Selâhaddin Çakırgil
‘Bu Şehr-i Stanbul ki..’ ve, ‘Deryayı Bilmemek..’
Bir şehrin kalbi de bir insanın kalbi kadar kısa ömürlü müdür?
35 yıl aradan sonra İstanbul’u nasıl bulacaktım?
Şaşıracak mıydım, heyecanlanacak mıydım?
Hüzünlenecek miydim?
Belki hiç birisi de değil..
Yalova’dan vapura binip Kartal sahillerine doğru yaklaşırken..
Güvertede kendimi yokladım..
Bakmasını - görmesini bildikten sonra, dünyada güzel olmayan bir coğrafya yoktur.
*
Gözüme çarpan ilk görüntü, hemen bütün İstanbul semalarında yükselen minarelerin, kubbelerin ve de çok yüksek binaların siluetleriydi.
Bir farkla ki, dev yüksek binalar 35 yıl öncelerde çok sınırlı iken, şimdi her tarafta yükseliyor.
Bu noktada, 35 yıl önce, ülke nüfusunun yüzde 35’inin şehirlerde, yüzde 65’inin de köylerde yaşadığı; bugün ise, köylerde yaşayanların yüzde 25’lere düştüğü, yüzde 75’in şehirlerde yaşamaya başladığı ve bizim kültürümüzde, şehir (medine) ile (medeniyet) kelimelerinin aynı kökten geldiği düşünüldüğünde de şehir ve medeniyet ilişkisi bir kez daha hatırlanmalıdır.
Medeniyet denilince de, akla ilk gelen husus, insanların manevî dünyalarındaki ihtiyaçları kadar, yaşadıkları çevrenin maddî veya gözle görünür özellikleridir de.. Mimarîden, yol ve su imkanlarından eskilerin sanayi-i nefîse dedikleri bütün güzel san’atlara varıncaya kadar..
Gelişmişlik -kalkınmışlık deyince işin sadece maddî boyutlarına bakanlar için belki de kabul edilebilir bir olumlu görüntü mevcud bugün İstanbul’da..
Kaldı ki, bugünkü İstanbul bile, bir ömür boyu, başka diyarların hâne ve kaşânelerine bakıp iç geçirenler açısından, hoşlanılmayacak bir manzara da sergiliyor değil.. Hele de, o yüksek binaların hemen herbirisinde bir ayrı mimarî anlayış ve modelin uygulandığına bakılırsa..
Kezâ, Marmaray’ıyla, modern metrolarıyla, metrobüsleriyle, bugünkü İstanbul, gelişmişlik ölçüsünü yüzlerce yıldır elinde tutan Avrupalıları imrendirecek derecededir.
Sabahtan gece yarılarına kadar yüzbinlerce insanın faydalandığı bu, son derece modern imkanlar olmasaydı, herhalde, İstanbul daha bir nefes alınamaz duruma düşerdi. Bu imkanların halka bu kadar kısa bir sürede sunulmuş ve o muazzam alt yapıların kurulabilmiş olması, imrenilenecek bir durum olsa gerek..
Halkımızın pek çoğunun bu yapılanları hayranlıkla ve gururla seyretmesi de bir ayrı sosyal motivasyon konusu..
Genelde sosyetik çevrelere mensub oldukları her hallerinden anlaşılan muhalif unsurlar, bu hayranlık sahneleri karşısında homurdanmadan edemiyorlar, ‘Babalarının paralarıyla mı yaptılar; yaptılarsa, milletin parasıyla yaptılar..’ diyerek.. Ve bu gibi kişilere karşı, ‘Elbette milletin parasıyla yaptılar, ama, daha öncekiler niye yapmamıştı, yapamamıştı?’ diyenler de çıkmıyor değil..
Ayrıca şehrin en uzak bölgelerini birbirine bağlayan ve yakın eden metro’nun ve hele deMarmaray’ın gerçekleştirilmesinden sonra, eskiden iki-üç saatte trafik tıkanıklığında, iki-üç saatte gidilebilen yerlere yarım saatte gidilir olmuş.. Düşünülsün ki, Kartal ile Yeşilköy At. Hava Limanı arasında eskiden üç saatte gidilemiyen yol, şimdi 40 dakikaya indirilmiş..
Alt geçitler, üst geçitler, tüneller, hele Taksim Meydanı’nın yayalara açılıp, trafiğin meydanın altından geçirilmesi.. 10 yıl öncelerde tasavvur bile edilemiyecek ve büyük harcamaları gerektiren düzenlemeler..
Ama, zamanın yollarda daha az harcanması, insanları daha hızlı ve çok çalışmaya da sevketmiş gibi.. Nitekim, insanlar daha bir koşuşturmaca içine girmiş..
Aheste aheste giden insanları görmek eskisi gibi fazla mümkün olamıyor.
Sadece 65-70 yaşın üzerindekiler o durumda denilebilir. Onlar da, kamuya aid bütün toplu taşıt araçlarından parasız faydalanmak imkanlarına kavuşturulmuşlar; havalar iyi olunca, bol bol gezmek, hareket etmek imkanı buluyorlar.. Bu onlar için, bir rehabilitasyon (iyileştirme, eski hale döndürme ve hayata ayak uydurma) fonksiyonu da görüyor.
Ayrıca eskiden yeni mahallelerde pek az görülen küçük mescidler yerine, ve her taraftan görülebilen kocaman câmilerin ve minarelerinin yükselmesi de önemli bir gelişme..
Sanki, toplum 40 yıl öncelere göre daha bir mütedeyyinleşmiş, dindarlaşmış gibi bir yansıma hissedilibiliyor. Kimsenin kimseye kılık-kıyafetinden dolayı baskı yapmadığı, herkesin kendi zevkıne göre yaşamayı esas aldığı bir hayat tarzı, dayatmalarla elde edilen sosyal durumlara göre, daha sağlıklı olsa gerek..
Yahyâ Kemal’in 100 yıl öncelerde kaleme aldığı ‘Ezansız Semtler’ başlıklı makalesinde dile getirdiği kalb sancıları sanki birilerini harekete geçirmiş de, buöyle bir düzenlemeye gidilmiş gibi.. Şahsen, bunu hayırlı bir gelişme olarak görüyorum. Çünkü, toplumlar özellikle büyük sosyal buhran dönemlerinde bağlanabilecekleri, yönelecekleri merkezleri bilemezlerse/ bulamazlarsa, o buhranlar daha bir derinleşir.
*
Öte yandan, geçmişten kalan yıkık cami, medrese, şifahane, kütübhane, çeşme, türbe, kemer, vs. her ne varsa, bu mekanların hemen herbirisinin restore edilip, milletin hizmetine konulmuş olması da hayırlı olduğuna inandığım çok güzel bir gelişme.. Henüz yarım asır öncelerde yıkılmaya-yokolmaya terkedilmiş, etrafı mezbelelik olan bu gibi mekanların restore edilip, çevrelerinin temizlenip düzenlenmesi ve insanın içini karartan o eski viraneliklerin yerinde güzel tarihî mekanların yükselmesinin, bu şehre daha bir asalet kazandırdığı gibi açık.. Bu mekanlar her köşede karşınıza çıktıkça, geçmişin hayırlı devirlerinin hatırlanması da daha bir mümkün oluyor. Karşınıza, tarihin iki büyük imparatorluğunun (Doğu Roma/ Bizans ve Osmanlı) baqıyesi bir olan bir şehir çıkıyor. İhtişamıyla, derin acı ve felaketleriyle, yıkılışlarıyla, dünya tarihinin en önemli stratejik odak noktalarından birini teşkil eden bir şehir..
Elbette bakılan yer ve ölçü alınan değerlere göre farklı neticelere varanlar da olabilir.
Nitekim, hastalıklı bir ruh haline sahib olan ve içinden çıktığı toplumun aslî değerlerine savaş açmış olan Tevfik Fikret, 110 sene öncelerde, İstanbul’u, ‘Bin kocadan arta kalan bîve-i bâkire’ye (bâkire dul’a) benzetiyordu.
*
İstanbul bugün de, tarihteki büyük rolünü fiilen sürdürüyor gibi ve Türkiye’yi ve hattâ bütün Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanlar’ı ve bu coğrafyaların onlarca etnik ve mezhebî unsurlarını sırtında taşıyor, ama, artık kendisini taşıyamıyacak bir noktaya da gelmiş.. Bünyesinde daimî olarak veya gelip geçici şekilde yaşıyanlar, neredeyse 20 milyona yaklaşıyor.
İstanbul’u, merhûm Necîb Fâzıl’ın mısralarında olduğu üzere, ‘Değil güleni, ağlayanı bile bahtiyar..’ gibi, şairâne bir romantizmle tasvir edecek değilim elbette.. Ama, ‘Ol mâhiler(balıklar) ki, derya içredirler, deryayı bilmezler..’ misali, eskiden güzelliğinin çok farkında olmadığım İstanbul’un, coğrâfî konumu ve tabiî güzellikleri ve tarihî zenginlikleriyle benzeri çok az bulunacak bir şehir olduğunu, başka nice şehirleri gördükten sonra daha bir farkettiğimi belirtmeliyim.
Nedîm’in 300 yıl öncelerde ‘Bu şehr-i Stanbul ki, bi-misl’u bahâdır..’ (Bu İstanbul, bahası, değeri biçilemiyecek bir şehirdir..) mısraında belirttiği mânâya tekrar atıfta bulunmak çok da yanlış olmaz herhalde..
*
Tabiatiyle, toplumun iç dinamikleri ve manevî değerleri açısından bir değerlendirme yapıldığında, karşılaşılan tablo ilginçlikler arzediyor..
Psikoloji derslerinde verilen yarısına kadar dolu ve yarısına kadar boş bardak demenin kişinin ruh halini yansıtması örneğinde olduğu üzere..
Fizikî açıdan aynı görüntü olsa bile, hâlet-i ruhiye açısından, farklı bir durum ortaya çıkacağı açıktır. Çünkü, iyimser bakarsanız, yarısına kadar dolu bardak diyebilirsiniz; karamsarbakarsanız, yarısına kadar boş bardak diyebilirsiniz.
Hele de, bugünkü iktidarı düne kadar yıllarca destekleyip, son iki senedir, onu âdetâ baş düşman gibi ilân eden mâlum çevrelerin etkisinde kalmış bir kısım ‘müslüman’ kesimler başta olmak üzere, bazı çevrelerin hayallerindeki dünyadan uzak düştükleri gerekçesiyle yakınmaları, hayıflanmaları da yok değil..
Hele bazı ‘müslüman cemaatler’ arasındaki sürtüşmeler iç karartıyor.
Ama, buna rağmen, âdetâ halkımız kendi öz değerlerine yeniden dönülmekte olmanın rahatsızlık vermeyen bir uslûbla gerçekleşmiş olmasının huzurunu yaşıyor olmalı ki, geçmişteki kemalist- jakobenist müdahalelerin saldırganlıklarını unutmuş.. Müslüman kitleler arasındaki yersiz tartışmalar da bu yakın geçmişi unutmuş olmanın ürünü gibi.. Öyle ki, bazıları kendi cemaatlerinin benimsediği kıyafetlerin dışındaki giyimleri tercih edenleri, -tesettüre riayet edilse bile-, müstehcen sayabilmekteler..
Kimileri de, mevcud yapıdan ideal İslamî bir uygulama örneği çıkarılabileceği hayaline bile kapılıyorlar!
*
Yaklaşık 100 yıllık egemenler olan ‘taife-i laicus’ kadrolarına gelince.. Eski tahakküm edici saldırganlıklarının toplumda alıcısı olmadığını görmüşcesine ve de güvendikleri dağlara kar yağdığını görmüş olmanın umutsuzluğu ve de ekonominin kaymağının yine de kendilerince yenildiğini görmüş olmanın iştiha ve huzuru içinde, kendilerine karşı bir cebhe açılmadıkça, bu sessiz ve derin değişimi kabullenmiş gibi gözüküyorlar; belki de çaresizlik içinde olduklarından..
*
Bu anlatılanlar zâten bilinen şeyler ve 35 yıldır coğrafi olarak uzak düşülmüş olunsa bile, ilgisini asla koparmadığı bir sosyal bünyedeki hemen bütün değişimleri dikkatle takib etmeye çalışan birisinin hiç yabancısı olmadığı ve yakından takib ettiği bir toplumun bazı yansımalarından tesbitler..
Şimdilik, bu sathî tesbitlerle yetineyim.
haksöz