Abdullah Büyük

Abdullah Büyük

Biraz Barış, Hiç Barıştır!

İnsan biraz sevebilir, biraz korkabilir. Biraz hoşlanıp, biraz tiksinebilir. Ama biraz barışamaz. Biraz çalışırsanız, biraz kazanırsınız. Ama biraz barışırsanız, biraz kardeş olamazsınız, biraz kalkınamazsınız, biraz ittifak kuramazsınız. Çünkü barış çok müstağni. Sevgi ya da öfke gibi aza kanaat etmiyor. Eğer her şeyiyle, tüm sonuçlarıyla beğenip istemezseniz, size bir tutamını bile vermiyor. Şunu demeye çalışıyorum; sistemler konjonktür hesaplarıyla, ince politik analizlerle barışabilir. Eski defterleri "şimdilik" kapatmış (görünüyor) olabilir. Ama halklar böyle barışmaz. Canlı bir organizma olan halk, "Aslında defterini dürmek vardı ya, sen dünya dengelerine dua et" diye mırıldanarak, her iki tarafın da çıkarları bunu gerektirdiğinden barışamaz. İlki "biraz barış" olabilir, bir süreliğine barış. Ama ikincisi bir "selamet i kâffe"dir. Yani toplu/toptan/tümden barış. İlki aklîdir, hesabîdir. İkincisi kalbîdir ve karşılıksızdır.

Sahi insan neresiyle barışır? Akıl geçmişi kaydeder. Kin ise geçmişte yaşanan acı olayları unutturmayan zekâdan beslenir. Hal böyleyken sorduğumuz soruya "aklıyla" diye cevap verebilir miyiz? Hayır. İnsan "kalbiyle" barışır. Onun için içinden geçtiğimiz barış sürecinde, mâkul sözlere ne kadar ihtiyacımız varsa, "Ama onlar da şunu yapmıştı. Peki ya o kadar şehidin hesabı?" gibi homurdanmaları hiç kesilmeyen mücerret aklı sakinleştirecek "kalbe" de o kadar ihtiyacımız var. "Ülke olarak geldiğimiz nokta, daha demokratik bir ülke hedefi, terörle mücadeleye ayrılan bütçeyle kaç tane daha boğaz köprüsü yapılabileceği" türünden hesaplamalar yapan ve barış sürecine bu meyanda zemin hazırlayan konuşmalar bir yana, ne kadar "akıllanırsak akıllanalım", samimi bir barışın ancak "gönüllenmekle" olacağı kesin. Gönül ehlinin barış sürecine vereceği katkı,  halkın süreci "gönlüyle" okumasının sağlanması ve her iki tarafın da birbirine karşı "gönüllenmesi" adına çok önemli.
Elbette bu bir hamakat çağrısı değil. Ama unutmazsak gerçekten barışamayız. Daha düne kadar bir Kürt kardeşimize potansiyel terör örgütü sempatizanı gözüyle bakıldığını unutmazsak olmaz. "Yeryüzünde yoktur olmaz Türk"e denk" mısralarını korteksten silmezsek olmaz. "Türküz; bütün başlardan üstün olan başlarız. (")Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız" Türk önde, Türk ileri!" diye gururla naralar attığımız yıllardaki "biz algımız"ı unutmazsak barışamayız. "Bu kadar şeyi unutmak, hem tarihimizi, hem de etnik kimliğimizi unutmak, yani "kendimiz"i unutmak anlamına gelmez mi?" dediğinizi duyar gibiyim. Yaşadığı kanlı hesaplaşmaları bile isteye unutan, milletler düzleminde eksene koyduğu millî kimliğini artık mutlaklaştırmadan tanımlama kararı alan bir millet, kendi olarak kalabilir mi? Telaşa kapılmakta haklısınız, biz söyleyelim. Bilakis, gerçek bir millet karakteri, ancak diğer milletleri tanımakla kazanılır.
En başta diğerini kabul edeceksiniz. Varlığını itiraf edecek, haklarını teslim edecek, artık eşitliği ve hukuku kendinize göre tevil etmeye kalkmayacaksınız. Sonra Kürt"e bakıp Türklüğü öğreneceksiniz. Evet, yanlış okumadınız. Kürt olduğunu söylemekten gocunmayan, geleneklerini, adetlerini ve millî karakterini gittiği yere de taşıyan Kürt yekdiğeri, Türk"ün Türklük bilincinin yegâne garantisidir. Bunu anlamak için cümledeki milletin yerine "ben"i, Kürt"ün yerine de "sen"i koymak yeterlidir. İnsan fert planında tüm farklılıklarının ve karakterinin idrakine vararak "ben" diyebilmek için, uzun seneler anne, baba, arkadaş, kardeş aynalarında diğerlerine yani "sen"lere bakar. Hayalet gibi yüzümüzü nereye dönsek kendi yansımamızı aynen gördüğümüz bir dünyada "Gerçekte ben kimim?" sorusuna cevap aradığımızı bir düşünsenize. Ne korkunç bir travma olurdu. Hâlbuki biz Türkiye"de millet olarak yıllardır nereye baksak Türk (olduğunu söyleyen) birini görüyoruz. Okulda öğretmenimiz, mecliste parlamenterimiz, sokakta esnafımız etnisite makinesinde Türklük kalıbına dökülmüş ve aykırı görülen tarafları acımasızca budanmış gibi. Hayatımızın içinde, mahallemizde, aynı asansörde gerçek bir Kürt görmeyeli, Türklüğün ne demek olduğunu unuttuk. Hâsılı, diğerleriyle bir arada yaşama tecrübesi, herkesin kendi değerlerini tanımasına yol açtığı için çift taraflı bir kazanma kuşağıdır.
Bu durum tek bir dinin dayatılması için de geçerli. Gerçek bir Müslüman, diğer dinlerden olanlarla beraber olma tecrübesini en çok kendi için önemser. Türkiye"de ne zaman diğer dinlere/mezheplere mensup olanlar kimliklerini açık açık izhar edebilirler, işte o zaman sağlam Müslümanlar meydana gelir. Zaten böyle olmasa, Medine site devletinin Yahudilerden temizlenmesi gerekirdi. Osmanlı topraklarının 600 yılda gayrimüslimlerden arındırılması, 780 yılda Endülüs"teki Hıristiyanların köklerinin kazınması gerekirdi. Oysa biz, insanlık için yüce Allah"ın uygun gördüğü çoğulcu yasanın, aynıyla kendi hâkim olduğumuz topraklarda da geçerli olmasını istedik. Doğal dengenin, farklı din, kültür, dil gerçeğinin hiç bozulmamasından yana olduk. Çünkü biz, barışın hep tamamına talip olduk. Hiç "mış gibi" barışı düşünmedik. Çünkü biz, bir adı da es-Selam/Barış olan bir Allah"ın, yeryüzünde hep daha çok barış görmek istediğine inandık. Çünkü bizim inandığımız Allah, yalnız kendisinin hüküm verdiği ahiret âlemindeki mutluluk ülkesine "Müslümanlar Ülkesi" adını vermedi. Çünkü biz, bütün hayatımızı, adı "Selam/Barış Yurdu" olan bir cenneti kazanmaya programladık. Haydi, Allah"a kaçalım, yani Barış"a"

yeniakit

Bu yazı toplam 1385 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar