Başörtüsü takın da cesaret görelim
Kadın Yazarlardan KA-DER'e anlamlı smeydan okuma: Kadınlara bıyık takıp kampanya yapacağına, başörtüsü takın da biz o zaman görelim siyasi cesaretinizi
KA-Der'in TBMM'ye daha fazla kadın aday sokabilmek için partilerin kadın vekil adayı kontenjanını artırtamasına yönelim bıyık takma kampanyasına kadın yazarlardan anlamlı ve bir eleştiri ve siyasi cesaret konusunda bir meydan okuma geldi.
Nuray Mert, dün Radikal'de kaleme aldığı yazısında kadınların TBMM'ye girmesi için kota zorunluğunun şart koşulmasını eleştirirken, Türkiye'de başörtüleri yüzünden siyasetin dışına itilen kadınların hatırlanmasını işaret etti.
Bugün gazetesi yazarı Gülay Göktürk ise bugün Nuray mert'e destek verdi ve KA-DER'i siyasi cesaretini ispat etmeye çağırdı ve meydan okudu: Nuray Mert iyi söylemiş. KA-DER kadınlara bıyık takıp kampanya yapacağına, başörtüsü taksaydı da biz o zaman görseydik siyasi cesareti. Ve tabii hakkaniyet duygusunu...
Nuray Mert'in Radikal'de yayınlanan yazısı
Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği Ka-Der şu günlerde son derece ilgi çekici bir kampanya yürütüyor. Siyasete kadın katılımına dikkat çekmek üzere, bir başarılı kadının bıyıklı fotoğrafları ile "Meclis'e girmek için erkek olmak şart mı?" diyor. Siyasete kadın katılımı konusunda çok farklı düşünsem de, kampanyayı çok 'sempatik' buldum. Ayrıca, kadınların siyasete daha fazla katılmasına tabii ki hiçbir itirazım yok.
Benim itirazım bu katılımın kota yoluyla gerçekleştirilmeye çalışılmasında. Ancak o konuya gelmeden önce, Ka-Der'cilere sürekli sorduğum, ancak geçen seçimlerden bu yana cevabını alamadığım bir soruyu tekrar sormak istiyorum. Malum, bu ülkede, siyasete katılma arzusunda olan birçok kadın, yasal engeller yüzünden parlamentoya giremiyor. Bunlar başörtülü kadınlar. Diğer kadınlar için hiç olmazsa yasal engel yok, ancak başörtülü kadının önüne, her şeyden önce yasal engel çıkıyor. Ka-Der'ci kadın arkadaşlarımızın bir kısmının bu konuda özgürlükçü düşündüğünü biliyorum. Ancak, aralarında bu konuyu bir türlü halledebilmiş değiller ve belli ki, başörtüsü takıntısı ağır basıyor ve bu konuda hiçbir açılımda bulunamıyorlar. Sonuçta, Meclis'e girebilmek için bıyıklı olmak gerekmediğine dair az da olsa örnek var ve en azından yasal bir ayrımcılık yok. Bu durumda, 'Meclis'e girebilmek için başı açık mı olmak lazım?' sorusunun cevabı son derece net. Ayrımcılığa karşı iseler, taksınlar bir başörtüsü, bir de öyle kampanya yapsınlar isterdim.
Geçen seçimlerden önce, bu tartışmayı yaptığımız bir TV programında, Ka-Der'den bir arkadaşımıza, Merve Kavakçı'nın Meclis'ten kovuluşunu hatırlattığımda. Onun başörtüsü 'siyasal simge', 'Meclis'e siyaset soktu' cevabını aldım. Kendilerine, siyasetsiz Meclis çalışmalarında başarılar dilerim.
Gelelim, kadın kotası mevzusuna. Bu konuyu köşe yazılarına sıkıştırmak son derece zor. Geçen hafta sonu Radikal İki'de, Nüket Kardam imzalı kota yazısına uzun uzadıya cevap vermek isterdim, zira öncelikle, isim vermeden de olsa, benim bu konudaki görüşlerime eleştiri getirmişti. İtiraf etmeliyim ki, eleştirileri, bu konuda çıkan en aklı başında savunulardan biriydi. Kulaktan dolma klişelerle siyaset yorumu yapmaya girişip, kadın kotasına karşı çıkmayı 'erkek yalakalığı' diye 'özetleyen' yazarların bulunduğu 'kadınlar dünyamız'da, aklı başında yaklaşımlara rastlamak son derece sevindirici.
Hemen belirteyim, ben önce sosyo-ekonomik, sınıfsal meseleleri çözelim, gerisi hallolur veya onları sonra çözeriz demiyorum. Benim, kadın politikalarının ve kota stratejisine kökünden itirazım var. Kardam'ın da işaret ettiği gibi, ben kadın olmanın, kendi başına siyasal bir kategori olmadığını düşünüyorum, bu konuda ayrı düşmemiz doğal. Bu noktada çok uzun bir tartışmaya girişmemiz şart. Diğer taraftan, sadece kadın kotası değil, genelde pozitif ayrımcılık (affirmative action) ve kota siyasetleri, başlı başına önemli bir tartışma konusu. Biliyorsunuz 'pozitif ayrımcılık' siyasetleri, öncelikle ABD'de ırkçılığa karşı uygulandı ve çok tartışıldı. Bunların, siyahlara karşı ırkçılığa kozmetik çözümler olarak icat edildiğini, kotaların, sistemin eşitsizliklerini maskeleme siyasetleri olduğu söylendi. Kadın konusu hassas bir konu olduğu için, itiraz edilmesi en zor alan gibi görülüyor. Bu nedenle sığ bir demokrasi tablosuna en çok kadın politikaları hizmet ediyor hale geldi.
Kotalar, pozitif ayrımcılık siyasetleri, demokratik siyasetin alanını genişletmiyor, tam tersine daraltıyor. Dahası, birçok sorunun üzerine pembe bir şal örtüyor. Örneğin gelinen noktada, kız çocuklarının eğitimi için göstermelik çabaların gerisinde, eğitim siyasetlerinin giderek daha fazla, kast sistemleri yarattığı gerçeği göz ardı ediliyor. 'Parasız eğitim' konusunda gık demeyenler, üç tane beyaz kurdelalı kız çocuğu ile poz verip günü kurtarıyor. Herkese eşit ve parasız eğitimi savunup, bu koşullar altında kız çocuğunu okula göndermemekte ısrar edenlerle mücadele edelim, ama ortada maddi sorun yokmuşçasına 'kızlarınızı okula gönderin' kampanyası düzenlemek kadar ikiyüzlü bir kadın siyaseti olamaz. Niyetimiz samimi ve ciddi ise tüm bunları konuşalım, yok siyasi şıklık derdindeysek, buyrun gönlümüzce poz verip, ayrıcalıklı kadınlar olma halimizi bir de böyle kutlayalım.
Gülay Göktürk'ün Bugün Gazetesi'nde yayınlanan yazısı
KA-DER ve başörtüsü
Nuray Mert iyi söylemiş. KA-DER kadınlara bıyık takıp kampanya yapacağına, başörtüsü taksaydı da biz o zaman görseydik siyasi cesareti. Ve tabii hakkaniyet duygusunu...
Hayır, yok, olmuyor... Yıllardır bekliyorum, KA-DER bir türlü o sıçramayı yapamıyor. Çoğu yakından tanıdığım, samimiyetine, aklına güvendiğim kadınlar; ama bu meselede tam olarak "çarşafa dolanmışlar". Ne değişmeye cesaret edebiliyor, ne mevcut pozisyonlarını göğüslerini gere gere savunabiliyor, öyle debelenip duruyorlar. Bundan sekiz yıl önce 1999 yılının Dünya Kadınlar Günü'nde "KA-DER ve Başörtüsü" başlıklı bir yazı yazmışım. Biraz önce onu okudum. Saflaşmalarda, ortaya atılan tezlerde, argümanlarda hiçbir değişiklik yok. Hiçbir şey değişmediğine göre, ben de aynı yazıdan bir bölümü bir kez daha gözüne sokmak istedim KA-DER'li dostlarımın... Belki bu defa daha iyi anlaşılır, umuduyla...
* * *
"Şimdi düşünelim; Yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bir ülkede kadınların siyasete girmesi için uğraşan bir kuruluşsunuz. Ama kadınların İslami kimlikleriyle politika yapmasına karşı çıkıyorsunuz. Peki kiminle politika yapacaksınız? Dışardan kadın mı ithal edeceksiniz? İthal edemeyeceğinize göre; iki seçeneğiniz var demektir: Ya bu Müslüman kadınların, boynu bükük bir şekilde ev köleliğine razı olanlarını tercih edeceksiniz; ya da "ev hapsine hayır" deyip kamu alanına çıkmak için mücadele edenlerle birlikte olacaksınız. Yani, ya kaderini değiştirmeye çalışan o kadını, siz de diğerleri gibi kaderine terk edeceksiniz; ya da, KADER adına destekleyeceksiniz.
* * *
Eğer KA-DER, kadın adayları destekleyip desteklememe konusunda, adaylara değil de, mensup oldukları partilerin kadın meselesindeki genel çizgilerine, yani ideolojilerine bakıyorsa; daha baştan başka türlü bir yol izlemesi gerekirdi. O vakit, seçime katılan 20 küsur partinin her birini koyardı önüne; hangi partinin kadınların özgürleşmesi açısından en uygun projeye sahip olduğuna bakar, içlerinden birini seçer ve kadınları o partiye oy vermeye çağırırdı. O zaman hep birlikte, kadınları "muavinlik"le sınırlayan İslami ideolojinin mi; kadınların tabi statüsünü değiştirmeksiniz, demokrasinin çeşnisi olarak vitrine koyan Kemalist ya da muhafazakar çizgilerin mi; yoksa kadınların ağır baskı gördüğü sosyalist hareketlerin mi kadın özgürlüğünün önünde daha büyük engel teşkil ettiklerini hep birlikte tartışırdık. Ama KADER daha başından beri böyle yapmayacağını; partilere eşit mesafede duracağını; partilere değil adaylara destek vereceğini açıklamadı mı?
* * *
Açıkça görülüyor ki; Türkiye'de feminist hareket, İslami kimliğinden soyunmadan kamu alanına çıkmak isteyen kadınlara karşı tutumunu netleştirmek zorunda. Çünkü burada, bir azınlık sorunundan, marjinal bir hareketten ya da marjinal bir talepten söz etmiyoruz. Bir ülkenin kadınlarının yüzde ellisinin başı örtülüyse ve feminizmin o çok sözünü ettiği "patriarka" bu yüzde elliye eğitim yapma, siyaset yapma, kamu alanında görev alma hakkı tanımıyorsa, (yani eve, eş ve annelik rolüne hapsediyorsa) o ülkedeki kadın hareketi, bu konuda bir tutum almak, taraf olmak zorundadır. Feministler, ya Çağdaş Yaşam'cılar kadar sığ bir çağdaşlık anlayışına sahiptirler; onlar gibi başörtülü kadınları çağdaşlığın baş düşmanı olarak mahkum edip Meclis'e girmelerini önlemek için Yüksek Seçim Kurulu'nun kapısına koşarlar...
Ya da "Başörtülü kadınlar" konusunu, kadın hareketi açısından analize çalışır; evinin dört duvarı arasından çıkıp yüksek eğitim gören, meslek sahibi olan, sosyal hayata ve politikaya katılan bir başörtülünün; kutsal eş ve annelik rolü dışında hiçbir role talip olmayan bir başörtülüden daha olumlu olduğunu anlamaya çalışırlar. Ama iki arada bir derede kalmaya daha fazla devam edemezler..."