Başörtülü Öyküler-2
Başörtülüler, eğitim ve çalışma hayatlarında önlerine çekilen setlere
Başörtülü kadınlar, eğitim ve çalışma hayatlarında önlerine çekilen setlere rağmen bir gün iyi bir şey olacağı beklentisiyle yaşamaya devam ediyor.
Ancak bu yaşam, maddi sıkıntılar, tecrit edilmiş olmanın verdiği çöküntü, en verimli döneminde atıl bırakılmış olmanın yol açtığı huzursuzluk ile kol kola, diz dize geçmek zorunda. Hayatlarına tanık olduğum, dava dosyalarını okuduğum, avukat arkadaşlarım vasıtasıyla hikâyelerinin bir bölümüne ulaşabildiğim hemcinslerime baktığımda, başörtüsünün üç boyutlu bir turnusol kâğıdına dönüştüğünü görüyorum. Sınıfsal farklılıkların acımasız etkileri başörtüsüyle 'örtülebilir' iken, yasaklar bu farklılıkları açıp saçıyor, gelir dağılımındaki ve toplumsal katmanlardaki adaletsizliği 'görünür' hale, baş edilemez hale getirebiliyor. Sonra, kamuoyunda yaygın olan 'başörtülü kadın-geleneksel ev hanımı rolüne sadık kadın' algısının, okuyamaz ve çalışamaz hale getirilmiş birçok kadın için rehabilite edici, işlevsel bir yanının olmadığını gözlemliyorum. Zor ve çileli geçen bir eğitim hayatından ve verimli bir iş performansından sonra başörtüsü nedeniyle eve dönmüş kadınların çoğu kendisini 'işe yaramaz' hissediyor ve 'değersizlik' duygusuyla baş etmeye çalışıyor.
Yarı aç yarı tok bir hayattan, yarı aç yarı tok bir hayata...
Dürdane Ö. 12 yaşından beri örtülü olan bir kadın ve 1991 yılından işten çıkarıldığı 2000 tarihine kadar aralıksız çalışmış bir öğretmen. Hayat grafiğinin alçaktan yükseğe, yüksekten düşüşe geçmiş olmasında, örtüsü, bir nirengi noktası olmuş sanki. Dürdane Ö. küçük bir kasabada çok zor şartlar altında büyümüş; okula gidip gelmek için günde iki saat yürümek zorunda kalmış. Kış ve yaz için iki ayrı kıyafeti bile olmamış. Diz boyu kar olan yerlerden yazlık bir ayakkabı ile geçip eve vardığı günlerden birinde, ayağının çamura saplandığını ve ayakkabasının tabanının ayrılarak yalınayak kaldığını dün gibi hatırlamakta. Soba kenarında kurutulan ve Dürdane tarafından dikilen ayakkabı, ertesi gün derste, sanat tarihi öğretmeninin ısrarlı bakışlarına maruz kalacaktır. Dürdane, henüz 17 yaşındadır. 'Bu şartlardan' ancak okuyarak kurtulacağının bilincindedir. Öyle de olur. Koç Grubu'nun Türk Eğitim Vakfı tarafından ancak başarılı öğrencilere verilen burslarla okur. 1991 yılına gelindiğinde, biyoloji bölümünü bitirmiş ve öğretmen olmuştur. Hem para kazanmaktadır hem de kendisi gibi güç şartlarda okuyan öğrencilere yardım ediyor olmanın hazzını yaşamaktadır. Yüksek lisans da yapar; hatta tezi, dünya literatürüne giren bilimsel çalışmalardan biri olur. 2000 tarihine gelindiğinde hayatı tersine döner. 57. hükümet döneminin uygulamaları nedeniyle görevden alınır. Mücadele ettiği her engelde çabasına onur ve vakar temin etmiş olan örtüsü, hıyanet göstergesi haline gelmiş, onca yıllık emeği bir anda 'yok' mesabesine inip, hiçliğe ışınlanmıştır. Öğle yemeği yiyemediği için tüm günü aç geçirdiği lise yıllarına döner yeniden. Üstelik artık çocukları da vardır; son derece zeki ama beslenme giderleri bile doğru dürüst karşılanamayan çocuklardır bunlar. İşsiz kaldığı yıllar boyunca, dininin bir emrini yerine getiriyor olmasının mesleğini iyi yapmasında ne gibi bir engel teşkil ettiğini düşünür durur. İnsanlığa duyduğu sevginin ve bu sevginin hakkını verme adına aldığı mesafenin, o insanları temsil ettiğine inanan devlet tarafından nasıl olup da böylesine sert bir cevapla 'sıfırlanabilmiş' olduğunu. Koyu kara saçlar gibi uzar gider düşünceleri.
Zamanaşımına uğrayan ve hafızanın çamaşır suyu leğenlerine bastırılan nice adilik ve yolsuzluk, ağarma uykusunda eğleşe dursun; yasaklar, annenin ömründen taşıp kızın kaderini annesininkine teyelliyor. Uzun uzun dikiyor sonra. Kızlar 'ben annemi geçeceğim'in makul motivasyonuyla 'daha iyi bir hayat' türküsü tutturamayacak bundan sonra.
1983 yılında İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi'nde okurken sömestr tatili dönüşünde okula giremeyen Ayşe Akbal, 24 sene sonra aynı şeyleri yeniden yaşıyor kızında. 'Türkiye'de çeyrek asırda birçok şey değişti, düzeldi. Sadece bizim hayatımızı derinden etkileyen bu yasak değişmedi.' diyor. Kızı Nuseybe, '24 yıl' diyor, ürküntü ve üzüntü eşliğinde. Henüz 19 yaşında olan Nuseybe için 24 yıl demek gerçekten çok uzun bir zaman demek.
Ayşe Akbal'ın içi, bu ülkeye hâlâ güven duymasını sağlayan bir geçmiş zaman tanıklığı ile teskin olmakta. Teskin olmanın da ötesinde gözlerini parlatıyor, hatta koltuklarını kabartıyor bu anı. 'Yasağın ilk günlerinde sınıfta ders işlerken yönetimden gelip tutanak tuttular. 2 öğrenci için tutulan zapta imza atılmasını istediler. 150 kişilik sınıftan hiç kimse o tutanağa imza atmadı. Arkadaşlarımın bu davranışı geleceğe umutla bakmamı sağladı; hâlâ umutluyum.'
Modern mahrum
Başörtüsü mağdurlarının bazılarına, Ayşe Akbal'ın sahip olduğu 'doğru zamanda uzanan dost eli' nasip oldu; bu, hiç yoktan iyiydi. Kimi ise kıstırıldığı noktada kendisini yapayalnız bir evrende buldu. Bu yalnızlığın sonucu kimi başörtülülerde, yasakları uygulayan devletten ve 'uzanmayan eller topluluğu' olan 'toplum'dan 'soğuma', aidiyet bilincinin örselenmesi, 'özgürlük' kavramının bütün diğer değerlere oranla aşırı yüceltimi oldu. Yasakçı tutumlar, birçok konuda avangard fikirlere sahip, yüzü, özgürlükler beşiği Batı'ya dönük, 'yeni nesil başörtülü'nün sayısını hızla artırmakta. Bu nesil, sayıları az da olsa, zaten bir blok olmayan başörtülü kadın kategorisi içinde usulca kendine yer açmakta. İnsan hakları ve özgürlükler meselesinde referanslarını başörtüsüne 'izin veren' ABD, Viyana, İngiltere, Hollanda ve bunun gibi Batılı ülkelerden alan, Müslüman ülkelerin 'geri kalmışlığı' konusuna mesela, bir Batılı gibi bakan yeni çağ başörtülüleri.
E.G. başörtüsü sorunu nedeniyle yurtdışına giden; fakat döndüğünde de kapıları kapalı bulduğu için halen atıl durumda olan bir genç kız. Vaktini, kitap okuyup film izleyerek zaman zaman da çeviri yaparak geçiriyor; 25 yaşında ve kendi ülkesinde tutunamamış olmasının 'Batı-Batılılaşma' gibi kodlar olmadan anlaşılamayacağını bilmezden gelmekte son derece ısrarlı. Batılı liberal demokrasilere yöneltilen eleştirilere şiddetle karşı çıkıyor. 'Batı paylaşıyor, Batı itiraf etmeyi biliyor, Batı çalışıyor, Batı hoşgörülü; Batı kendine göre doğru olanı deniyor, bizim halimiz ise ortada.' diyor. E.G, müstehcenlik ve aile gibi konular dışında, Batı modernizminin bütün sosyal tezahürlerinin altına çekincesiz imza atıyor. 11 Eylül sonrasındaki paranoid tutuma bile neredeyse 'içeriden've bir hayli anlayışlı gerekçeler getirmesini, o sakallı ve çarşaflı kadınları yaşadıkları ülkeye hiç uyum göstermemekle eleştirmesini epey ürkütücü buluyorum. Başka bir amaçla gittikleri Batılı ülkelerden hiç hesapta yokken Batı hayranı olarak dönen 'Jöntürkler' geliyor aklıma.
En temel hakkından faydalanması imkânsız kılınan bu genç kızların kendilerini yargılamayan, en azından Türkiye'deki kadar yargılamayan bir iklimden etkilenmemelerini beklemek, hayretlerinin hayranlığa dönüşmeyeceğini ummak, safdillikten başka bir şey olmazdı. Sayıları az da olsa, gelişi dünden belli olan bu post-liberal Batılı başörtülü kuşağa parantez açılmasını önemli buluyorum. Çünkü onlar, kaderin cilvesine parmak ısırtan paradoksu temsil ediyorlar. Aşağıdaki hikâye, başörtülü gençleri bu ve bu türden rijit çelişkilere sürükleyen mahrumiyetin masumiyetine dair önemli veriler içeriyor.
Benim ders notlarımla sınava girdiler, ben dışarıda kaldım
H.A'nın hikâyesi, başörtüsü yasaklarının nasıl keyfi işletildiğini ve ne türde bir psikolojik yıpratma harekâtı olduğunu gözler önüne seren bir örnek. 1995 yılında girdiği Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nin üçüncü yılında bir dizi sorunla karşılaşmaya başlıyor başörtülü H.A. ve arkadaşları. Bülent Berkarda'nın görevini Kemal Alemdaroğlu'na devretmesinin akabindeki günlerde, üçüncü sınıfın ilk vizelerine giremiyor. Çünkü cerrahi sekreterliği, öğrenci işlerinden başörtülü öğrencilerin isimlerini almış ve onları sınav listesinden 'sildirmiştir'. H.A. ve arkadaşları, sınava başları örtülü gelip gelmeyecekleri henüz bilinmediği halde, önceden alınan bir tedbirle engellenmişlerdir. Bu yolda açılan işlemin iptali davası ise mahkemede matbu bir kararla reddedilmiş, dava dilekçesi incelenmemiştir. 'İyi çalıştığım bir sınavda, kapının diğer yanında bırakıldım.' diyor H.A, 'Arkadaşlarım, ki iyi bir arkadaşlık kurduğumu sanıyordum onlarla, ellerinde benim ders notlarımla sınıftan içeri giriyorlardı. Biri bile başını benden yana doğru çevirmiyor, biri bile bana bakmıyordu. Bu olay beni çok uzun bir süre üzmeye devam etti.'
Sadece ismi değil, varlığı da silinmiş gibidir H.A'nın. Devam eden günlerde hastaların yanında aşağılanmaktan sık sık polislerle muhatap olmaya varana dek birçok tatsız olaya maruz kalır genç kız. Derslerden atılır, sınıfa alınmadığı olur, 'eski solcu' hocaların 'siz de bizi almamıştınız' gibi 'rövanşist' sözleriyle karşılaşır. 'Siz'in ve 'biz'in kim ve ne olduğunu bir türlü anlayamaz. Sonunda aldığı disiplin cezaları ve devamsızlık gerekçesi nedeniyle okulla ilişiği kesilir.
Avusturya/Viyana Tıp Fakültesi'nde ise gözlerini bambaşka bir dünyaya açar H.A. Kaydını yaptırdığı gün en çok insanların kendisiyle 'göz teması' kuruyor olmalarından ve 'güler yüzlülüğünden' etkilenir; oturur ağlar. Bu sevinci neden kendi ülkesinde değil de farklı bir dinin yaşandığı yabancı bir memlekette tadıyor olduğuna ağlar. 'Allah'ın yardımını hep yakınında' hisseder.
H.A. gibi yurtdışında eğitim alan niceleri diplomalarına 'denklik' verilmesi için çalışıyor uzun zamandır. Onlar kadar bile şanslı olmayan diğer kadınlar da yasalarında tüm vatandaşların 'eşit' olduğunu duyuran bu ülkede diğer insanlarla 'denk' muamele görecekleri günlerin hayalini kuruyorlar.
NİHAL BENGİSU- ZAMAN