Selâhaddin Çakırgil
Bizim Savaşımızın Ahlâkı Ölçüleri Yok mudur?
Canlılar arasındaki hayat kavgasında ortaya yığınla mücadele metod ve tarzlarının çıktığı bilinmekte, görülmektedir. Bunu günümüzün teknolojik imkanlarıyla tesbit edip, dünyaya göstermek de mümkün olduğundan, nice ilginç örnekleri tekrarlamaya gerek yok..
İnsan ise, canlıların, yaratılmışların en gelişmiş türü.. Eşref-i mahlûkât.. Yaratılmışların en şereflisi..
Ama, öz cevheri itibariyle bu en gelişmiş yaratık, hayvanlardan da aşağı olup, ‘esfel-i sâfiliyn’e, aşağıların da aşağısına yuvarlanabiliyor; meleklerden yüce olup, âlâ’y-ı ıllîyn’e,yüceler yücesine de yükselebiliyor.
Yani, bu kadar geniş bir irade ve hareket alanına sahib kılınmış..
Bu irade serbestliği sadece hayvanlarda değil, meleklerde de yok.. Onların hareket alanı ve iradeleri sınırlı.. Bir takım içgüdülerle donatılmışlardır, ama, yaratılışlarındaki kodların dışına çıkamazlar.
İnsan ise, hattâ, Yaratan’a isyan etmek kabiliyeti ile de donanmış.. Ama, iradî tercihlerinin, amellerinin, kararlarının neticelerinden de sorumlu..
Bir Yaratıcı’nın varlığını kabul etmeyenler açısından mes’ele çok daha karmaşık.. Çünkü, onlara göre her şey bir zann’dan, sanıdan ibaret.. Her şey bir ‘hiç’ten, bir gölgeden ya da bir takım tesadüflerden ibaret..
Bu yüzden, mücerred/ soyut bir tartışma konusunun dışında, konumuzun dışında..
Ama, bir Yaratıcı’nın olduğunu, ya da fikren mutlaka var olması gerektiğini kabul edenler için, çeşitli yollar vardır, çeşitli izahlar vardır, ya da geliştirilmiştir.
Bir Yaratıcı’nın mutlaka varolması gerektiğini düşünenler açısından meselenin kavranılması kolaylaşmaktadır.
Esasen, insanlık tarihi boyunca insanlara zorla hükmetmeye çalışan, kuvvetle, servetle, korkuyla, ölüm veya açlıkla toplumları sindirmeye çalışanlar çıktığı gibi; onları bu gibi tehlike ve tehdidlere karşı korumaya çalışan ve kendilerini Yaratan’ın iradesi dışında hareket etmemeleri içeren uyaran mesajlar ve önderler de vardır.
Bunlara kısaca ‘ilahî din’ diyoruz. Bizim inanç sistemimizde Allah olarak isimlendirilen o Yüce Yaratıcı tarafından gönderilen hayat sisteminin adı..
İnsanın başıboş yaratılmadığını, yaptıklarından dolayı, Yaratıcı’nın huzurunda sorumlu olacağını hatırlatır bu ‘din.’
Ve bütün ilahî dinlerin ortak adı olan, İslam, Yaratıcı’ya; Allah’a teslim olmaktır. Bütünenbiyaullah, ilahî peygamberler insanları bu mânâya çağırmıştır. ‘Lailahe illallah’ın anlattığı mânâ da gerçekte budur. ‘Qûl-u lailahe illallah, tuflihû..’ (Allah’dan başka ilah yoktur, deyiniz ve kurtulunuz..)
Bu ibare, O’na inanan insanlar tarafından, bütün zaman, mekan ve çağlara ve bütün insanlara karşı açıklanmış bir kurtuluş ve özgürlük manifestosudur.
Ve ‘ilahî din’, bize, ‘dinde zorlamanın olmadığını, olamıyacağını, kimsenin kimseye zorla bir inançı kabul ettirme hakkının da bulunmadığını ve böyle bir zorlamanın meşrû da olmadığını ‘lâ ikrahe fi’ddîn..’ hükmüyle bildirmekte, ve bu da, insanın özgürlük alanının özünü ve sınırlarını anlatmaktadır.
İnsan, zorlamalarla, tehdidlerle, korkularda, vehimlerle, tehlikelerle; sindirilerek değil; erginlik yaşına gelip iyiyi- kötüyü ayırd edecek yaşa geldikten sonra, -akıl sahibi olanlar- kendi hür iradesiyle, kendisine bir yol seçer ve seçiminin neticesine de sorumluluğu olan bir kimse olarak katlanır.
*
‘Bu girizgâh bölümüne ne gerek vardı?’ denilebilir. Çünkü, burada anlatılmaya çalışılanlar, hele de İslam inancına sahib olanlarca zâten bilinen hususlardır.
*
Ama, görülmektedir ki, bir takım insanlar, kendi ideolojileri veya iktidar hevesleri veya güce taparlıklarının bir yansıması olarak hayata kendi istedikleri gibi bir şekil vermek isterken, başkalarını esir almaya çalışmakta, başka insanlara zorla kendi isteklerini dayatmakta ve onları İslâm’ın asla tasvib etmediği şekilde zulümlerle yok etmekte ve bu yaptıklarının da İslâm adına olduğunu ileri sürebilmekteler.
Halbuki, onlara böyle zulümleri yapma yetkisini İslam adına kim verdi? (Bu konuya, daha önce, 20 Aralık 2014 tarihli ve ‘Hayır, bu cinayetleri işleten, benim dinim değil!.’ başlıklı yazıda da değinilmişti..)
*
Dünya kamuoyu, günlerdir Irak ve Suriye’deki IŞİD mevzilerini Amerikan emperyalizmine uygun olarak bombardıman ederken düşürülen bir Ürdün savaş uçağının canlı ele geçirilen pilotunun bir kafes içine konularak yakılması hadisesiyle meşgul..
Sahne korkunç..
Yüzleri maskeli onlarca silahlı kişi, bir kafesin etrafında silahlarını çekmişler, kafesin içinde ateşe verilen kişinin yakılışına muhafızlık yapmakta ve güyâ intikam almaktalar.
Bir kafesin içine konulup yakılan insanı seyreden insanlardan bazılarının güldükleri görülüyordu, video görüntülerinde..
Bunun karşısında da Ürdün Kralı Abdullah, en acımasız şekilde mukabelede bulunacaklarına dair yemin etmiştir.
‘En acımasız’..
IŞİD’çilerin yaptığını aynen tekrarlamak ve yakmak da vardır, bu sözün içinde..
Nitekim, IŞİD savaşçısı oldukları gerekçesiyle tutuklu iki kişiyi hemen idâm ettirmiştir, kral cenabları..
Siz herhangi bir ahlâkî sınır tanımadan cezalandıracağınızı söylerseniz, o kıstırılmış durumda olanların tepkisinin mâkul olmasını nasıl beklersiniz?
Amerikan emperyalizmi ve müttefikleri, sionist İsrail rejiminin Filistin’de işlediği bütün cinayetlere, binlerce sivil insanı alevler içinde kavurmasına göz yumup alkış tutarken; hiçbir insanî ve ahlâkî kaygu taşımayanlar, IŞİD savaşçılarının işledikleri cinayetler için dünyayı ayağa kaldırmakta ve onbinlerce km. uzaktan gelip bombalar yağdırmakta ve bir takım yerli piyonlarını da kendi cinayetlerine ortak etmekte..
Evet, IŞİD savaşçıları hele de İslam adına savaştıklarını söyledikleri halde, İslam’ın savaş ahlâkının sınırlarına riayet etmediklerinden ve de, daha bir kabul edilemez cinayetler işlediklerinden asla mâzur görülemezler; ama, bu hususta mazlum postuna bürünen emperyalistler ve onların işbirlikçileri asla haklı sayılamazlar.
*
Elbette, bazıları diyebilecektir ki, ‘yumuşak koltuğuna oturup akıl vermek, ahkâm kesmek, tavsiyelerde bulunmak kolaydır, o pilotun yaptığı zulümle sen karşılaşsan, nasıl tepki verirsin?’
Nitekim, savaş ânında, sivil hedefleri değil, siperleri bile bombardıman ederken uçağı düşürülen ve canlı ele geçirilen pilotlardan nicelerinin nasıl parçalandığına dair, 1980-88 arasında 8 yıl süren İran- Irak Savaşı sırasında birçok örnekler yaşanmıştır.
Evet, ‘qısas’a qısas..’ denilen mantıkla bu noktaya gelenler de bulunuyor. Daha önce de başka şekillerde işlenen nice cinayetlere bu sütunda karşı çıkılırken, bazı yorumcular işbu ‘qısas’a qısas..’ı hatırlatıyorlardı.
‘Efendim, tarihte böyle zulümler ilk olarak mı yapılıyor?’ denilebilir elbette..
Elbette ki ilk kez yapılıyor değil..
Beşer tarihi, hemen bütün devirler boyunca benzer barbarlıkların hemen bütün toplumlar tarafından ve din adına da işlendiği yığınla örneklerle doludur.
Böyleyken, kendi işgal ve cinayetlerinin sonucu olarak da ortaya bir avuç IŞİD savaşçısının ölçüsüzlük ve cinayetkârlıkları, dünyaya verilmek istenen mesajlarda bütün Müslümanların ortak özelliği imiş gibi gösterilmeye ve bütün Müslümanlar tek tipleştirilmeye, bütün müslümanların da IŞİD savaşçıları gibi acımasız olduğu anlatılmaya çalışılıyor.
*
Halbuki, hele de, 70 sene öncelerde, Hiroşima ve Nagazaki’de 300 bine yakın sivil insanı beşer tarihinin gördüğü ilk atom bombalarıyla bir anda kavuran o zamanki Amerikan BaşkanıTruman’ın, -bir savaş gemisinin güvertesinde güneşlerken-, haberi alır almaz, ‘Başardık!’ diye sevinçle havaya sıçrayış sahnelerini gözönüne getirebilirsiniz. Ya da, Balkan ve Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında müslüman halklardan milyonlarcasının hayatına mal olan korkunç katliâm sahnelerini..
Daha sonralarda ise, Keşmir’de, Cezayir’de, Filistin’de, Afganistan’da, Arakan’da, Moro’da, Bosna’da sahnelenenleri.. Ya, Irak’da son 20 yıl içinde Amerikan emperyalizminin işlediği ve 1 milyondan fazla sivil insanın hayatına mal olan korkunç cinayetler..
Buna, Birinci Dünya Savaşı başta olmak üzere birçok savaşlarda, müslüman halklarla gayrimuslim halklar arasında meydana gelmiş olan acı muqatele (karşılıklı öldürme)kampanyalarını da ekleyebiliriz.
Henüz 500 yıl öncelerde Engizisyon mahkemelerinin uygulamaları sırasında, Avrupa’yı kasıp kavuran Katolik ve Protestan mezheblerinin bağlıları arasında cereyan eden korkunç mezheb savaşlarını hatırlayalım.
Kiliselerin duvarları altında ateşler yakılıp, bedenlerine demir çengeller saplanmış karşı mezhebden onbinlerce-yüzbinlerce kimselerin kiliselerin mazgal deliklerinden uzatılıp canlı canlı yakılışını..
Benzer katliâm örnekleri bizim toplumlarımızda da yaşanmadı mı? Tencere dipleri misali, hemen her toplumun geçmişinde böyle siyahlıklar vardır.
Haccâc-ı Zâlim’in uygulamaları ve Şah İsmail’in Tebriz’de bir hafta içinde 10 bine yakın insanı yakışı ve bu duruma itiraz eden annesini bile öldürtüşü gibi örnekler..
Ya da, daha yakın dönemde, 1937’lerde, Dersim’de Seyyid Rıza ve oğlunu astırdıktan sonra cesedlerini yaktırarak geride hiçbir iz kalmamasını emreden kimdi? Ve o kişi, ölümü üzerinden 80 yıla yakın bir zaman geçtiği halde, kanunen boşuna mı korunmaya çalışılıyor?
Şimdi, uzak veya yakın geçmişteki cinayetkârlık dosyaları oldukça kabarık olan toplumlardan niceleri, o geçmişi yok sayıp, sanki sadece IŞİD savaşçıları ilk kez uyguluyorlarmış gibi, bu barbarca cinayetleri lanetlemeye girişiyorlar. Halbuki, bu işe girişenler geçmişteki dosyaları hatırlatıldığında, o günün şartları gibi gerekçelere sığınıyorlar. Halbuki, bu mantık tek başına geçerli olacak olsa, IŞİD savaşçıları da. İçinde bulundukları şartları mazur görülmeleri için bir gerekçe olarak ileri süreceklerdir.
*
Ve elbette insanların bir saldırıya maruz kalmaları durumunda, kendilerini savunmaları, en temel haklarındandır ve bütün canlılara da verilen en temel içgüdülerin başında ‘nefsin korunması ve neslin devamı’ gibi temel ‘sevk-ı tabiî’ler, içgüdüler gelmektedir.
Ancak, bir saldırıya mâruz kalındığında bile, ‘Ben müslümanım..’ diyen insanların kendilerini o inanç sisteminin emirleriyle sınırlamaları gerekmektedir. Kaldı ki, bu sınırlamanın ötesinde, hattâ hiç bir inanca sahib olmayanların bile, Yaratan’ın onların da fıtratına yerleştirdiği vicdanî hassalarla kodlamalarla, nice zulümlere karşı çıktıkları görülür. Hattâ, hayvanlarda bile, bazı canlıların kendileriyle aynı cinsten olmayan başka hayvanları bile çok dar zamanlarında kurtarmaya, saldırganları bertaraf etmek üzere onların yardımına koştukları, kendilerini tehlikeye atacak mücadelelere girildikleri görülmektedir.
O halde, velev ki, en alçakça saldırılara maruz kalsalar bile müslümanların, kendilerini savunurken, yine de inanç ölçülerine ve İslam’ın savaşta riayet edilmesini istediği ahlâkî ölçülere riayet etmemiz gerekmektedir.
Düşmanlarımızın bize yaptığını biz onlara aynen tekrarlarsak, bizim onlardan ne farkımız kalır? Köpek bizi ısırdığında biz de onu ısırabilir miyiz?
Doğrudur ki, insanlık tarihi, savaş adına korkunç cinayetlerle doludur.. Ateşe atıp yakmalar de yeni değildir, boğaz kesmeler de.. Hasımlarını, aç aslanlara parçalattırarak öldürmek gibi canavarlıkları..
Daha gerilerdeki zaman dilimlerinde olanları bir kenara bırakalım.
Kendisinden sırblara, aynıyla mukabelede bulunmak yetkisi isteyen askerlerine merhûm Ali İzzet Begoviç’in dediği üzere, kendilerine karşı savaştıklarımız bizim öğretmenlerimiz değil, düşmanlarımızdır. Savaşta nasıl davranacağımızı düşmanlarımızdan değil, inancımızdan, insanî anlayışımızdan öğreniriz.
Herhalde her birimiz hep dinlemişizdir ki, Hz. Ali, bir savaşta, düşmanını altetmiş, kılıcını ona vuracağı sırada, hasmı ona tükürünce, kılıcını geri çekmiş ve bunun sebebini soran hasmına, ‘Biraz önce seninle Allah için savaşıyordum, şimdi ise, nefsimi tahrik ettin, nefsim için savaşmış olacağım..’ meâlinden karşılık vermiştir.
Yine biliriz ki, en muzır haşerât veya canavarları bile ateşe atmak, yakarak yok etmek gibi bir usûl haram kılınmıştır.
O halde..
Biz müslümanlar, savaş halinde ve en zor şartlarda olsak, hareketlerimizi, davranışlarımızı, mücadelelerimizi inancımızın ölçülerine göre vermek zorundayız. Çünkü, yapacağımız en küçük bir yanlış bile, bizim şahsımıza değil, inancımıza nisbet ve hamledilecektir. Nitekim, bugün yapılan da budur ve müslümanlar denilince, şeytanî güçler tarafından oldukça gaddar insanlar gibi bir algı operasyonu tezgahlanmakta ve bütün müslümanlar tek tipleştirilmekistenmektedir.
Evet, saldırıya uğradığımızda, karşı durmak, kendimizi savunmak, fıtrî bir gerçekliktir. Ama, kendimizi savunurken, savaşın en zâlimce usûllerine mâruz kalsak bile yine de, basit intikam duygularıyla veya hiç bir ahlâkî sınır tanımayan bilinen savaş usûlleriyle değil, inandığımız İslam’ın yüksek ahlâkî-insanî prensiplerine göre hareket etmek zorundayız.
Başka, nasıl bir örnek rahmet toplumu ve vasat ümmet olabiliriz?
haksöz