Selâhaddin Çakırgil
’Bir Halk Kendi Halini Değiştirmedikçe..’
Sosyal değişimin kanunu, Ra’d Sûresi- 11. âyet meâlinde çok çarpıcı şekilde şöyle açıklanır: ’Şübhesiz ki, bir kavim, bir halk, kendi halini değiştirmedikçe, Allah onların durumunu değiştirmez..’
Demek doluyor ki, bir halk kendi halini olumlu veya olumsuz yönde değiştirmezse, Allah’u Tealâ onların hallini kendiliğinden değiştirmiyor..
Necm Sûresi- 39. âyetinde de, ’Doğrusu, insan için kendi emek ve çalışmasından başkası yoktur..’ ifadesi, bu yolda başkalarının bizim üzerimize kol-kanat geriyor havasında davranmasının yolunu tıkayacak netlikte beyan olunmaktadır. Bu, ferdler için olduğu gibi, toplumlar için de böyledir. ’Filan lider, filan şeyh, filan yüce(ltilen) kişi, bizi kurtarır, bizi korur, varlığımızı filanın sayesinde koruruz..’ gibi teslimiyetçi anlayışlar yerine, her insan ve ortak iradesiyle de her toplum, kendi emek ve çabasıyla, dikkatiyle hazırlayacaktır kendi geleceğini ve esasen kader de, şer’an ve aklen alması gereken tedbirlerin herbirisine tevessül ettikten sonra, gerisini, hayırlısını nasib etmesi için, Allah’ın takdirine havale etmek sınırları içinde anlaşılmalıdır.
Bir hadîs-i nebevî rivayeti de, ’Nasılsanız, öyle idare edilirsiniz..’ şeklindedir.
Bir halk, daha iyiye lâyık ve mustehak ise, bunun zeminini kendi çabasıyla oluşturur. Daha kötü bir duruma mustehak ise, o netice, yine kendi yönelişindeki sapmalarla da gerçekleşir.
Bu temel ölçüleri en başta gözönüne getirelim..
*
İslam Milleti’nin Anadolu coğrafyası üzerinde yaşayan kesimi, iki hafta kadar sonra son derece önemli, kader belirleyici bir seçimi gerekleştirecek.. Ama, bu seçim sadece Türkiye’de bugün yaşamakta olan 77 milyon insan için kader belirleyici değil, bütün müslümanlar ve hattâ isanlık tarihi için de önemli sonuçları olacak bir seçim mahiyetinde olacaktır.
Çünkü, bu coğrafya ve ümmetin bu kesiminin tarihî arka-planı, insan gücü ve tarihî hadiselerin med-cezirleri karşısında geçtikten sonra tekrar ayağa kalkmak ve tecrübelerinden ders çıkarıp kendisini aslî hayat değerlerine göre yeniden şekillendirmek kabiliyeti sergilemesi ve ümmetin tamamına yönelik algılayış biçimi açısından, ümmetin bütünüyle kaynaşmaya en müsaid bir kültürel yapıya sahib gözükmekte.
Bu, yakınlaşmakta 10 Ağustos günü yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda da daha bir böyle.. Çünkü, bu cumhur / halk, ilk kez olarak doğrudan doğruya kendi iradesiyle, kendi reisini, başkanını seçecek ve bu seçilecek kişi, gelecek 5 yıl içinde, bu halkın sadece iç hukuk açısından kanûnî başkanı değil, uluslararası hukuk açısından da dünya toplumları ve devletleri karşısında da hukukî temsilsilcisi olacaktır.
*
Hatırlayalım ki, İslam Milleti, 1400 sene öncesindeki ilk yarım asrı bile bulmayan uygulama dışında, yazık ki, kendisini yönetmekte, kendi inancının gereklerine göre bir yönetim mekanizması oluşturmak imkanını bulamamış; kimin kılıcı veya servet gücü egemen olduysa onun iradesine boyun eğmek zorunda kalarak yaşamaya mahkum olmuştur.
Halbuki, Şûrâ Sûresi, 38. âyette, müslümanların özellikleri anlatılırken,’(...) Onların işleri de kendi aralarında istişare iledir. ’ şeklinde, yönetimin nasıl olacağına dair genel kural gösterilmiştir.
Ama, bu kurala asırlarca riayet edilmedi.. Sultanlar, melikler, krallar, şefler, padişahlar, kendi çevrelerindeki kişilerle meşveret etmişledir, elbette, bu danıyılanların ümmet’le ilgisi neydi? Ve daha da önemlisi, yönetim mekanizmasının başında bulunan sulüanlar. Şefler, padisahlar o yönetme yetkisini kimden almışlardı? Geniş halk kitlelerinin görüşü sorulmuş, onharın iradesinin ortaya çıkmasına imkan tanınmış mıydı?
Yazık ki, hayır..
Bu arada elbette bir takım iyi yönetici isimler de gelmiştir müslümanların başına, ama, bu o sistemin iyiliğinden değil, kendi şahsî özelliklerinden gelmiştir.
Bu noktada, daha başka dünyalarda da asırlarca, kral, monark Çar, Kayzer , imparator vs. gibi isimlerle anılan sosyal idare mekanizmasının başına kılıç, servet gücüne veya kan soyuna dayanarak, sulta/ saltanat metoduyla gelmiş olan yönetim’ler olduğundan hareketle, yönetilen kitlelerin, halkın iradesinin sorulmaya başlanması tarihinin de son 200 yıldır sahnelenmeye başlandığı söylenebilir ve bu, yanlış da değildir. Ama, müslümanlar için başkalarının uygulamalarından da önce, 14 asır önce bildirilmiş olan ilahî kanunlar asıldır elbette..
Ama, o istişareye gerçek mânâsıyla yaklaşılması yerine, yönetimi ele geçirmiş kimselerle çevrelerindekiler arasında bir ’al gülüm- ver gülüm’, bir ’danışıklı döğüş’ anlaşıyı hâkim olmuş; hanedan- sulta usûlünün şer’î dayanağının nereden geldiği hatırlanamadı- sorgulanamadı bile..
O kadar ki, Osmanlı’da, ilk olarak 1875-76’larda bir ’Meclis-i Meb’usân / (Meb’uslar Meclisi, Parlamento) tesis edilmek istendiğinde, istişare’nin gerekliliği ulemâ arasında da tartışma konusu bile edilmiyordu elbette, ama, âyette geçen ’beynehum / aralarında’ ifadesindeki ’hum’a kimler dahil olacaktı?
Bunun belirlenmesinde bir türlü karar verilemiyordu. Sıradan halk kitleleri de bu ’hum’un içinde yer alacak mıydı?
Ve sonra, cumhûr’un, halkın ekseriyetinin iradesi adına denilerek, o iddiayla, adına ’cumhûriyet’ denilen bir sistem kuruldu ki, ortada cumhûr yoktu. Ama, cumhûr adına, cumhur’a prangalar vuran bir kemalist-laik diktatörlük kuruldu ve o diktatörlük, nice ideolojik ve siyasî kurumlarıyla, anayasalara dercedilmiş üstünlük iddialarıyla varlığını hâlâ da sürdürüyor.
İşte bu bakımdan, son 10 yıldır merhale-merhale yapılan ıslah çalışmaları yeterli olmasa bile; yine de, milletimize rahat nefes aldırması açısından, ideale ulaşılması ümidiyle desteklenmesi ve en azından kösteklenmemesi gereken bir durumdur.
*
Şimdi yapılacak olan Cumhurbaşkanı seçiminde, Ortadoğu gibi, hele de son 100 yıldır bütün emperyalist ve şeytanî güçlerin ellerinin devrede olduğu bir coğrafyada, ortada Cumhurbaşkanlığı için 3 aday var.
*
Üç aday.. Tayyîb Erdoğan, Ekmeleddin İhsanoğlu ve Selahattin Demirtaş..
Bunlardan Tayyîb Erdoğan hakkında söz etmeye gerek bile yok.. 25 senedir, yaptıklarıyla, yapamadıklarıyla, karakteriyle, kimliğiyle, yaşayış tarzıyla aşağı yukarı halkın bütün kesimleri üzerinde, herkesin kendi duruş ve bakışına göre hakkında bir kanaat oluşturmuş bir isim.. Ve 20 küsur siyasî partinin olduğu bir ülkede, bu zamana girdiği bütün seçimlerde hep, oylarını arttırarak yükselmiş ve yüzde ellisinin oy’unu kendisine çekebilen bir isim..
Selahattin Demirtaş da, Meclis’teki 4’ncü partinin genel başkanı.. Ve genelde, ılımlı ve kendi görüşünü iyi bir hatib -ve partisindeki arkadaşları arasında da- en makul tiplerden birisi olarak dikkati çeken bir isim..
Diğer aday olan Ekmeleddin İhsanoğlu ise, kelimenin tam mânâsıyla, siyasetten habersiz..
Siyaset bilmeyen birisi olarak, bu zamana kadar hiç bir siyasî mücadelenin içinde yer almamış, ve elini taşın altına koymamış birisi olarak böylesi çetrefilli problemleri olan bir Ortadoğu coğrafyasında Ekmeleddin Bey’in, kendisine yapılan böyle bir teklifi, hemen reddedecek bir olgunluk göstermesi gerekirdi. Hele de, kendisine bu teklifi getirenlerin kendi ismi etrafında, Mehmed Âkif’in arkadaşı olan bir babanın oğlu olması hasebiyle oluşmuş olumlu havayı kullanmak istediklerini düşünmeli ve derhal reddetmeliydi. Ayrıca, Tayyîb Erdoğan Hükûmeti’nce, İslam İşbirliği Teşkilatı Genel Sekreterliği’ne aday gösterilip seçtirilişinin hatırına ve onun bürokratı olarak çalışmış olmasının hatırına da reddetmeliydi.
Ama, o bunu yapamadı ve birbirleriyle 10 yıllar boyu kanlı-bıçaklı iki parti olan CHP ve MHP’nin ortak kararıyla aday gösterilmeyi içine sindirdi ve gösterilen cumhurbaşkanlığı adaylığını hemen kabul etti. Kendisine yazık etti.. Hattâ faraza ve kazaen seçilmiş bile olsa, yine kazanmış olmayacak..
Kendisine yazık etti. Üstelik de günlüm siyaseti bilmediği bir yana, Türkiye’nin son 100 yılında yaşananlardan da habersiz olduğunu sergiledi.
Nitekim, İhsanoğlu 22 Temmuz günü İzmir'de yaptığı konuşmada, M. Kemal döneminde, ’Bütün yetkilerin başbakanda olduğu’nu söyleyip, ’Koskoca Atatürk o yetkileri kendisinde toplayamaz mıydı? Hayır, 1934 Anayasası'na göre yetkiler başvekildeydi.’ diyordu. Böylece kimya prof.’u İhsanoğlu bu konuda ne kadar bilgisiz olduğunu ortaya koyuyordu. Çünkü, M. Kemal döneminde de, İsmet Paşa döneminde de, Türkiye Cumhuriyeti isimli rejim, kesin bir şeflik diktatörlüğüyle yönetildi ve kağıt üzerinde varolan 1924 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (Anayasa) ve diğer kanunlar, bu ’şef’lerin yorumuna göre, şekilden şekle giriyordu.
Dahası, milletin değil, M. Kemal, kendisinin ve dönemin tek parti yönetiminin seçtiği kişilerden oluşan bir göstermelik Meclis’e bile itimad etmediği halde; İhsanoğlu, M. Kemal’in bütün yetkileri Meclis’e devrettiğini ve ’Bütün yetki başbakandaydı. Koskoca Atatürk o yetkileri kendisinde toplayamaz mıydı? Hayır, 1934 anayasasına göre yetkiler başvekildeydi..’ söyleyecek kadar yakın siyasî tarihin acı gerçeklerinden habersiz birisi olduğunu ortaya koyuyordu. İhsanoğlu bu iddialarıyla da yetinmiyor ve daha da ileri iddialarda bulunuyor ve ’o sistemin Atatürk’le başlamadığını, saltanat zamanından beri, İkinci Meşrutiyet’ten itibaren Osmanlı Anayasa'sının da iktidarı başvekile verdiğini. Padişah’ın yetkilerinin sembolik kaldığını’ söylüyor ve böylece kemalizmin fikrî fideliği olan İttihad-Terakkî Hareketi’nin Padişah’ı yetkisiz bir kukla haline getirdiğini göremeyip,’Şimdi Saltanat Devri'nde, Cumhuriyet'in ilk kuruluş döneminden bugüne kadar bu bu şekilde çalışan bu sistemi değiştirmek istiyorsunuz..’ diyerek, kemalist-türkçü-laik diktatörlük döneminin zımnen sürdürücüsü olacağını imrenilecek bir tavır gibi anlatıyor ve böylece, kendisinin de iradesiz bir Cumhurbaşkanı olmayı kabullendiğinin işaretlerini veriyordu.
Ekmeleddin İhsanoğlu, kendisine destek veren irili-ufaklı partilerin herbirisinin hoşuna gidecek, omurgasız, birbiriyle çelişen yığınla iddialarda bulunarak çıktığı bu yolculukta, kendisini, üstelik bir kukla haline getirilecek bir makam uğruna harcamış bulunuyor ve kendisine sunulmak istenen o makamın, kendi değerinden değil, sırf, Tayyîb Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasını önlemek için, muhtemel bir güç birliği oluşturabileceği zannı ile sunulmak istendiğini bile düşünemiyordu. Hiç değilse geçmişte nice cumhurbaşkanları gelip geçmişti ki, bugün halkın çoğu tarafından isimlerinin ya unutulup anılmadığını, ya da lanetle anıldığını düşünseydi, bu acaib yolculuğa çıkmazdı. İsmi etrafındaki ölçülü iyimser yaklaşımların herbirisini de ayaklar altına attı, kendisine yazık etti.. Herhalde onu hiç kimse, bugün düştüğü güç duruma kendisi kadar düşüremezdi.
Siyasî hırslar demek ki, ona en uzak olanları bile böylesine değiştirebiliyor.
*
Adaylardan Selahattin Demirtaş’ın fazla bir iddiasının olduğu söylenemez.. Yine de, o bile, Ekmeleddin İhsanoğlu’dan daha aklı başında konuşmalar yapıyor, propaganda konuşmalarında..
Ama, her iki adayın da ortak çabası, Tayyîb Erdoğan’ın seçilmesini hiç değilse ilk tur seçimlerinde önlemek taktiğine göre şekilleniyor. Eğer, en güçlü aday olarak görülen Erdoğan ilk turda oyların yüzde 50+1’ini bulamaz da seçimler ikinci tur’a kalırsa, o zaman, bir takım karanlık pazarlıklar yapılmak istenecek ve karanlık bir takım oyunlar daha tezgahlanacak demektir.
Öyle bir pazarlık noktasına gelinir de, o pazarlıklara girerse, o zaman bu durum, Tayyîb Erdoğan’ı, kendisini reddetmek noktasına düşürür. Nitekim, o, şimdiden böyle bir pazarlığa yaklaşmıyacağının işaretlerini veriyor.
Ama, öyle bir durum olur ve seçim, ikinci tura kalırsa, emperyalist odakların da, daha başka şeytanî güçlerin de devreye daha bir heyecanla ve iştahla girmek isteyeceğinde şüphe yoktur. Çünkü, onunla Türkiye’nin güçlendiğini görüyorlar ve Türkiye güçlendikçe, müslüman dünyasının mes’eleleriyle daha güçlü şekilde ilgilenmek imkanına kavuştuğunu ve bunun da emperyalist dünyanın geleceği için bir tehdid oluşturduğunu görüyorlar.
.
Unutulmaladı ki, sionist İsrail rejiminin Filistin’de ve hele de son haftalarda Gazze’de işlemekte olduğu korkunç barbarlıklara dünya çapında sesini yükselten tek lider olan ve daha geçen hafta, bir Amerikan televizyonuna verdiği mülakatta, İsrail’i bir ’terör devleti’ olarak açıkça niteleyen, müslümanların bugün yeni bir Haçlı İttifakı karşısında bulunduğundan söz eden, Amerikan Hükûmeti tarafından da kırıcı konuşmakla suçlanan bir Tayyîb Erdoğan, uluslararası emperyalist odaklarca ve onların elinde bir oyuncağa dönüşen Pennsylvania Şeyhi’nin takibçilerinin korkunç bir düşmanlığıyla karşı karşıya..
Emperyalist odaklar, Tayyîb Erdoğan’ın kazanmasının, müslüman halklarının ve coğrafyalarının daha da güçleneceği korkusunu açıkça ifade ediyorlar ve bu ihtimali, müslüman halklar da büyük çapta paylaşıyorlar.
O halde, daha da gelişme istidadı gösteren bu güçlenmenin yolunu şimdiden kesmek gerekiyor
*
Evet, değişimin ezelî -ilahî kanununu tekrar hatırlayalım: ’Bir kavim kendi halini değiştirmedikçe, Allah onların halini kendiliğinden değiştirmez..’
haksöz