla Fırat’ın doğusuna ilişkin müzakereler devam etti. Amerikalılarla müzakereyi yürüten Milli Savunma Bakanı (MSB) Hulusi Akar, başından beri “müzakereye önem veren” bir görünüm sergiledi. Sanki müzakerelerin ilerleyen safhalarında ABD ile birlikte oradaki terör yapılanması tasfiye edilecekmiş gibi davranıldı.
Ama bir yandan da hem Cumhurbaşkanı Erdoğan hem Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ABD’lilerin ayak sürüdüğü, bu arada terör örgütünü tahkim ettiği izlenimini seslendiriyor, “Gerekirse tek başına harekatın yapılacağını” vurguluyordu.
Yeni yasama yılının açılış resepsiyonunda Hulusi Akar’la gazeteciler arasında bir soru – cevap daha gerçekleşti. Akar’ın oradaki sözlerinden medyaya iki türlü söz yansıdı. Birisi, operasyon konusunda kararlılığı ifade eden “Bu işin şakası yok.” cümlesiydi. Ancak hemen ardından gelen soru şu oldu: “ABD ile anlaşmaya varılmaması durumunda Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna tek taraflı operasyon düzenlemesi için ABD tarafından kontrol edilen hava sahasının açılması şart değil mi?”
Akar bu soruyu “Tabii, böyle bir operasyon için hava sahasının açılması şart.” şeklinde cevapladı. Bunun üzerine “Açılmaması durumunda ne olur?” sorusu geldi. Akar’ın cevabı şöyle oldu:
“ABD hava sahasını açmazsa böyle bir operasyonun riski büyük olur. O yüzden biz bu işi ABD’li müttefiklerimizle birlikte yapmak istiyoruz.”
Risk?
Aslında “Risk” konusunda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kaygısı da yok değildi. Meclis’in açılışındaki konuşmasında “İşimiz kolay olmayacak” ifadesini kullanmıştı.
Evet, doğru, kolay iş değil Fırat’ın doğusu. Çok çok büyük bir operasyon Türkiye’nin öngördüğü.
Girmek, Fırat’ın doğusundan Irak sınırına kadar ve 30 kilometre derinliğinde bir alana hakim olmak, orada (Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifadelerine yansıdığı gibi) Türkiye’deki mülteciler için iskan alanları oluşturmak, en azından 1.5 milyon mülteciyi oraya yerleştirmek, ve bölgenin mevcut sakinleri ile yeni gelenler arasında işleyen bir düzen kurmak… Bunun için gerekli kaynağı bulmak. Bunun için kaynak ayıracak (donörler) ülkeleri koordine etmek.
Müthiş operasyon. Tek başımıza olmayacak bir operasyon.
Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un “Türkiye’nin mülteciler ve göçmenler konusunu baskı aracı olarak kullandığı ve bu yönlü baskılara hiçbir zaman boyun eğmeyecekleri” tarzında zehirli bir sözü yansıdı medyaya.
Soru şu: Bu algı ne kadar etkili Batı dünyasında ve Türkiye’nin Suriye’ye yaklaşımındaki karşıt duruşlarının bu algı ile bağlantısı nedir?
Bu algı varsa ve bunu bölge ülkelerine de empoze ediyorlarsa -ki ediyorlar- iskân projesine direnileceği, bunun için gerekli kaynağın bulunmasında rol almayacakları çok net. O zaman projeyi Türkiye’nin tek başına gerçekleştirmesinden söz edilebilir. Bunun imkânı nedir?
Önceki gün (1 Ekim) Milliyet gazetesindeki köşesinde Sami Kohen, bir yığın soru koydu ortaya. Bu soruların sadece kendi soruları olmadığını, birçok odaktan derlendiğini anlamak için kahin olmaya gerek yok. İşte sorular:
“Suriye’nin farklı yerlerinden gelen mülteciler o bölgeye gidip yerleşmeye razı olacak mı? Bu ayrıca oranın demografik yapısını değiştirip, Arap-Kürt etnik sürtüşmesine ve gerginliklere yol açmayacak mı? O bölgeye gitmek istemeyen mültecilere ne söylenecek? Batı ülkelerinden destek gelmezse, Türkiye bu geri dönüş ve iskân işini de kendi başına mı yapacak?”
MGK’nın ılımlı dili acaba bu soruların cevabını vermenin zorluğundan mıdır?