Hakan Albayrak
Buhara Emîri'nin kızı
Dağlı bir Türkmen arkadaşım bir bey kızına âşık oldu. Durumu vahim. Üç yıl önce Manas Destanı'ndan feyz ile yazdığım aşağıdaki hikâyeyi ona ithaf ediyorum.
Aynı hikâye"
***
Yine bir gün Çin'e dalmış gidiyorduk. Kelle kucakta cenk ederken Kürşat'lardan birinin konsantrasyonu bozuldu. Neyse ki düşmanın konsantrasyonu daha bozuktu da çocuğa bir şey olmadı. Geceleyin Yedi Ejderhanın Birbirini Yediği Vadi'de dinlenirken, o Kürşat'a "bugün cenkte niye konsantrasyonun bozuldu?" diye sordum. "Aklıma Buhara Emîri'nin kızı geldi de onun için" dedi.
- Buhara Emîri'nin kızı aklında ne yapıyordu?
- Süt banyosundan çıkmış, vücuduna mis kokular sürmüş, ipek elbiseler giymiş, gözüne sürme çekmiş, sarayın bahçesinde çiçeklerle aşık atıyordu.
- Sonra?
- Sonra birden irkildi.
- Niye ki?
- Çünkü aniden karşısına çıktım.
- Senin orada ne işin vardı?
- Ona ilan-ı aşk edecektim.
- Ettin mi?
- Ettim.
- Nasıl karşılık verdi?
- Saçımın sakalımın birbirine karıştığını, giysilerimin yırtık-pırtık ve pis olduğunu, vücudumdan yükselen kan ve ter kokusunun bahçedeki milyonlarca çiçeğin kokusunu bastırdığını, burnuna at kokusunun da geldiğini, ayrıca lehçemi ve kelime seçimindeki özensizliğimi çok itici bulduğunu söyledi. Ben de gururumu kurtarmak için onu aşağılar mahiyette yüzümü buruşturup yere tükürdüm.
- Peki o bunun üzerine ne yaptı?
- Dehşet içinde babasını çağırdı.
- Babası geldi mi?
- Geldi. "Ne oldu güzel kızım?" diye sordu. Kız dedi ki: "basit bir çadırda doğup at sürülerinin içinde büyüyen ve at gibi kokan bu kaba-saba bozkır çocuğu, bu medeniyetsiz herif, kendini Buhara Emîri'nin biricik kızına layık görüyor babacığım. Üstelik, değersiz aşkını ilan ederken, 'Bir imha savaşı kadar güzelsin' gibi ürkütücü laflar ediyor."
- Emîr ne dedi?
- "Kendine gel!" dedi.
- Sen ne dedin?
- Ben bir şey demedim. Kızıyla konuşuyordu. Onu çok fena azarladı. Dedi ki: "Senin medeniyetin bu medeniyetsiz herifin vahşi naraları üzerinde yükseliyor. O ve onun gibiler at kokmasaydı, ter kokmasaydı, kan kokmasaydı bu sarayın bahçesinden bu çiçek kokuları yükselmezdi. Zaten bu saray da olmazdı. Kütüphaneler de olmazdı. İlim de olmazdı. Astronomi nasıl gelişti sanıyorsun? Yıldızları aydınlatan, astronomların yoluna ışık tutan, bu yabanilerin bozkırda yaktığı şölen ateşidir. Matematik nasıl gelişti sanıyorsun? Onların hesapsızca ölüme atılmaları sayesinde bütün hesaplar bize kaldı. Musiki ilminin gelişmesini bile onlara borçluyuz. Savaş meydanlarında atları kişnedikçe burada musiki gelişiyor. Çin topraklarına düşen her damla Kürşat kanı burada medeniyeti yeşertiyor. Uzak cephelerde aşk ve şevk ile savaşarak cepheyi uzak tutan bu kahramanlar sayesinde esenlik ve estetik içinde yaşıyoruz. Bozkırdaki basit çadırlarına dil uzatıyorsun, halbuki Buhara'nın görkemi o basit çadırlardan geliyor."
- Kız ne dedi?
- Bana dönüp şöyle dedi: "Allah razı olsun, ama taş yerinde ağırdır. Sen benim için Buhara'ya yerleşebilir misin? Yerleşemezsin. Zaten bozkırı, çadırı, atları ve Çinlilerle dalaşı bırakıp gelsen, hamamda bir güzel yıkanıp üzerindeki pis kokuları atsan, çiçek bahçeli bir eve yerleşip barış ve huzur içinde yaşasan Buhara başımıza yıkılır, astronomi ve matematiğin de sonu gelir." Bunu derken babasına bakarak muzip muzip gülümsedi. Ben de altta kalmadım tabii. "Evet" dedim, "Ben Buharalı olursam buhara yıkılır, ama sen bozkırlı olursan bozkıra bir şey olmaz."
- Çok iyi demişsin.
- Ne fayda? Kız gene güldü. Dedi ki: "Bozkıra bir şey olmaz, ama sana bir şey olabilir. Ben hükümdar kızıyım. Kapris yaparım. Öyle ki, uçsuz bucaksız bozkırı sana dar ederim. Bunalıp Çin topraklarına kaçarsın, kendini savaşa verirsin, ama kaprislerim orada da yakalar seni; zihnini kurcalar, konsantrasyonunu bozar."
- Doğru söylemiş. Kız şimdiden haklı çıktı.
- Vallahi öyle.