Selâhaddin Çakırgil
Cumhûr"a zincir vuran bir Cumhuriyet"i tartışmak etrafında..
Cumhuriyet Bayramı yaklaşırken, bu konuyla ilgili tartışmalar bu günlerde daha bir yoğunlaştı..
Bu cümleden olmak üzere, önce ünlü oyunculardan Engin Günaydın"ın 26 Ekim günü, bir tv. proğramında dile getirdiği tesbitlere bakmak gerekiyor.
Şöyle diyor:
""1985'ler falan galiba. Bütün Anadolu'da bir değişim, bir dönüşüm başladı. Darbeden sonra başladı bu değişim. (")
O dönemde herkes bir dönüşüm içerisine girdi. Benim annem de öyle. Hâlâ kara çarşaflıdır. (")Yengemler de kapandı. 3 yengem bir de annem. Ama, abimler istemedi. Yani istemeyince bizimkiler hemen geri çıkardılar. Ama, annemde kaldı. (") Hiçbir zaman ben bu ülkenin vatandaşı olarak göremedim kendimi. Böyle dışlanmış biri gibiyim. Öyle düşünüyorum ama hiçbir zaman bu ülkeliyim demek içimden geçmiyor. Sanki bir süre sonra kovulacağım. ''Hadi sen burda ne duruyosun, toparlan git!.'' dediklerinde şaşırmayacağım gibi geliyor bana. Belki de çocukluğumdan beri rahatsız eden bir ülke olduğu için halde vakti geldi gitmenin diye düşünüyorum. Çünkü (") kimse kimseye tahammül edemez durumda. Birbirleriyle anlaşamıyor. Her an kavga edebilir. Kimsenin gözünün içine bakılmıyor, herkes önüne bakıyor. (") İletişim kopuk olduğu için herkes yalnızlaşıyor ve yalnızlaştığı için korku belasının içine düşüyor."
Bu sözlerde herbirimizin çıkarabileceği bir takım mesajlar yok mudur?
*
Yine bu günlerde, Cumhuriyet dönemiyle ilgili bir diğer değerlendirme de üzerinde durulmayı hak ediyordu..
"Bütün hayatım Avrupa kıtasının içinde, Avrupa'nın sınırında, evimin ya da yazıhanemin penceresinden, Boğaz'ın öteki yakasını, Asya'yı seyrederek ve modernlik ve Avrupa hakkında düşünerek ve dünyanın geri kalanı gibi kendimi taşralı hissederek geçti.
"Batı dışında yaşayan milyarlarca insan gibi, hayatım boyunca zaman zaman hem uzaktan Avrupa'ya bakarak kendi kimliğimin ne olduğunu düşündüm, hem de kendi kimliğimi düşünürken uzaktan Avrupa'nın benim için, hepimiz için ne olabileceğini hayal ettim. Yani bu konularda dünya nüfusunun çoğunluğunun davrandığı gibi davrandım."
Bu sözler, romancı Orhan Pamuk'a aid.. Kopenhag Üni."de, 27 Ekim günü, kendisine verilen bir ödül dolayısiyle yaptığı konuşmadan..
Bu konuşmadan bazı bölümlere daha kulak verelim:
""Kemal Atatürk'ün 1920 ve 30'lardaki batılılaşmacı ve laik reformlarına kalben inanmış yukarı orta sınıf bir İstanbul ailesindenim. Yalnız babam değil, lise tarih öğretmenliği eğitimi almış 1898 doğumlu babaannem de evde Kemal Atatürk gibi "muasır medeniyet" sözünü kullanır, bununla da gene Kemal Atatürk gibi "Avrupa"yı kasdederdi. Evde, çocukluğumda, 1950'lerde, 60'larda Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucularının bu fikirlerinden kimse şüphelenmezdi. 20'nci yüzyılın ortasında, İstanbul'da yukarı sınıf hayatı süren bizler için Avrupa iş bulmak için gideceğimiz, mal alıp satacağımız, ya da sermayedarlarıyla işbirliği yapacağımız bir yer olmaktan çok; medeniyetini örnek alacağımız bir kültürdü. Bu şimdi biraz safiyane bir düşünce gibi gözükebilir. Ama ta 1970'lerde bile Türkiye'nin okumuş yazmış orta sınıfları, Batı dışı ülkelerin iyi eğitim almış bütün orta sınıfları gibi Avrupa'nın harekete geçirdiği düşüncelerden etkilenmeyi, Avrupa'yı kendi ülkelerinin geleceği için bir örnek olarak görmeyi bir saflık olarak görmezdi.
Bu ödülü Ekim 2012'de değil de yedi yıl önce Ekim 2004'te almış olsaydım burada Avrupa konusunda aynı saflık ile konuşmaya özen gösterir, belki de bu törende Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmesinin hepimiz için ne kadar harika olacağını sizlere anlatmaya girişirdim. Ekim 2004'te Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki ilişki en yüksek noktasındaydı. (") Hepimiz istediğimiz Avrupa ülkesinde istediğimiz işe girip çalışabilecektik; Avrupa'ya yolculuk edebilmek için konsolosluk kapılarında uzun kuyruklarda çektiğimiz çileler ve aşağılanmalar da artık kimse bizden vize sormayacağı için bitecekti. Ve en önemlisi tıpkı Yunanistan'a olduğu gibi Türkiye'ye de Avrupa Birliği fonlarından büyük paralar geleceği, yatırımlar yapılacağı için bizler-hepimiz kısa sürede sınıf atlayıp tıpkı Avrupalılar gibi yaşamaya başlayacaktık.
Gazetelerde bu tür şekerli, abartılı haberleri okuduğumda ya da benzeri konuşmalara kulak kesildiğimde arkadaşlarımla birlikte benim de dudaklarımın kenarında bir gülümseme belirirdi. Bu gülümsemede, hem bu palavraları sıkan aşırı iyimserlerin pervasızlığına bir tepki vardı, hem de bu pembe hayallere kısmen de olsa inanmanın verdiği mutluluk vardı. (")"
Evet, bu değerlendirmeler de üzerinde durulmayı gerektiriyor..
Bir de, şu prof.ların tartışmasına bakalım..
26 / 27 Ekim gecesi, bir tv. kanalında, Ali Murad Daryal, M. Nurdoğan ve Zekeriya B. isimli prof.ların kurban konusu ve mes"elesi etrafında saatlerce süren bir proğramı vardı.. Proğramın sunucusu da, bu gibi konularda hemen hiçbir ilgisi - bilgisi olmayan ve "ömrüm boyunca hiç oruç tutmadım.." gibi cümleleriyle değil, 28 Şubat 1997 Zorbalığı ve sonrasındaki dönemde, İslamî örtüye riayet ettikleri için ağır baskılara, zulümlere mâruz kalan müslüman kızlara en terbiyesiz hakaretlerle saldırmasıyla da bilinen ve sözkonusu tv. kanalının başında bulunan F. A. isimli kişi..
Daryal, İslamî sahalardaki "hoca"lığı ile bilinen bir isim..
Daryal, ileri yaşın içinde, konuları takib etmekte ve zorlanıyor ve başkaları başka şeyleri tartışırken, dönüp dolaşıp, önce bıraktığı yere dönüyordu..
Keşke yakın çevresi, ona bu gibi proğramlara katılmamasını tavsiye etselerdi.. F.A."nın, rüşvet-i kelâm kabilinden "Efendim, bu konuları sizin gibi, konunun ehli olan kişi kimselerle tartışalım, istedik.." gibi cümleleri karşısında mest olup, onun, ona tekrar tekrar övgülere yağdırması ise, çoğu kimsenin içini acıtan bir tablo idi, herhalde..
M. Nurdoğan, edebiyatçı bir prof., ama, son yıllarda, özellikle de İslam sözkonusu olunca cür"etkâr çıkışlarıyla göze batmaya başlamış.. Bir çok konuda, Zekeriya B."le paralel düşünüyor, ama, Z. B."nin fren tutmak bilmez saçmaları ve bazı tuhaf iddiaları karşısında; o bile gerçekte kendi durumunu kurtarmak için, ona yalvarırcasına, "Hocam ben sizi kurtarmaya çalışıyorum, siz ise, her şeyi mahvediyorsunuz.." kabilinden serzenişlerde bulunuyordu..
O proğramı ve o uzuuun saatleri, en seçme saçmalarını saatlerce tekrarlayıp durarak zehirleyen kişi ise, tahmin edilebileceği gibi, Z. B. isimli, kapkaranlık ruhlu kişi idi..
Onun ne dediği bazan hiç anlaşılmıyor, bağırıyor-köpürüyor, tamamen kontrolden çıkıyor; sözünün başı ve sonunda söyledikleri arasında birbiriyle çelişen görüşleri dile getiriyordu.. Bu arada, onun sözleri, (Muhteşem Yüzyıl isimli tv. dizisindeki saçmalıklara, ahlâksızlıklara, uzman olarak, tarihî gerçeklere uygunluk görüşü açıklamak gibi bir talihsizliğe de bir süre bulaşmış olan) tarihçi Doç. Erhan Afyoncu"yu bile çileden çıkarmıştı ki, onun telefonla bağlanıp, kendisine, "Bu mübarek günlerde, milletin kurbanıyla, bayramıyla niye uğraşıyorsunuz? Ayıp değil mi bu yaptığınız? Bırakınız, millet inandıklarını huzur içinde yerine getirsin.." kabilinden eleştiride bulunması üzerine, Z.B."ın ağzından köpükler saçarak, ne dediğini kulaklarının bile duymadığı bir "akıl ve lisan frensizliği" ile, ona ve onun şahsında, hemen her mütedeyyin insana karşı sarfettiği çirkin sözleri burada tekrara gerek yok.. Esasen, bu kişinin hiçbir terbiye sınırı tanımayan bir şekilde, ağzına geleni söyleyerek konuşması, toplumun geniş kesimleri tarafından da biliniyordur..
*
Ama, asıl değinilmesi gereken bir diğer tartışma daha vardı ki, akıllara ziyan idi.
*
"Resmî ideoloji ikonu" üzerine bir tartışma ve..
28/29 Ekim gecesi, bir tv. kanalında, saatlerce süren biri tartışma da tarihçi Ayşe Hür ile, yıllardır tv. proğram ve sunuculuğu yapmasıyla bilinen H. Cevizoğlu arasında geçti..
Ama, ne tartışma..
Ayşe Hür, genelde, resmî tarihte iddia olunanların başka yönlerinin olabileceğini ortaya koymaya ağırlık veren ve bu konuda yazılmış olan aykırı görüşleri de topluma duyurmaya çalışan bir isim.. Cevizoğlu ise, sırılsıklam kemalist birisi..
Gerçi, "ben de M. Kemal"in tartışılmasından yanayım" diyordu sık sık, ama, Ayşe Hür"ün ortaya koyduğu bazı tesbit veya iddialar karşısında, saatlerce, devamlı, "Atatürk"e hakaret edildiği" suçlamasını tekrarlaması, bir takım laik odakların devreye girmesini istercesine, gizli davetlerde bulunmaya kalkışması o kadar sıkıcıydı ki, A. Hür"ün, böylesine kemalist inançlı bir tartışmacı karşısında, konuyu sürdürmeyip, proğramı terketmeyi düşünmesi bile ilginç bir karşılık olabilirdi..
A. Hür"ün ideolojik dünyasının hangi limanda olduğu, o kadar önemli değil.. Ama, "M. Kemal"e ateist dedin!" diyen Cevizoğlu"na, "o bir suçlama değil, bir övgüdür.." demesi de, onun düşünce dünyasını göstermeye yeter..
Ama, Cevizoğlu"nun çaresiz kalınca, A. Hür"de, "üniversiteyi 36 yaşında bitirdiği ve 40"ından sonra tarihçiliğe soyunmuş birisi olduğu" gibi -aklınca- noksanlar bulmaya kalkışması, tartışmanın seviyesini göstermeye yeter.. Cevizoğlu, sanırım, o akşam o proğramda olduğu kadar, ilginç bir "seviye" sergilememişti..
Hele, tartışmanın ilerleyen saatlerinde, magazinel tarihçi ve "gazeteci" M. Bardakçı"nın da A. Hür"ün kendisine "Hanedan hayranı" nitelemesi yaptığını ve bunu saldırı olarak gördüğünü kabul ederek, proğrama bağlanıp, Ayşe Hür"e, onun sözleriyle hiç de ilgisi olmayan ağır şekilde saldırması ve onun bir cümlesine karşılık vermek isterken, 10 dakikadan fazla, saldırgan bir nutuk çekip, kemalistliğini isbatlamaya çalışması ve Cevizoğlu"na destek vermeye kalkışması da durumu anlatmaya yeter.. Cevizoğlu"nun Bardakçı"dan gelen bu desteği, 30 yıldan fazla bir süredir aralarında varolan dostlukla izah etmesi de bir ilginç ayrıntı idi..
Proğramın sunucusunun onca hatırlatmalarına rağmen, Cevizoğlu"nun, o akşam, oraya, bir tarih tartışması yapmak için değil, A. Hür"ün kemalist rejimle ilgili olarak ortaya koyacağı her sözünü, her görüşü etkisizleştirmek niyetiyle çıktığı anlaşılıyordu.. Hattâ, öyle ki, M. Kemal"in jakoben/ tepeden inmeci olduğunun ifade edilmesine bile tahammül edemiyen Cevizoğlu.. Hattâ o kadar ki, Cevizoğlu, M. Kemal"in "kuvvetler birliği"ni savunduğunu belirtip, şimdi "kuvvetler ayrılığı"ndan dem vuranların da kemalist olarak ortaya çıktıklarını eleştirmesi üzerine..
A.Hür, "kuvvetler birliği, diktatörlük demektir.." deyince, Cevizoğlu"nun, "Bakınız, yine hakaret ediyorsunuz, Atatürk"e.." diye tepinmesi, ve sonra da, Atatürk"ün putlaştırılmasına kendisinin de karşı çıktığından dem vurması, nasıl bir mantık çarpıklığı ve akıl tutulması içinde olduğunu göstermesi bakımından gerçekten görmeye değerdi.. Halbuki, A. Hür, her ne dese, onun kemalist rejimi temize çıkarmak için cevabı hazırdı..
Öyle ki, A. Hür, İstiklâl Mahkemeleri"nde, yani olağandışı, özel mahkemelerde 60 bine yakın insanın yargılandığını, kimilerinin sürgünlere, ağır zindan cezalarına, kimilerinin de evlerinin yakılması cezasına mahkum edildiğini, çeşitli gerekçelerle idâm edilenlerin ise, 1050 kişi olduğunu ifade edince, Cevizoğlu daha bir yerinde duramıyor, "Atatürk"e diktatör dedin, kaatil dedin.." diye tepiniyordu.. A. Hür de, "Tamam, tamam.. Dersim de katliâmı da olmadı, başkaları da olmadı.." diye ironik bir karşılık verince, muhatabı, "Bak, yine hakaret ediyorsun Atatürk"e, kaatil diyorsun.." diye tepki gösteriyordu..
Orada, o akşam, kemalistlerin çaresizliği, zavallılığı, mantık fukaralığı, zorbalığa dayalı iktidarlarını tamamen yitirmekte olduklarının korku ve hıncı içinde olduklarının sergilenmesi yine de güzeldi, denilebilir.
*
Ecevit meğer, "Merve Kavakçı"ya saldırarak darbe önlemiş!
Gücünün arttığı duygusuna kapıldıkça, ısrarla, siyasî iktidarla dolaylı bir bilek güreşine kalkışan ve "Size destek veren, sizi iktidar yapan bir sosyal kesimin taleblerini gözönüne almak zorundasınız.." diye fatura çıkarmaya çalışan bir cemaatin medyadaki önde gelen isimlerinden birisi (H.G.), geçtiğimiz günlerde, -iktidarını beşerî planda milletin çeşitli kesimlerinin desteğinden aldığını ve kimseye borçlu olmadığını sık sık vurgulayan Tayyîb Erdoğan"ın bu kararlı tavrının bilinmesine rağmen-, yeni bir iddiayla dikkatleri üzerinde topladı..
İddia şu idi:
Nisan-1999 seçimlerinde Fazîlet Partisi"nden İstanbul m.vekili seçilen Merve Kavakçı Hanım"ın Meclis"e başörtülü olarak girmesine, Ecevit"in hattâ Meclis"in geçici başkanından bile izin almaksızın, cebinden çıkardığı bir kağıdı okuyarak, "Burası, devlete meydan okuma yeri değildir, bu kadına haddini bildirin!." diye bağırdığı, köpürdüğü hadise, meğer, bir askerî darbeyi önlemek için yapılmış!!?
Sözkonusu isim, bu iddiasını DSP çevrelerinden aldığı bilgilere dayandırdığını söyledi; "Bozacının şahidi, şıracı.." misali..
Uzak bir geçmişten değil, henüz 13 sene önceki bir barbarlıktan sözediyoruz.
Bu kişi, bu müthiş ifşaatı yapabilmek için, niçin 13 sene beklemiş?
Bir şeyleri yeni öğrenmiş denilse, bu, akla ziyan bir iddia olur.. Çünkü, iddia sahibi, öyle birisi değil.. Ve o zaman da yazı yazıyordu..
Birilerinden mi korkmuş da bu zamana kadar susmuş?
Buna ihtimal verilmesi de kolay değil..
O zaman.. Birçoklarının geçmişte olanları unuttuğunu farzederek, böyle bir çıkış yapmak iddiası da, ona kurnazlık yapıyor gibi bir yakıştırmada bulunmak olacağından, yine hoş olmaz..
O zaman, 13 yıl sonra, böyle bir iddia nasıl dile getirilebilmiştir, sahi?
Hani, yaşamadığımız, bilmediğimiz, şahidleri, delilleri ortada olmayan, rivayetler içinde buğulanmış bir hadise olsa, "Belki de öyledir.." denilebilirdi.. Ama öyle bir durum sözkonusu değil..
Ve sanki, Ecevit"in o kaba ve barbar çıkışın, sadece Merve Kavakçı Hanım"a değil, müslüman halkımızın hemen tamamına yaşattığı acı, bir askerî darbenin yaşatabileceğinden daha hafif imişcesine..
O barbarca ve haksız, zâlimâne çıkışla, toplumumuzun inanç hassasiyetine sahib hemen her kesiminde, yüzbinlerce milyonlarca müslüman derinden ağır baskılar altına alınmadı mı?
Çünkü, o cemaatin, 2007 seçimleri öncesinde dönemin DYP lideri Mehmet Ağar"la çok ciddî bir dirsek temasına geçtiğinin emareleri ortaya çıkmıştı ki, cumhurbaşkanlığı seçimi geriliminin ortaya çıkmasıyla, ülkenin hemen her bir köşesinde TSK destekli mitingler yapılmaya başlanınca.. Ve de Mehmed Ağar, partisine bağlı m.vekillerinin Meclis"te, Anayasa gereği gerekli olduğu kanaati, bir dayatma halinde kabul ettirilen 367 rakamının sağlanması için, oylamaya katılacağını önce açıklamışken, oylamaya katılmaktan son anda vazgeçince ve bunun da TSK"nın emriyle gerçekleştiği ortaya çıkınca..
Tehlikenin büyüklüğü karşısında, o işbirliği eğilimi de sona ermişti..
Bugün de, bu son açıklamalarla, yoksa, sözkonusu cemaatin başka siyasî partilere gözkırpması eğilimi mi var?
Çünkü, sözkonusu cemaat, son iki seneye yakın zamandır, Erdoğan"ı kendi manyetik alanlarına çekmeye çalıştıkça, Erdoğan onların hoşuna gitmeyen bir çok uygulamalara daha bir kararlı şekilde hız veriyor.. Başbakan"ın, özellikle son zamanlarda, özel dershanelerin kesinlikle kapatılacağı yönündeki açıklamaları, sözkonusu dershaneler üzerinde etkili bir kontrole ve çok büyük bir gelir kaynağına sahib olduğu bilinen mezkur cemaatin elinde bulunan gazete ve tv. gibi medya organlarınca -cemaatin birçok çalışmalarına dolaylı olarak balta vuracağı gerekçesiyle olmalı- dikkatli bir şekilde eleştiriliyor..
Bu arada, Ecevit"e sempatisi bilinen CHP lideri Kılıçdaroğlu"na, bu Ecevit hayranlığıyla yaklaşılmaya çalışılıyor gibi, sanki..
Hatırlayalım, sözkonusu cemaatin lideri olan zat, taa başından beri Ecevit"e yakın ilgi duymasıyla ayrı bir şöhret sahibi.. Aynı zâtın, 3 Kasım 2002 seçimlerinde oyları yüzde 1"e inen Ecevit"in siyasetten çekildiğini açıklaması üzerine yayınladığı bir mesajda, onu bütün siyasetçilere örnek olarak bir fazîlet timsali olarak göstermişti.. O"nun, Merve Hanım"a yaptığı o barbarca saldırının üzerinden henüz 3 sene geçmekteyken..
Aynı durum Ecevit"in ölümünden sonra yayınlanan mesajda da tekrarlanmıştı..
Bir müslüman hanıma, sırf inancının gereği olan tesettürü dolayısiyle o kadar seviyesizce yapılan bir saldıran birisinin öylesine yüceltilmesi yolundaki çırpınışların tutarsızlığı ve hiçbir müslümana yakışmadığı hissedilmiş olmalı ki, o davranışı mâzur göstermek için, şimdi, Ecevit"in, aslında, -öyle davranmak istemediği halde- bir askerî darbeyi önlemek için Merve Hanım"a öyle davranmak zorunda kaldığı iddiası ileri sürülüyor, herhalde..
*
Evet, ne acı ve barbarca, vandalca saldırılardan geçti, ülkemiz ve halkımız..
28 Şubat 1997 Zorbalığı"nın birçok izleri henüz de bertaraf edilememişken -ki, Merve Kavakçı, "28 Şubat benim için hâlâ da devam ediyor" demekte haklı..- o dönem sanki hiç yaşanmamış gibi; şimdi, muhalefet partilerinin, "M.vekili seçilmiş kimselerin hapiste tutulması ne demek?" diye feryad edişleri ilginç değil mi?
Hani, o yakın geçmiş olmasaydı ve bugün bu gibi itirazları yükseltenler, belki de haksız sayılmayabilirlerdi..
Ama, bugün, siyasî liderliğini Ecevit"in hâtırâsına sığınarak kabul ettirmeye çalışan Kılıçdaroğlu, darbe teşebbüsünde bulunmak suçlamasıyla, Ergenekon diye anılan dosyadan dolayı ağır cezada yargılanan ve tutuklu iken m.vekili adayı gösterdikleri kişilerin serbest bırakılmaması dolayısiyle, mahkemeleri bile suçlarken..
Bu ülkede, sadece son yarım asırda, 4 kez Askerî Darbe ile hükûmetler devrilmemiş gibi.. Ve de, beşincisi darbe teşebbüsü olan 27 Nisan 2007 Muhtırası"nda dik durulduğu için hedefe varılamamış gibi..
(Bu vesileyle belirtelim ki, yaşı şimdilerde 95"e dayanmış olan ünlü tarihçi Prof. Halil İnancık da kendisinin görüşlerinin toplandığı bir kitabda, Merve Kavakçı Hadisesi ile ilgili olarak, Ecevit"i eleştiriyordu, ama, niçin?
Diyordu ki, "Ne gerek vardı, konuyla ilgili olarak Ecevit"in devreye öylesine girmesine.. Çağırırdınız bir polis komiserini, atın bunu Meclis"den derdiniz, olur biterdi.." diyordu, özet olarak... Evet, henüz 10 yıl öncelerinin bir mes"elesine, kendilerini kemalist rejimin bekçisi olarak görenlerin yaklaşımı genelde böyleydi..)
Evet, dünlerde, üstelik hiçbir suçu yokken, sadece inancının gereğince örtünmüş olan bir m.vekili hanıma karşı barbarca saldıran bir Ecevit"i kendisine örnek olarak seçen Kılıçdaroğlu ve benzerlerinin, ağır ceza talebiyle yargılanırken m. vekili adayı gösterdikleri ve seçtirdikleri kişiler hakkında bugün sergiledikleri çelişkili tutumu nasıl izah etmeli? Kaldı ki, bu mahkemeler, kurucusu olmakla iftihar ettikleri, övündükleri kendi rejimlerinin kurumları..
Bu mahkemelerin ve bu hukuk düzeninin karar ve hükümleri ne kadar âdildir, o, bu konunun dışında.. Dün, halkımızı ezmek için kullandıkları sistemin hukuk düzeninin çarkları bugün kendilerine batınca, feryad ediyorlar, ama, yarın ellerine fırsat geçse, yine aynı hukuk düzeni ile, geçmiş 100 yıllık zulümlerini sürdürmekten el çekmiyeceklerdir..
Çünkü, bu hukuk düzeni, milletin büyük kesimlerine kemalist- laik rejim kadrolarının katı bir şekilde tahakküm etmesinde bir sindirme silahı olarak kullanılıyordu..
Ya, Devlet Bahçeli"ye ne demeli?
İki yıldan fazla zamandır Ergenekon dâvâsından tutuklu olan (ve son olarak da 28 Şubat dönemindeki sorumluluğundan dolayı hakkında tutuklama verilen) bir em. korgenerali, m.vekili adayı olarak gösterip, onun seçilmesinden sonra, mahkemece serbest bırakılmamasını, adâletsizlik olarak niteleyip böyle bir mahkemenin kabul edilemiyeceğini söyleyen Devlet Bahçeli, 1999"da, Merve Kavakçı"yı bir de vatandaşlıktan bile atan hükûmet kararnâmesinin altına, yeni üstlendiği Başbakan Yardımcısı olarak imza atan kişi değil miydi?
Düşünülmeli ki, zamanın Danıştay Başkanı bile, Hükûmet"ten izinsiz olarak yabancı bir devletin tâbiyetine, uyruğuna geçmiş olan herkesin rahatsız olmasına gerek yoktur, Merve Kavakçı Hadisesi özel bir durumdur!." diyordu.
Şimdi, hak, hukuk, adâlet adına feryad koparanlar, itiraz yükseltenler, herşeyden önce, bütün bir son asrı değil, hattâ son 10-15 yılı ve kendi sorumluluklarını hatırlamalı değiller mi?
*
Konumunu korumak için, generale sığınan bir prof..
Ergenekon dâvâsında, İstanbul Üni. Adlî Tıp Enstitüsü'nün öğretim üyeleri hakkında, dönemin 1. Ordu Komutan Org. Hurşit Tolon'a rapor sunulduğu iddiasıyla, bu enstitünün 18 yıllık eski müdürü Prof. Dr. Sevil Atasoy, 23 Ekim günü tanık olarak dinlenirken, ortaya çıkan tablo, ilginç ve utanç vericiydi.. Çünkü, bu prof., müdürlük süresi uzatılmayınca, yerine başkasının tayin edilmesini önlemek için, dönemin 1. Ordu Komutanı"nın yardımlarına sığınmıştı.
Atasoy, şunları kaydediyordu:
"Enstitüdeki müdürlüğümün bitmesine birkaç gün kala rektörü ziyaret edip, (") görev süremin uzatılıp uzatılmadığını sordum. Müdür olarak tayin edilen bir isim söylendi. Yeni müdürün kim olduğunu bilmiyorduk. Enstitü dışındandı. (") Kimi teklif ettiğini bilmiyorum, ama I. Ordu Komutanı'na da soralım denildi. (") 2005 Haziran ayı ortalarında 1. Ordu Komutanlığı'na gittik. 1- 1.5 saat kaldık. Üniversitedeki huzursuzluklar, görevden almalar, yeni tayinler konuşuldu. Ben görev süremin neden uzatılmadığı, enstitüde hiç çalışmamış, dışarıdan bir kişinin neden müdür olarak tayin edildiği konularında bilgisi olup olmadığını sordum. (")Denize düşen yılına sarılır."
Burada, adı geçen Prof. hanım, tanık olarak dinlenmiş, sanık değil.. Ama, 18 yıl müdürlük yaptığı bir kurumdan ayrılmamak için, neler yaptığını, nerelere gittiğini anlatırken, hiç ilgisi yokken, I. Ordu Komutanı"nın bile devreye sokmak istemesi ve onun da, "Bunun benimle ne ilgisi var?" demeden, durumdan vazife çıkarmaya kalkışarak, devreye girmesi, yazılar yazması, bir yerlere sorular sorması ve bilgi/ izah istemesi, T. C. rejiminde işlerin son 100 yıldır, Cumhuriyet adına, nasıl, acaib organize bir tarzda şekillendiğini göstermesi açısından ibretlik bir durumdur..
Bu, küçük bir örnek..
Generaller, kemalistler kendilerini vatanın sahibi olarak bildiklerinden, onlar her şeyde kendilerini haklı ve kanunen yetkili biliyorlardı.. Şimdilerde bu durumları zayıfladıkça, tepiniyorlar, ama, yine Cumhûr adına, Cumhûriyet adına.. Son Cumhuriyet Bayramı günü kemalistlerin Ankara"da sergiledikleri -sözde- kutlama çırpınışları ve karışıklık çıkarma çabaları da yine Cumhuriyet adına idi; ama, kemalist saltanatın, 100"a yaklaşan oligarşik diktatörlüğün korunması niyetiyle..
Cumhuriyet"in, taa başından beri, cumhûr"un halkın ekseriyetinin temel değerlerine karşı bir tuzak olarak kurulduğunu söyleyenler keşke yanılmış ve yanlış düşünüyor olsalardı..
haksöz