Selâhaddin Çakırgil
Bu generaller hep mi bu kadar küstah ve utanmaz oluyorlar!
Mısır'da gerçekleşen halk ayaklanması ile, 11 Şubat 2011 tarihinde devrilen 30 yıllık Husnî Mubarek döneminden sonra siyasî sahneye, İkhwan-ul'Muslimîyn' (Müslüman Kardeşler) Teşkilatı'nın organı olarak çıkan Hürriyet ve Adalet Partisi'nin lideri Muhammed Mursî, Cumhurbaşkanlığı'nın ikinci merhalesi için 16-17 Haziran günlerinde yapılan seçimlerin resmî olmayan sonuçlarına göre yüzde 53 ile; Hv. K. eski Komutanı olup, laik cenahın lideri ve Husnî Mubarek döneminin son başbakanı em. General Ahmed Şefîq karşısında seçimleri kazandı..
Ama, esef edilecek bir durumdur ki, 50 milyon kadar seçmenden, sadece yüzde 47'si katılmış oylamaya.. Yani, 23-24 milyon kadarı..
Bu kadar ilgisizliğe rağmen, Mursî'nin kazanmış olması yine de sevinilecek bir durum.. Çünkü, o ilgisizlik içinde, em. General Ahmed Şefiq de kazanabilirdi.. Esasen, Husnî Mubarek'in devrilişinden beri iktidarı elinde bulunduran Yüksek Askerî Şurâ, halkın bezginlik ve umutsuzluğa sürüklenmesi için akıl almaz psikolojik savaş taktiklerine başvuruyor ve iktidarı elinden bırakmıyacağının işaretlerini veriyordu.. Bu cümleden olmak üzere, bu son oylamanın yapılmasından iki gün önce de, geçtiğimiz aylarda yapılan seçimleri, Husnî Mubarek döneminin kalıntısı olan Anayasa Mahkemesi'nin bir kararıyla iptal ettirip, Meclis'i kapatmıştı..
Zannedersiniz ki, TSK ve de T.C. sisteminin Anayasa Mahkemesi'nin 1 sene öncesindeki gibi bir durum orada da aynen bulunuyor.. Hatırlayalım, 2007 Baharı'ndaki Cumhurbaşkanlığı düğümü günlerinde, T.C. Anayasa Mahkemesi de, en akıl almaz entrikaları hukuk adına tezgahlamıştı, TSK'nin ve laiklerin isteklerine uygun olarak..
*
Cumhurbaşkanlığı seçiminin Muhammed Mursî tarafından kazanılmış olmasına rağmen, Mısır'daki iktidar savaşının daha bir çetinleştiğinin, giriftleştiğinin işaretleri de ortaya daha bir çıkmaya başladı..
Nitekim, Mursî'nin kazanması ihtimali üzerine, Yüksek Askerî Şûrâ (Konsey), sonuçların açıklanmasından birkaç saat önce, Anayasa'ya yeni maddeler ekleyeceğini açıklayıverdi..
Bu maddelere göre, Cumhurbaşkanı, Mısır ordusunun işlerine müdahale edemeyecek, askerî tayinleri yapamayacak, askerlerin emekliye ayrılmalarına karışamayacak ve askerî personelin vazifesine son veremeyecek.. Yani, sembolik ve hattâ ismi olan, ama, yetkisiz bir Cumhurbaşkanı..
Daha da önemlisi, 'Başkomutanlık' yetkisi, yeni anayasa yapılıncaya kadar Cumhurbaşkanı'na verilmeyip, Yüksek Askerî Şûrâ Başkanı'nda (şimdiki durum itibariyle, -78 yaşındaki- Mareşal Huseyn Tantavî'nin elinde) kalacak.. Yani, TSK'nın son yüzyıldır, kendisini ülkenin gerçek sahibi olarak vehmetmesi gibi bir yaklaşım, Mısır'da da hükümfermâ..
Şu andan itibaren, bu yetkilere dayanarak, kimbilir daha ne korkunç entrikalar tezgahlamaya kalkışacaklar.. Hattâ, Mursî'nin seçiminin kanunsuz olduğunu bile ilan edebilirler..
Tıpkı, sadece şu son 50 yıl boyunca, T.C.'de yaşanan nice askerî darbe ve müdahalelerden sonra kurulan tuzaklarda olduğu üzere.. Ve 20 sene öncelerde, Cezayir'de olduğu üzere..
Bunların hepsi, aynı kumaştandır..
Yazık ki, bir kaç 'darbeci general', ülkenin üzerindeki sahiblik iddialarına dayanarak, bir gecede bir karar alıyorlar, kendi zorbalıklarını anayasa diye dayatıyorlar, halkın reyiyle işbaşına gelenler ise, o dayatmaları, Meclis yöntemleriyle, yıllarca uğraşarak bile bertaraf edemiyorlar..
Türkiye'de de AK Parti denemesinin, o kadar yüksek halk desteğine rağmen, kemalist-laik rejimin ceberrutluklarına, kanun adına kurmuş olduğu entrika ve tuzaklara, 10 yıla yaklaşan iktidarında bile, ancak adım adım ilerleyerek mukabelede bulunduğu ve o tuzakları etkisiz hale getirmeye çalıştığı düşünülürse, Mısır'da da durumun farklı olmadığını, gelecekte, çok çetin bir iç hesablaşmanın sahneleneceğini tahmin etmek zor değil.. Bunun için de, bu çetin hesablaşmaları, sosyal bünyeyi sarsmadan, en az zarar ve kayıpla atlatabilmek için, nasıl bir zamanlama proğramını takib etmesi gerektiği konusunda, Mursî'nin, Mısır'ın iç şartlarını da gözönünde bulundurarak, takib edeceği bir zamanlama proğramı konusunda, T.C.'deki benzer entrikalarla 10 yıldır boğuşan ve epeyce yol alabilen Tayyîb Erdoğan'dan örnek alması yanlış olmayabilir..
Bu mücadele için dikkat ve cesaret kadar, çelik gibi bir irade ve sabır gerektiği de açık..
Mursî'nin, seçim sonuçlarını açıklarken, 'sadece kendisine oy verenlerin değil, bütün Mısır halkının cumhurbaşkanı olacağını' açıklaması, aynı çizginin takib edileceğini göstermesi açısından iyi bir işaret sayılabilir..
Ancak, asıl görülmesi gereken husus, bu generallerin, kendi halklarına ve ülkelerine karşı bir işgal ordusunun generalleri gibi davranması ve zorbalık, küstahlık ve utanmazlıkta hiç bir sınır tanımamaları..
Bilmediğimiz, âşinâ olmadığımız bir durum değil, yani..
**
Suriye'de oluk oluk kan akarken, hâlâ taktik ve stratejik hesablar..
Mısır'da bu gelişmeler olurken ve müslüman halkın kendi başına buyruk karar vermesi geleneğinin yarınlarlarda kendi iktidar ve saltanatlarına da zarar vereceği korkusuyla, Suûdî Krallığı da Mısır'lı darbeci generallerin arkasında vargücüyle dururken..
Suriye'de de, yarım asırlık bir kanlı, hunhar Baas rejimi ve Esed Khanedanı diktatörlüğünün ayakta kalması uğrunda, oluk oluk insan kanı akması da, şehirlerin topla-tankla ezilmesi suretiyle, bu ülkenin bütün maddî zenginliklerinin mahvı da devam etmekte..
Bir yönetim, sırf kendi iktidarını korumak için nasıl da bu kadar ısrarlı ve korkunç bir cinayetlere imza atabiliyor!..
Başka hiç bir gerekçe zikredilmese bile, sırf, akıttığı bu kan ve uyguladığı katliâmla ve ülkenin hemen her noktasında, bütün şehirleri ancak, tank ve topla, bombardımanla bastıran ve artık, uluslararası hukuk açısından da hiç bir meşruiyetinin kalmadığı açık olan bir rejime, dışardan destek verenler kadar, ona karşı çıkanların da, sırf kendi taktik ve stratejik hesablarına göre bir tavır belirlemekte oldukları, hergün biraz daha ortaya çıkmakta ve Suriye'nin müslüman halkı, bu ateş deryasında bir kobay olarak kullanılmakta..
Buna rağmen, niceleri hâlâ, ya ideolojik hesablarla ya da, bu kan ve ateş deryası haberlerine, 'bir ülkenin yöneticileri, kendi ülkesine ve halkına bu kadar acımasız olabilir mi? diye, saf bir yaklaşımla itibar etmemeye çalışıyorlar..
Halbuki, sadece 100 yıl öncelerde bile, aynı yönetim mekanizmasının şemsiye altında olduğumuz Suriye'de, Cemal Paşa'nın ne korkunç zulümler işlediğini hatırlayabiliyor muyuz? Cemal Paşa'nın adı, Suriye halkının hafızâsında hâlâ ve boş yere mi, 'saffâk' (kan dökücü..) olarak anılıyor?
Hâfızâ-y'ı beşer nisyan (unutkanlık) ile malûldür..' demiş eskiler..
Ergenekon ve Balyoz denilen yargılama dosyalarında yer alan ve reddi kolayca mümkün olmayacak belgelerle hazırlanan iddianamelerde, camilerin hem de cuma namazları esnasında bombalanmasından, İstanbul'un Fatih gibi bazı müteddeyyin semtlerinin 48 saat içinde sür'atle ezilip sonra da, ordunun sahneye kurtarıcı olarak çıkması taktiklerine kadar nice hıyanet planlarını hazırlayanlar da ülkemiz ordusunun anlı-şanlı generalleri değil miydi?
Bugün Suriye'de cereyan eden çetin kıtal üzerine de benzerlerine de ses çıkarmayış, vicdanların körelmesinden, ya da kör bir itaat anlayışının kabullenilmesinden ileri gelmektedir ki, bu da bize yabancı değildir..
Daha da ilgi çekici olanı, Suriye'deki bu korkunç cinayetlerin, yüzde 12'lik bir azlık grubun emrindeki iktidar gücünün emriyle, halkın yüzde 80'ini oluşturan kesimin çocukların oluşan bir ordu eliyle ve o büyük kitleye karşı uygulanmasıdır..
Bu zâlim uygulamaları biz de yaşamadık mı? Birinci ve İkinci Şef'lerin 27 yıl diktatörlükleri boyunca işledikleri korkunç zulümleri bizzat onlar değil, halkın çocuklarından oluşan askerler ve yönetimin emrindeki diğer güçler işlenmemiş miydi?
Bugün Suriye'de de aynı kör itaat sergilenmiyor mu?
Bu gün yaşanan bu facia, Türkiye'deki ordunun ve laik rejimin zulüm uygulamalarının, halkın büyük kesiminin çocukları eliyle işlenişine nasıl da benziyor..
Evet, 1023-50 arası 27 yıl ve sonra 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylûl 1980, 28 Şubat 1997 askerî darbeleri de bizde de aynı kör itaatin tekrarlandığının canlı örnekleri değil mi? (Bu geleneğin tek istisnası, 27 Nisan 2007 Muhtarısı'na karşı Tayyib Erdoğan'ın takındığı dik duruştur..)
Unutmayalım, 1994 yılında İstanbul ve Ankara başta olmak üzere hemen bütün büyük şehirlerin belediyelerinin İslamî eğilimli adaylarca kazanılması üzerine, zamanın SHP (bugünki CHP) lideri Murad Karayalçın, Başbakan Yardımcısı olarak yaptığı bir konuşmada, 'laiklik tehlikeye girerse , herşeyi yakar yıkarız..' dememiş miydi..
Evet, uluslararası satrnaç oyununun çeşitli taktikleri ve hamlelerine göre, dış güçlerin Suriye'de sergiledikleri veya işlettikleri cinayetler bir tarafa; asıl içerdeki durum, bizim toplumumuzu da derinden korkutan bir kör itaat hastalığının ve devlet tapıcılığı ve kutsamacılığının tekrarından başka bir şey değildir..
*
Yunanistan, düzlüğe çıkabilecek mi?
17 Haziran günü Fransa'da ve Yunanistan'da yapılan seçimler ilginç sonuçlar verdi.. Fransa'da, Sosyalist Parti lideri François Hollande, Cumhurbaşkanı seçildikten sonra girdiği genel seçimlerde, hemen hemen bütün merkezî ve mahallî idareleri Sosyalist Parti'nin elinde topladı, geçmişte emsali görülmemiş bir şekilde... Bu da, Fransa'nın hele de Nicolas Sarkozy zamanında, ne kadar başarısız yönetildiğinin ve Fransa'nın sosyo-ekonomik yapısının içten içe, nasıl sarsıntı içinde olduğunun göstergesi olarak kabul ediliyor..
*
Yunanistan seçimlerine gelince..
Hele de, son 2-3 yıldır tam bir iflasın ve derin sosyo-ekonomik buhranın pençesinde olan Yunanistan'da, 6 Mayıs'ta yapılan erken genel seçimlerin ortaya çıkardığı tablo ile hiç bir hükûmet kurulamıyacağı anlaşılınca, yeni bir seçime gidilmesi kararlaştırılmıştı.. Bu karar gereğince, 42 gün sonra, 17 Haziran günü yapılan seçimlerde, hiç bir parti yine kazanamadı, ama, en azından, Yeni Demokrasi ve Pan- Helenik Sosyalist Parti (PASOK) ardından hiçbir parti tek başına iktidara yine gelemedi, ama, Euro'nun kaderi ve AB'nin dağılma sürecine gireceği korkusu açısından önemli bir eşik aşılmış gibi görünüyor. Çünkü, Euro ve AB tarafdarı Yeni Demokrasi ve PASOK'un vekil sayısı 300 sandalyeli mecliste 128+32 ile, 160'ı buldu ve hem Yunanistan, hem de Avrupa şimdilik rahat nefes aldı. ND lideri Andonis Samaras'ın başbakan olacağı bekleniyor.. Yıllarca yüzde 5'lerin altında tarafdar bulabilirken, yaşanan bu büyük kriz boyunca, İMF ve AB baskılarına hayır diyerek yükselen ve yüzde 27'leri bulan Tsipras liderliğindeki Radikal Sol Parti, SRIZA'nın ise, hiç bir koalisyonda yer almıyacağı neredeyse kesin gibi..
Yunanistan'da ortaya çıkan bu yeni siyasî tablodan dolayı Almanya'nın memnun olduğu açık..
Çünkü, AB ve Euro bölgesindeki liderliği tartışılmaz olan Almanya'nın bu güçlü durumu, bir süre daha devam edebilir..
Esasen, Merkel ve Alman medyası, Yunanistan'a bu seçim seçim sonuçlarını açıkça dikte etmişti, 'Cebinize paraları biz koyuyoruz' diyerek..
Nitekim, Almanya'nın birkaç milyon tirajı olan bulvar gazetesi Bild, 16 Haziran tarihli sayısında, 17 Haziran günü sandık başına gidecek olan yunanlılara hitaben yayınladığı tam sayfa ve yunanca ve almanca olarak hazırlanan açık mektubunda 'Paranızı biz ödüyoruz, oy kullanırken aklınızı başınıza alın!' uyarısı yapmıştı..
Bu desturnâmede, fermanda şu ifadeler yer alıyordu:
'Sevgili Yunanlılar,
Siz gururlu bir halksınız..
Yarın, yeni parlamentonuzu seçeceksiniz..
Siz diyorsunuz ki: Biz hürüz..
BILD de diyor ki: Her şey elinizde..
Ama, bir farkla..
Eğer bizim milyarlarımıza ihtiyacınız olmasaydı, o zaman sağdan olsun soldan olsun istediğiniz gibi seçerdiniz. İki yılı aşkın bir süredir banka otomatlarınızdan biz almanların ve diğer Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin koyduğu Euro'lar çıkıyor.
Paralarınızı bizim ödememize rağmen Yunanistan'da almanların Nazi olarak anılmasını komik bulmuyoruz. Her neyse..
Şu çok iyi bilinmeli ki; eğer sizde AB içinde imzalanan bütün anlaşmaları hiçe sayarak tasarruflara ve reformlara son verecek partiler seçimi kazanırsa, biz de ödemeleri keseriz.
Bizim anlaşmamız şöyleydi: Siz ülkenizi kalkındıracaksınız, biz de size bu süreç içinde destek verecektik.
Eğer siz bunu artık istemiyorsanız, o zaman biz de istemiyoruz. Her şey sizin elinizde.
Yarın sizin seçim gününüz. Aslında seçim gününüz de değil. Acılı ve akılcı bir süreç ile tamamen batış arasında bir seçim yapacaksınız.
Korkumuz, bunu daha anlamamış olmanızdır.
Sonsuz sevgilerimizle.. '
*
Evet, böylesi utanç verici bir dikte sözkonusu idi..
Esasen, son zamanlarda, Almanya iç siyasetinde de, bu yönde itirazlar, eleştiriler, yunan halkını alay konusu yapan ve hattâ onlara ağır hakaret mahiyetindeki karikatürler gırla gidiyor ve sokaktaki insanlar, 'Yunanistan'ın yaptığı hesabsız-kitabsız harcamaları ve yüklendiği borçları niye biz ödeyelim?' diye Angela Merkel'in siyasetine karşı çıkıyordu..
Bu durum bugün bize komik gelebilir, ama, borç alan, destur ve emir de alır..
Ama, unutulmasın ki, 30 yıl önce bugünlerde, 1982'de, Alman Federal Başbakanı Helmut Schmidt, T.C. yetkilileriyle, 2,5 milyar marklık bir kredi anlaşması imzaladıktan sonra, İstanbul'a gelmiş ve 'Bu şehir bir domuz ahırına bezniyor!' diye ağır bir eleştiride bulunmuştu..
İstanbul o zamanlar dışardan gelenlere farklı bir şey de söyletmiyordu, esasen.. O zaman bu sözlere T.C. medyasından itirazlar yükseldi, 'Bu sözler, bağımsız bir ülkenin iç işlerine müdahaledir..' diye..
Bunun üzerine, Schmidt yaptığı basın toplantısında, 'Biz bu ülkeye bir anda 2,5 milyar mark yardım veriyorsak, bu, bizim bu ülkenin geleceğinde söz sahibi olduğumuz mânâsına gelir!.' demiş ve herkesi susturmuştu..
Evet, borç veren, destur da veriyordu..
Bugün de aynı tavır Yunanistan için tekrarlanıyor. T.C. rejimi ise, geçmişte yaşadığı, IMF, Dünya Bankası ve benzeri uluslararası kredi kuruluşlarının ve kapitalist devletler ve güç odaklarının ekonomik dayatmalarından şimdilerde olsun, epeyce uzaklaşmış bulunuyor..
haksöz