Selâhaddin Çakırgil
Cumhûr’a, Cumhûriyet Adına Vurulan Zencirlerin Bazıları Kırılırken..
Tayyîb Erdoğan’ın açıkladığı yeni düzenlemeler konusunda, bazıları, ’Dağ fare doğurdu..’ dediler..
Böyle de denilebilir (mi?)
Eğer, illâ da bir dağdan söz etmek gerekirse, herşeyden önce, cumhûra, halkın büyük ekseriyetine, cumhûrun iradesi adına gibi yalanlarla, dârağaçlarıyla ve mâlûm sofralardan yükselen cumhûriyet nârâlarıyla aptalca uygulamalarla, korku ve vehimlerle, yalancı zevklerle ve emperyalistlerin drayatması veya ön onlara özenme şeklindeki aşağılık duygusuyla, asrîleşmek / modernleşmek, yenilikçilik / ilerlemecilik gibi yaldızlamalarla, gerçekte ise, çoğu bir hiç mesâbesindeki zencirlerden oluşan, halkın ve ülkenin faydasıyla hiç bir ilgisi olmayan küçük küçük şeylerden, kocaman bir dağ meydana getirilmişti ki, onun aşılması, 80 küsur yıldır bir türlü mümkün olamıyordu. (Düşünülsün ki, devrim için devrim saplantısı içine giren kişi, 1937’de Diyarbekr’e gidiyor, bu tarihî şehrin adının ‘Diyar-ı bekr’ değil, Diyarbakır olması gerektiğini buyuruyor. Hemen o gece, her yerdeki tabelâlar o buyruğa uygun olarak değiştiriliyor.. Tarihçiler, dilciler, hemen bu ismin etimolojisi üzerine akademk izah diye sundukları saçma-sapan yığınla izahlar yapıyorlar, Yüce Şef’in ufkunun enginliğine medhiyeler düzerek.. Daha sonra da, bir kanun çıkarılıyor, ismin bu şekilde değiştirildiğine dair.. Yahyâ Kemal’in Çemberlitaş İnkılabı deyimiyle anlatmak istediği durum gibi bir şey..
Hatırlayalım.. Y. Kemâl, bir zaman tünelinde 2200’lü yıllara gidip, tarihe bir de oradan bakar. ‘İnkılabçılar, pek çok alanda inkılablar yapmışlar, ama istedikleri sonuca ulaşamamışlardır. Bu arada, gelecek hakkında hayaller kuran bir ‘vatanperver’ çıkar. Bu başarısızlığın sebebinin, Maârif Nezareti’nin (Eğitim Bakanlığı’nın) maârifsizliği olduğunu ileri sürer. İstanbul- Çemberlitaş’ta bulunan eski Maarif Nezareti kaldırılır, yeni bir Maârif Nezareti kurulur. Milletin bütün değerleri, dimağı, eğitimi, aile ve sosyal hayatı, kültürü, yaşayış tarzı, bu Çemberlitaş İnkılabı’nın yüzü suyu hürmetine değiştirilir.’
Bugünlerde kıyısından-köşesinden zorlukla bazı düzeltmeler yapılabilen komiklikler de böyle değil mi?)
Bu, faydasız ve halkımız için zulüm olan engelleri bile aşabilmek ve sosyo-politik yapıyı düzeltmek için, halkın yüzde 50’sini bulan kesiminden destek ve oy alabilen Erdoğan bile, yıllarca beklemek zorunda kaldı. Bundan dolayı suçlanabilir de elbette.. Ama, inqılabçılık / devrimcilik metodunu değil, uzlaşmacılık metodunu tercih ederek, mevcud düzeninin kanunlarını da yine o kanunların sınırları ve şartları içinde kalarak değiştirmeyi hedef edinenlere, ‘Niçin inqılabçılık metodunu seçmiyorsun?’ suçlaması yapmanın bir mânâsı da yok, haliyle.. Kaldı ki, inqılabçılık metodunu benimsemek durumunda, daha ağır bedelleri ödemeye hazır bir sosyo-kültürel yapının olup olmadığı da bir ayrı konu..
Yine de bazıları, ’Aslında hiç de büyük olmayan, ama, 80 yıl öncelerde, ihtimal ki bazı kelleler koparılacaktır denilerek ve öyle de yapılarak gerçekleştirildiği için önemli gözüken bu uygulamaların değiştirilmesi için bu kadar uzun beklenmeli miydi?’ demekten kendilerini alamıyorlar.
Dışarıdan söylemesi kolay da, sahnenin bir tarafını düzelteyim derken, diğer köşenin yıkılması ve sahnenin altında kalma ihtimali de, geçmiş tecrübelerle birlikte düşünüldüğünde.. ’Çok hızlı gitme, belâya yetişirsin; çokta yavaş da gitme, belâ sana yetişir’ sözü de yabana atılmamalı..
Yine hatırlanmalı ki, Erdoğan, ilk 8 yıllık iktidardan sonra, iktidardan uzaklaşmak zorunda kalsaydı, büyük ihtimalle, ’ülkenin sadece ekonomik kalkınmasında başarılı oldu, diğer konularda başarılı hiç bir şey yapamadı..’ diye suçlanacaktı.
Ama, elindeki tek beşerî dayanak olan halk desteğiyle iktidarını uzatmak imkanı buldu da, son birkaç yıldır, kendisinin yapmak istediği, milletin büyük ekseriyetinin de beklediği bazı hassas konulara el atmaya başladı.
Ne var ki, bazı temel değişiklikler için yeni bir anayasa yapılmak istendiğinde, 90 yıllık kemalist-laik rejimin kemikleşmiş kadroları ve Derin Devlet güçleri vargüçleriyle hâlâ da direniyorlar ve hattâ sokak karışıklıklarını bile devreye sokmaktan meded umuyorlar. Hatırlayalım ki, 2007’deki Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde, kemalist-laik-ulusalcı denilen çevrelerin gem’i nasıl azıya aldıkları ve ordunun güçlü komutanlarınca perde ardından yönetildiği şimdilerde Ergenekon ve emsali yargılamalarla ortaya çıkan dev mitinglere ve 27 Nisan / 2007’de -geçmişte, hükûmetlerin düşürülmesi için yeterli olan- bir askerî muhtıra yayınlanmasına bile yol açan sindirme-yıldırma teşebbüslerine pabuç bırakmayan bir Erdoğan’ın geçmişte örneği görülmeyen şekilde dik durmasının semereleri de ortada.. Ama, Erdoğan, 2007 seçimlerini de üstelik oy’unu artırarak tekrar kazanınca..
Başörtülü hanımlar için kamuda kısmen bir serbestlik getirilmesini öngören bir anayasa değişikliğini AK Parti ve MHP oylarıyla, 411 oyla kabul ettirmiş ve amma, bu anayasa değişikliğinin, anayasaya aykırılığı ileri sürülerek, CHP tarafından ibtal davası açılmış, Yargıtay Başsavcılığı’nca da AK Parti aleyhinde, Anayasa Mahkemesi’nde kapatma dâvâsı açılmış ve bu dâvâ, o mahkemede, 6’ya karşı 5 oy ile, tek oy farkıyla reddedilip, sadece para cezasıyla yetinilmiş ve de bu partinin irticaın odağı haline geldiği ise, hükme bağlanmıştı.
(1999 seçimlerinde İstanbul’dan seçilen Merve Kavakçı hanımın, Meclis’den C. Başkanı Demirel’in desteğiyle Ecevit tarafından ‘Burası devlete meydan okuma yeri değildir, bu kadına haddini bildirin..’ diye tepinerek, nasıl kovulduğu, malum güç odaklarıyla laik medyanın ve onların ardından giden kesimlerin nasıl şirretleştiği ve o Ecevit’in, daha sonralarda, Pensilvanya’lardan nasıl övüldüğü ve örnek siyasetçi diye yüceltildiği de, bu vesileyle bir daha hatırlanmalıdır.)
*
Tökezletilmenin sürekli bir kader olmadığı gösterilmeliydi
AK Parti kapatılmaktan kurtulunca.. Tayyîb Erdoğan da artık, daha bir kararlı olarak, bazı anayasa maddelerinin değiştirilmesi için, 26-27 maddelik bir değişiklik paketi hazırlamıştı. Ama, o dönemde anamuhalefet lideri olan D. Baykal, ’Geliniz, bu 26 maddeden şu 3-4 maddeyi çıkaralım, gerisini oybirliği geçirelim, referanduma gerek kalmasın, milletin parası boş yere harcanmasın..’ diye yalvarıyordu âdetâ..
Ama, onun 3-4 madde dediği değişiklik maddeleri o anayasa değişikliğinin asıl mihverini oluşturuyordu. Bu yüzden, o kurnazlıklara teslim olunmadı ve gereken değişiklik yapılıp, referandumda da, yüzde 58 civarında bir kesin halk desteğiyle kabul edilince; bunun ne işe yarayacağı hemen görülmeye başlandı. Çünkü, muvazzaf ve emekli yüzlerce general ve diğer subaylar, darbe teşebbüslerine katıldıkları gerekçesiyle ve de 90 yıldır görülmemiş şekilde hesaba çekildiği görüldü.
Yeterli olmasa bile, o maddelerin değişmesi bile Türkiye’nin çehresini değiştirmişti. Değiştirilen diğer anayasa maddelerinin sağladığı imkanlarla, bir çok yeni sosyal düzenlemeler de yapıldı.
*
’Ben hizmete varım, ama, yaptığım hizmetlere kendi dünya görüşümün, kesin doğruluğuna inandığım değerlerin mührünü vurmazsam, hizmetçi durumuna düşerim..’ diyen bir anlayışın sahibi olanlar açısından, merhale-merhale, hazmettire-hazmettire de olsa ve epeyce yavaş gerçekleşmiş olsa bile, o asıl dikkatin yitirilmemesi açısından ilginç bir gelişim çizgisinin takib edildiği , herhalde rahatlıkla söylenebilir.
Nitekim, Tayyîb Erdoğan tarafından 30 Eylûl günü açıklanan yeni sosyal düzenleme paketinde yer alan konular da, bunun bir kez daha doğrulanması mahiyetindedir. Siyaset bir zamanlama san’atıdır da.. Bu zamanlama yapılırken, asıl bedeli ödeyecek olanlar, kendi hesablarını, mevcud düzenin imkan ve şartlarını da gözetmek zorundalar, tabiatiyle..
*
Bu bakış açısından bakıldığında, Erdoğan’ın son yaptığı açıklamaların bir kısmının, kararnamelerle bile değiştirilecek cinsten önemsiz ve bir Başbakan’ın meşgul olmasını gerektirmeyecek kadar küçücük konular olduğu ortadadır, ama, bunların, halkımıza, 90 yıl boyunca zorla dayatıldıkları asla unutulmamalıdır.
Düşünelim ki, 80 yıldır onmilyonlarca çocuğa, sabahları okullarında derse girmeden önce, belki yüzmilyonlarca kez, milyarlarca kez okutulan bir ’andımız’ rezaleti vardı.
’Türküm, doğruyum, çalışkanım, / İlkem; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, / Yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir./ Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir./ Ey büyük Atatürk! / Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe / Durmadan yürüyeceğime ant içerim. / Varlığım, Türk varlığına armağan olsun. / 'Ne mutlu Türküm diyene! ' deniliyordu bu and / yemin metninde..
Gerçekte ise, bu gibi, tek tip, kurşun asker yetiştirme çabasını yansıtan yeminler, Adolf Hitler’in nasyonal sosyalist, Benito Mussolini’nin faşist ve Josef Stalin’in komünist ideolojik kalıplarının türkçe versiyonundan başka bir şey değildi.
(Bu and’ın, TC. okullarında okutulmaya başlandığı tarih, tam da Hitler’in Almanya’da iktidara geldiği yıl olan 1933 tarihidir. Hitler, iktidara gelmeden önce de, gençlik kamplarında çocuklar her yeni güne, ’Führer'e (lider’e, başbuğ’a, rehber’e, serox’a,) adanmış kanımın her damlasıyla; ben tüm enerjimi ve gücümü Adolf Hitler'e ve ülkeme adayacağıma yemin ediyorum. Bu yolda, bütün varlığımdan ve hattâ hayatımdan bile vazgeçeceğime söz veriyor ve bunun için Tanrı'dan yardım diliyorum..’ diye yemin ederek başlıyorlardı. Kezâ, faşizmin bayrakdarı olan ve ’İl Duce (Duçe)’ (başbuğ / rehber, lider) diye kutsanan Benito Mussolini de, İtalyan mekteblerinde, yeni nesilleri, ’Tanrı’nın yardımıyla, liderimin bütün emirlerini yerine getireceğime, gerekirse bu uğurda kanımın son damlasına kadar mücadele edeceğime yemin ederim, yaşasın faşizm..’ yeminiyle yetiştiriyordu.
Stalin ise, zâten tam bir tanrı olarak sunuluyordu, kitlelere..
M. Kemal’i de tanrılaştıranlar, putlaştıranlar yok muydu, ve bugün de yok mu?
Unutmayalım, o dönemde faşizm, nazizm, komünizm gibi cereyanlara bağlı olmak, bir ayrıcalık ve üstünlük sebebi sayılıyor olmalıydı ki, M. Kemal’in en yakın yakın çevresindeki ideologları da, komünizmin de, faşizmin de gerçekte kemalizmden ilham aldıklarını yazıp çiziyorlardı, kendilerinin bir basit taklidçi olarak görülmelerini engellemek için..)
*
Bu vesileyle değinmeden geçilmeyecek bir ilginç haberi de, Mazlumder Yönetim Kurulu’ndan Receb Karagöz kardeşimiz geçenlerdeki bir mesajında, ’Urfa'da Suriyelilerin kaldığı çadır kamptaki okulda, (M. Kemal’in) Gençliğe Hitabe(si) ezberletiliyor.’ diye geçiyordu, ’Yuhh yani…’ diyerek..
Sahi böylesi saçmalıklara, başka ne denilebilirdi?
1 Ekim günü de MHP lideri Devlet Bahçeli, en çok da, bu and’ın kaldırılmasına karşı çıkıyor ve konuşmasını, yüksek sesle tekrarladığı, ’Varlığım türk varlığına armağan olsun, ne mutlu türküm diyene’. laflarıyla bitiriyordu, farklı etnisiteden milyonlarca vatandaşını 100 yıldır olduğu gibi, tekrar ezmek ve yok saymak istercesine..
*
Kemalist-laik rejimin ayakta kalabilmesi için, öngörülen bu ’kurşun asker’ yetiştirme hedefi, evet, 80 yılımızı aldı-çaldı.. Ve, uzuuun yıllar boyu, bu metne ve o yemine, ‘Nedir bu etnik kutsama sapkınlığı? Türk varlığı denilen şey nedir? Bir insan, türk kavminden bile olsa, kendi insanî varlığını niye bir hayalî türk varlığına armağan etsindi? Hele, bir de türk etnisitesinden olmayan vatandaşlar açısından, bu, daha bir aptalca bir toplum mühendisliği zulmü değil midir?’ diye itiraz edilemedi.
1992’lerde, 20 sene öncelerde, Necmeddin Erbakan, Bingöl’de yaptığı bir konuşmada, ’Sen, müslüman çocukların ağzından Elhamdulillah müslümanım..’ ibaresini alır da, yerine, ’Türk’üm, doğruyum, çalışkanım..’ lafını yerleştirirsen, benim müslüman kürd kardeşim de, ’Ben de kürdüm, ben de doğruyum, ben de çalışkanım..’ demek noktasına gelir..’ dediği için, bu sözleri, 28 Şubat 1997 Zorbalığı günlerinde hatırlanıp, bölücülük yaptığı suçlamasıyla mahkûm ve siyasetten de men’edilmişti. Halbuki, (merhûm) Erbakan’ın en güzel söylemlerinden birisi olan o sözleri, bölücülük değil, tam tersine, müslüman halkın birleştirici harcı idi.
*
Tayyîb Erdoğan’ın açıkladığı ve 90 yıllık Derin Devlet’i, oligarşik diktatörlüğü biraz törpülemeye çalışan son düzenlemeler ve düzenleme niyetleri elbette yetmez. Ama, en başta, kamu alanında, resmî alanda çalışacak hanımlardan isteyenlerin inançlarına uygun kıyafetle çalışmalarına imkan veren düzenleme başta olmak üzere, insanların inançlarının gereğini yerine getirmesini engelleyenlerin, haklarını ihlal edenlerin cezalandırılmasına dair düzenleme olumlu bir gelişmedir. Kılık kıyafet yönetmeliği değiştirilerek kamu kurumlarında baş örtüsü yasağı kalkıyor. (Resmî elbise giymek zorunda olan TSK mensupları, Emniyet ve yargıda hâkim ve savcıların bu düzenleme dışında tutulması ise, Erdoğan’ın ileri düzenlenebileceğini söylediği yeni düzenlemelere bir kapı aralama çabası olarak görülebilir.)
Aynı şekilde, resmî dil olan türkçeden ayrı olarak, vatandaşların ana dillerinde eğitim görmeleri için getirilen özel okullar sınırlaması da kapıyı aralayan bir gelişme olarak ele alınabilir. Bu arada, latin alfabesinden 1928’de ne büyük acılarla, zorlamalarla dayatılan 29 harfli resmî TC. alfabesinde bulunmayan ’q, x, w’ gibi bazı harflerin bile ancak bir Hükûmet düzenlemesiyle hayata geçirilebilmesi, konuların aslında ne kadar küçük ve amma, kemalist devrimcilerin ne kadar mânâsız işlerle meşgul olduklarını göstermesi bakımından düşündürücüdür.
Aynı şekilde, isimleri değiştirilen köylerin eski adlarına döndürülmesi, ayrıca, Tunceli, Güroymak, Aydınlar gibi şehirlerin asıl isimlerinin Dersim, Nurşin, Tillo gibi tarihî isimlerine kavuşturulması için gereken kanun değişikliklerinin yapılacağına dair husus da aynı mahiyette..
Aynı şekilde, yardım toplama konusunda onyıllardır yaşanan zorbalıklar ve özellikle kurban derilerinin, fitre ve zekâtların veya bağışların T. Hava Kurumu gibi, emekli askerlere imkanlar sunmaktan başka ne yaptığı pek bilinmeyen bir kuruma 1934’lerden verilen yetkinin kaldırılması ve vatandaşların yardımlarını, bağışlarını, fitre ve zekatlarını diledikleri yere verebileceğine dair düzenleme de, laik uygulayıcıları utandıracak olumlu bir gelişme olarak görülebilir.
Gayrimuslim vakıfları iade edilsin de, laik rejimin müslüman vakıflarına musallat olması hak mıdır?
Bunlardan ayrı olarak, siyasî faaliyetlere kolaylıklar getiren, ve ayrıcalıkları kaldıran, veya yüzde 10 gibi yüksek seçim barajlarına son vermeye yönelik öneriler de sunulması; gayrimuslimlere aid olup konulmuş vakıfların sahiblerine veya mütevvelli heyetlerine iadesi de olumlu bir gelişmedir. Ama, müslüman vakıflarına laik rejimin nasıl elkoyduğunun da hatırlanması gerekirdi. Evet, konuları suç olmayan bütün vakıfların da sahiblerine veya mütevelli heyetlerine iadesi gerekir..
Ama, öyle bir gizli diktatörlük 90 yıl boyunca ruhlarımıza, düşüncelerimize o kadar işlemiş, zihinler o kadar kelepçeli hâle gelmiş ki, bunları tabiî imiş gibi kabullenebiliyor ve laiklerce gasbedilen haklarımızı hatırlayamıyoruz.
Bunun içindir ki, bu değişiklik konularında, büyük müslüman laik rejimin 90 yıllık uygulamalarının asıl ezdiği büyük müslüman kitleler de dikkatlerini daha bir geliştirmeli, konuyu sadece Erdoğan’ın hatırlamasına veya çabasına bırakmamalı, bütün haksız ve anormal uygulamalara son verilmesi yönündeki çabalara destek vermelidir.
*
Bakınız, bunca haksızlıkları tabiî gibi gören kemalist-laikler itirazlarını yükseltmeye başladılar bile.. Onlar, nice şerr odaklarını tahrik etmek için bundan sonra daha da şirretleşeceklerdir. Nitekim, kendilerini ’genç laikler’ diye niteleyen bir grup, 30 Eylûl günü, Anıt-Kabr’e gitmişler ve son yapılan düzenlemelere karşı çıktıklarını -herhalde tam secde halini çağrıştırmasın diye olsa gerek-, yere yüzükoyun kapaklanarak dile getirip, 75 yıl öncelerde ölmüş olan ’ata’larına bildirmek istemişler. Her türlü kutsala karşı olan laiklik anlayışını benimseyenlere rağmen, laiklerin kutsal ziyaretgahı haline dönüştürülen Anıt-Kabir’de şimdiye kadar, 75 sene öncelerde ölmüş bir kişinin mezarından imdad isteyen, pekçok ’Ata’ya şikayet’ eylemine sahne olmuşken, bu kez, harika (!) bir buluş sergilenmiş.. Amuda kalkarak bir şikayet sahnesi sergileselerdi, herhalde daha da ilgi çekebilirlerdi.. Ki, bu protestocu laikler, büyük ihtimalle, 30-40 yıl önceler ölmüş olan büyük babalarının, dedelerinin mezarlarının yerlerini bile bilmiyorlardır.
haksöz