Selâhaddin Çakırgil
Değişimin/ kurtuluşun ilâhî kanunu...
Değişimin/ kurtuluşun ilâhî kanunu: "Bir halk kendi halini değiştirmedikçe""
Biz müslümanlar itiqadî açıdan, insanların ırkı, rengi, dili, soyu-sopu açısından, yaratılışta birbirlerine bir üstünlüklerinin olmadığına inanırız.. İnsanların geçmiş asırlardan gelen inanç, kültür ve dil beraberliklerinin, geleneklerinin insan ilişkilerindeki rolü ve etkisi elbette reddedilemez. Ama, netice itibariyle, hangi kavmin bin, hele de iki bin yıl geriye gittiğinde, kökleri nettir? Hepsi de, karanlık dehlize saplanır..
Ama, konu, bütün insanların, Hz. Âdem- Havva"nın nesilleri olduğu inancına bağlı olanlar açısından hiç de karmaşık ve anlaşılmaz değildir.. Bu açıdan bakıldığında, (Sizin en üstününüz, Allah"dan en çok sakınanızdır..) meâlindeki "İnne ekremekum indellahi etqakum.." (Hucûrât-13) âyeti, bu konuda en önde gelen ölçümüzdür..
Böyleyken, filan ırkın, kavmin, rengin, cinsin üstünlüğü veya alçaklığı üzerine görüşler üretip, bu sahte değerleri yüceltmenin insanlık tarihinde ne büyük acılara yol açtığı nasıl görmezlikten gelinebilir?
Hz. Bilâl"e "zenci oğlu" diye aşağılayıcı şekilde hitab eden bir seçkin sahabeyi görünce, Resûl-i Ekrem (S)"in ona, "Sende Câhiliye kalıntıları görüyorum, kendini onlardan temizle!.." diye ihtarda bulunduğunu da hatırlayalım..
Demek oluyor ki, müslümanlar da ırk, renk, kavmiyet vs. gibi bir takım ayırımlar yapıyorsa, bu, müslümanların kusurlarından kaynaklanmaktadır, İslam"dan değil..
Ama, Asr-ı Saadet"ten hemen sonraki dönemde bile, müslümanların şan-şeref, ün yarışlarına tutunduklarını ve toplumları bu sahte değerlerle altetmeye çalıştıklarını görüyoruz.. Hele Emevîler (Benî Umeyye) döneminde, bunun nasıl bir "arabçılık" boyutlarına vardığı ortadadır.. Abbasîler döneminde nisbî bir rahatlama olduysa da, netice itibariyle, o dönem de, arab"ın üstün ve diğer müslüman kavimlerin (mevalî / kendilerine velayet ve hükmolunan diye isimlendirilerek) ikinci derecede oldukları kanaati ve faciası yine yaşandı..
Halbuki, Resul-i Ekrem (S)"den gelen bir hadis rivayetinde, "Arab"ın acem"e; acem"in arab"a üstünlüğü sozkonusu değildir" şeklindeydi ve bu, sırlarca devamlı okunurdu. (Acem"in, türkçede genelde sanıldığı veya anlaşıldığı şekliyle sadece İranlılar değil, arab olmayan diğer bütün kavimler için de kullanılan bir isim-sıfat olduğunu da hatırlayalım bir daha..) Ama, bunun gereğince, ne kadar amel edilmiştir?
*
Duygu ve düşüncelerimizi yönlendiren birkaç küçük acı örnek..
Günümüz dünyasından bir-iki örnek zikretmekte fayda olsa gerek..
Sözgelimi, Suûdî rejiminde bugün.. İnsana bakış, fiilen, pratikteki insan anlayışı nasıldır? Önce belirtilmeli ki, arablar bile birkaç sınıftır..
En üstün olan, Suûd sülâlesine mensub olanlardır; onlar adetâ, bir "sulb-ü mübarek"ten geliyorlarmışcasına kutsanırlar..
İkinci sırada, Suûd rejimi vatandaşı olan öteki arablar..
Üçüncü sırada, "diyar-ı arab"daki diğer arab halklar"
Dördüncü sırada, arabca konuştukları için arab veya arablaşmış sayılan Sudanlılar veya Kuzey Afrika vs. halkları..
Ve sonra, arab kavminden olmayan öteki müslüman halklar.. (Yani, eski tabirle, mevalî denilenler..)..
Daha sonra da, müslüman olmayan diğer insanlar, halklar..
Sonra da, İslam kardeşliğinden ve müslümanların insana bakış açısının nazarî olarak nasıl sağlıklı temellere dayandığından konuşmaya gelince.. Mangalda kül bırakmıyor ve yalnızca, bunun derin etkisinin hissedilememesinden, meyvesinin devşirilememesinden yakınıyoruz.... Halbuki, bu anlayışla o yüksek kardeşlik duygusu ve birlik idraki nasıl filizlenebilir ki?
Suûd rejiminin Cidde"deki Melîk Abdulaziz Üni.de öğretim üyesi olan ve İslamî hassasiyetlere riayetiyle bilinen müslüman bir dostum var..
Onunla yıllar sonra karşılaştım.. Müthiş bir türkçü gibi konuşmaya başlamıştı.. Kaldı ki, bildiğim kadariyle kendisi türk kavminden değil; bir tarafıyla kürd, bir tarafıyla da arab kavminden idi..
Onun konuşmalarındaki o "türkçü" tutumunu yadırgadığımı söyledim, kendisi de kabul etti..
Ama, arkasından niçin bu noktaya geldiğini de kendisine göre izah edip, "Beni bu duruma getiren, "Suûd rejiminin arabçılığıdır.." dedi ve ekledi: "Biz TC vatandaşıyız diye, öyle bir yabancı ve yukardan bakıyorlar ki, ben de onlara yüzünden türkçü oldum, TC pasaportunu onların gözlerinin önüne gururla dayıyor ve biz size 400 yıl hükmettik diyorum.."
Yani, "sui misal, misal olmaz, / kötü örnek, örnek alınamaz" sözünün tam yeri, işte..
Dahası, Osmanlı"nın 400 yıllık saltanatı bir türklük ve türkçülük gururu halinde kabullenip hatırlatılırsa; tarihteki beraberliklerimizi bir tahakküm ve sulta gururu halinde muhatabımıza saygısızlıkla, muhatabımızı tahkire yeltenirsek, karşımızdakinden nasıl saygı bekleyebiliriz?
*
"Size hükmediyorduk değil, bir zamanlar beraberdik.." diyebilmek..
Halbuki, bu gibi durumlarda söylenecek söz, "Bir zamanlar, asırlarca birlikte yaşamıştık.. Sonra , kendi iç zaaflarımız ve emperyalist/ şeytanî güçlerin entrikaları yüzünden ayrı düştük.." şeklinde olmalı değil mi? Böylesine bir birlik ve beraberlik arzusu değil de, dünlere aid bir takım sultacı güçlerin tahakkümünü sahiblenmek tavırları, ortaya soğukluktan ve husûmetten, düşmanlıktan başka ne gibi bir semere çıkarır?
Yalnız kendimiz aşağılandığımızda değil, başkalarının aşağılanması durumunda da, normal insanî tepkileri düşünmeli ve kendimizi onların yerine koyarak, karşımızdakileri anlamaya çalışmalı değil miyiz?
Evet, "sui misal, misal olamaz" derken, bunu sadece kendi aleyhimizdeki durumlarda değil, bütün insanî münasebetlerde gözönünde bulundurmalı, başkalarına yapılanın boyutlarını daha iyi anlayabilmek için, kendimizi, başkalarının yerine koymalı ve "bu gibi tavırlara biz muhatab olsaydık, nasıl bir tepki verirdik?" diye düşünmeliyiz.. Şimdilerde "empati" yapmak denilen şey de bu değil midir?
*
Afganistan"ın bugününde kavmiyetçiliğin de zehirleyici rolü..
Çeyrek yüzyıl öncelerde, komünist Sovyet Rusya işgaline yaman bir direniş sergilenirken parça-bölüklükten kurtulmak için, Afganistan"da, "Afganistan"ın Kurtuluşu İçin İslam Birliği" (İttihad-ı İslamî, bera"y-i âzâdî-i Afganistan..) tabelaları ve flamaları yükseltilmiş ve çeşitli "cihad" teşkilatları, tabelalarını ve bayraklarını, flamalarını indirip, tek bayrak altında birleşmiş gibi bir duruma gelmişlerdi.. Geçtiğim nice yerlerde, "mücahid"ler, üzerinde bu gibi tabela ve flamaların bulunduğu mekanları gösterirken, "Burası gerçekte bizim teşkilatın bürosu.. Yine bizim, ama, şimdi görüntüyü kurtarmak için, bunu kabulleniyormuşuz gibi gözükmemiz gerekiyor.." diyorlardı..
Ve o zaman, bu yeni oluşumun adının kendi içinde, mantıken bir tutarsızlık barındırdığını ve Afganistan kurtulduktan sonra birbirinizle boğazlaşmaya devam mânasını taşıdığını hatırlatarak, bu cümlenin yanlışlığını belirtmiştim..
Ancaaak, Sovyet Rusya güçleri Afganistan"dan çekilmeye karar verdiğinde, önde gelen cihad teşkilatlarının liderlerinden birisi olan Gulbeddin Hikmetyar, Pakistan"ın Peşaver şehrinde 15-20 bin kişinin katılımıyla yapılan bir mitingde, aş"a ağu / zehir dökmüş ve "Afganistan son 300 yıl boyunca, hep peştunlar tarafından idare edilmiştir, bundan sonra da öyle olacaktır!.." demişti.
Ki, 24-25 milyon kadar nüfusu olan Afganistan"da, halk kitleleri, mezhebî açıdan büyük çapta, sünnî- hanefî idi.. Nüfusun onda bir kadarı da şiî müslümanlardı.. Ki, bunlara genel olarak Hezarecat denilir ve bunlar ülkenin en dağlık, en sarp ve verimsiz yörelerinde çetin yoksulluk şartları altında yaşıyorlardı, asırlardır.. Kuzeydoğuda, Bedahşan eyaleti taraflarında da, yüz bini aşkın İsmailî vardır.. Ancaak, bu kitleleri hem sünnîler, hem de şiîler çeşitli gerekçelerle dışlayıp, tamamen İslam-dışı olarak niteliyorlar..
Kavmî açıdan ise, yüzde 40 civarındaki en büyük grup, peştunlardan oluşuyordu.. Geriye kalan gruplar daha küçük yüzde nisbetleriyle, tacikler, farslar, özbek türkleri, belûclar ve sair küçük gruplardan oluşuyordu..
Bu kavimlerin herbirisi de, önlerindeki başka kavmiyetçi sui-misallerden örnekler ediniyorlar.. Bu gibi kavmiyetçilik nazariyelerine mübtelâ toplulukların, o bakış açılarını terketmedikçe iç sosyal çatışmalardan uzak kalabilmesi, nasıl mümkün olabilir? Afganistan şartlarında temin edilmesi zâten çok zor olan sosyal düzenin böylesine çarpık anlayışlarla sağlıklı bir yapıya kavuşması neredeyse imkansız..
Nitekim, Hikmetyar, aklınca elini çabuk tutmuş ve peştunları, kendisinin de mensubu olduğu bu en büyük kavmî topluluğu arkasına almayı denemişti.. (Hikmetyar"ın bu peştun kavmiyetçiliği taassubuna dikkat çekmeye çalıştığım bir makalem 1990"ların başında yayınlandığı zaman, pek çok itirazlar geldiğini hatırlıyorum.. Çünkü, Hikmetyar"ın mücadele içindeki yeri dolayısiyle ona muhabbet besleyenler az değildi..)
Onun bu sözünü duyduğum zaman, "eyvahhh" demiş ve böylece, "büyük fitnenin kopmakta olduğunun işaret fişeğinin patlatıldığını" düşünmüştüm.. Nitekim öyle de oldu..
Onun böyle bir söyleme tutunmasının sebebi, Burhaneddin Rabbanî ve Ahmed Şah Mes"ûd ikilisinin tacik kavminden olmaları idi ve onların, kendisinden önce, Afganistan"a hâkim olabileceğinin endişesini taşıyor, bunu önlemeye çalışıyordu..
Ama, bu korkular, onun korkularını gidermeye yetmemiş ve Sovyet Rusya ordusu"na ağır darbeler vurmasıyla ün salan (merhûm) Ahmed Şah Mes"ud"un komutasındaki güçler başkent Kabil"e girip duruma hâkim olmuş ve Hikmetyar emeline kavuşamamıştı..
Ve ondan sonra, "cihad" grupları diye anılan teşkilatlar arası korkunç kanlı boğuşmalar böylesine bir kavmiyetçi temele de dayandırılınca, sivil halkın verdiği kurbanlar, komünist işgal döneminde bile görülmemiş boyutlara ulaştı ve sonunda da, herkesin safdışı olduğu, yine peştun kavmi ağırlıklı (ve de 13-14 yıllık cihad yıllarında hemen hiçbir rolleri olmayan medrese talebeleri) Tâlibân (Suûdî sermayesi, Pakistan askerî istihbarat kurumu ve Amerika"nın silah ve techizat desteğiyle) devreye dâhil edildi; ama, Tâlibân"ın da, sonunda bir takım büyük tehlikeler oluşturacağı ihtimali ortaya çıkınca, emperyalist güçlerce nasıl bir muameleyle karşılaştığı biliniyor.. Tıpkı Saddam gibi, önce himayeye mazhar olmuşlar ve sonra da, en ağır safdışı edilme saldırılarına.. Ve bu arada, B. Amerika içinde meydana gelen/ sahnelenen 11 Eylûl 2001 Saldırılarından iki gün önce, Ahmed Şah Mes"ud"un katledilmesi de, dengeleri alt-üst eden bir ayrı facia oldu..
*
Ve bugün, Afganistan"da verilen her direniş, Tâlibân adına ve hesabına yazılıyor ve Hikmetyar da, 20 yıl önce Peşaver"de yaptığı konuşmayla ortaya koyduğu peştunist kavmiyetçi yaklaşımından hâlâ vazgeçebilmiş değil ve Tâlibân"la dirsek temasından meded umuyor.. Ve peştunlar adına sergilenen bu kavmiyetçilik taassubu karşısında; öteki kavimler de, genelde mukabil kavmiyetçi cereyanlara kapılıyorlar ve "peştunların tahakkümü altında yaşamamak için" ve her yolu mübah sayıyorlar..
Alınız size; bir takım "aşiretçi, kabileci, hemşehrici veya mezhebçi" dışlayıcı anlayışlara ibtilası olsa bile, kavmiyetçi bir anlayıştan uzak kalmış bir müslüman halkın Afganistan"da sonunda hangi noktaya geldiğine ve bir zehirli sözün, sonunda nelere ve nerelere kadar vardığına acı bir örnek..
Bunları, müslüman coğrafyalarının diğer bölgelerine de teşmil edebiliriz..
*
"Selam ve Kur"an" etrafında birleşen yüzmilyonları zehirlemek..
1910"larda, yani tam 100 yıl öncelerde, Alman Genelkurmayı"ndan bir heyet, alman emperyalizminin karşılaşacağı mes"eleleri araştırmak ve kavramak için, taa Orta Asya"lara kadar uzanan topraklara gönderilir.. Uzuuun süren bir araştırma gezisinden sonra bu hey"etin hazırladığı raporda (özetle) şöyle denilir: "Zagreb"den taa Orta Asya"ya, Balkan"lardan Anadolu, Kafkasya, İran, Afganistan ve Türkistan"a kadar uzanan topraklarda, onlarca kavim, yüzlerce lehçeden farklı topluluklar varsa da, bütün bu kitleleri birbirlerine perçinleyen iki şey vardır.. Selâm ve Kur"an.. O halde, yapılacak her planlamada, bu unsurların varlığı gözönünde bulundurulmalıdır.."
Evet, aynı coğrafyalara bir de 100 yıl sonra bugün baktığımızda, onlarca devlet görüyoruz.. Ve nice kavimler adına devlet oluşturulması için verilen bir o kadar da kavmiyetçi mücadeleler..
Bunların bir kısmı içerdeki zorbalıklara, zulüm ve adâletsizliklere tepki olarak bir çıkış yolu arayışı sonunda zuhûr ederken; çoğunun arkasında da ise, tabiatiyle emperyalist güç odaklarının entrikaları vardı..
Sadece Osmanlı"nın Mekke Emiri iken, ingiliz emperyalizminin "Umman Denizi"nden taa Atlas Okyanusu sahillerine kadar uzanacak büyük topraklarda kurulacak kocamaaaan bir Büyük Arab İmpatarotorluğu"nun başına geçirileceği" vaadine kapılan Şerîf Huseyn"in, Osmanlı"ya isyan ettirilmesini hatırlamak bile yeter..
Zavallı Şerîf Huseyn, paspas olarak kullanıldıktan sonra Kıbrıs"a sürülüp ölünceye kadar orada yaşamaya mahkûm edilir.. Tek tesellisi, oğullarından birinin Irak, diğerinin de Ürdün diye isimlendirilen ve sınırları ayrı ülkeler olarak gelişigüzel çizilen toprakların krallığına getirilmesidir.. Ve Büyük Arab İmpataroluğu yerine ise, 25"den fazla arab rejimi kurulur ve bunların herbirisinin başına da dilleri ve renkleri ve kavmî mensubiyetleri açısından yerli; ama beyinleri, değerleri ve zevkleriyle emperyalistlerin kuklası olmuş kişi veya kadrolar getirilir.. Ve bu rejimlerin aslî vazifesi, kendilerine hayat veren emperyalist güç merkezlerinin maslahat, menfaat ve hedeflerine uygun bekçilik yapmaktır.. (Lousanne Andlaşması sanki farklı bir hedef mi güdüyordu?)
Ve o günlerin fikrî- ideolojik zemini de bu yeni oluşumlara daha bir müsaid hale getirilmeye başlanmıştı.. Hele 1908"deki İkinci Meşrutiyet Hadisesi sonrası ve hele de İttihad-Terakkî"cilerin, çeşitli halklardan oluşan bir Osmanlı Devleti"nin yönetiminde olduklarını unutup, nice ayrılıkçı cereyanları "sui-misal" olarak almaları ve türkçü -turancı hayallere kapılmaları.. Ve, Birinci Dünya Savaşı"nda tadılan ağır yenilgi üzerine, asırlarca birlikte olduğu nice kavimleri ve onların yaşadıkları toprakları terkedip, sadece türklerin yaşadığı toprakları içine alan ve "Mîsâq-ı Millî" (Millî Yemin) adıyla bir "vazgeçilemez sınırlar" çizmeleri ve asırlarca birlikte oldukları öteki halkları bir çırpıda dışlamaları ve hattâ onları "pis arablar.. Pis filanlar.." vs. nitelemelerle aşağılamaları..
İslam Milleti"nin beynine zehir dökülmüştü bir kere ve kalbine oklar fırlatılmıştı.. Bunun etkilerinden kurtulmak elbette kolay olmayacaktı..
*
Birliktelik, menfaat ve güce değil; inanç ve fikir temeline dayanmadıkça..
Ve Anadolu"daki müslüman halkın direnişine de önceleri "türk-kürd birlikteliğiyle verilen bir savaş" diye bakarken, Yunan Savaşı"nın bitmesi ve Lousanne Andlaşması"nda verilen taahhüdler gereği, çok derin sosyal değişimleri gerektiren düzenlemelere girilirken; bunlara karşı ilk ciddî tepki olarak ortaya çıkan Şeyh Said Ayaklanması da fırsat bilinerek.. Kürd halkı yok sayılıverdi.. Artık, sadece türk kavmi vardı.. Hangi kavimden olursa olsun, herkes kendisine türk diyecek, kendisini türk bilecekti..
Halbuki, Anadolu"da müslüman halkın direnişini başlatan "Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri" hiçbir kavmî mensubiyet iddiasına yer vermemiş ve hedefin, "Ahali"y-i İslam"a yapılan mezâlime (zulümlere) son vermek" olduğu açıklanmıştı.. Ama, öte tarafta ise, Meşrutiyet sonrasının ünlü türkçülerinden Rıza Nûr, Ankara"da kurulan Büyük Millet Meclisi"nin adına Türkiye kelimesini ekliyerek, bir resmî belgeye "Türkiye" adını ilk kez yazmış olmanın gururu"nu dile getirecekti, hâtıratında..
Ancaak, o hengamede, başka kavimlerden olanlar böyle bir konuyu mes"ele yapmaktan kaçındılar.. Ama, bu anlayış, daha sonraki yeni kavmiyetçi adımların hukukî-kanunî temelini oluşturacaktı.. Mâdem ki, bu ülkenin adı Türkiye idi, burası da "türklerin vatanı" idi.. (Tıpkı, bazı gazetelerin logolarında hergün yansıttıkları gibi..) Ve diğer kavimler de ancak, kendilerini türk diye niteledikleri zaman burada yaşamak hakkına sahib olabilirlerdi..
Ölümünden 6 ay kadar öncelerde, Alpaslan Türkeş bir tv. kanalında katıldığı bir proğramda, (özet olarak), "Biz de biliyoruz ki, bir imparatorluk yıkılınca, geride yığınla kavimler kalır.. Osmanlı da öyle olmuştur.. Elbette türk, kürd, arab, boşnak, arnavud, çerkez, rum, ermeni vs.. her kavimden insanlar olacaktı.. Biz ne dedik, bütün bu kavimler kendilerini türk diye nitelesinler.. Yani, biz türküz deseler, kıyamet mi kopar yahu?" demişti..
Evet. bu bakış aslında, kemalist /laik+ türkçü rejimin 1923"den beri konuya asıl yaklaşımının çerçevesine oturuyordu.. Ve ülkemizde, çeşitli kavimler ve halklar, asırlarca İslam"ın genel düzenlemesine göre, "müslüman"lar ve de "zimmî /(müslümanların hükûmeti altında yaşamayı kabul etmiş gayrimuslim)ler şeklindeki genel çerçeveye göre yerlerini alıyorlardı.. Ama, her ne kadar, "Devlet"in dini, din-i İslam"dır.." hükmü "Teşkilat-ı Esâsiye Kanunu"nda (Anayasa"da) 1928"e kadar yazılı kaldıysa da, uygulama, Lousanne"da verilen taahhüdler ve yaptırımlar gereği, 1923"lerden başlamıştı.. İslam, halkın en temel inancı ve hayatı yaşamakta ölçü aldığı aslî proğramın sosyal hayattan kişilerin kalbine sıkıştırılması ve orada hapsedilmesi operasyonu, taa o zaman başlamıştı..
Böyle bir durumda, halkının en azından dörtte birini oluşturan bir halkın dışlanması, aşağılanması ve ancak, kendilerini türk olarak nitelemeleri halinde, varlıklarının
Bugün yaşanmakta olan sıkıntıların, gailelerin temelinde 100 yıl öncelerdeki o kavmiyetçilik mikrobu vardır.. Ve ne yazık ki, "müslüman" kimlikleriyle temayüz etmiş nice şahsiyetler bile, 100 yıl öncelerde kaçılan o kavmiyetçilik mikrobunun ve illetinin etki alanında olmayı bir de tabiî bir hal gibi görmeyi kanıksayıp, onunla özdeşleşmişler; türk, kürd, arab, fars vs. hangi kavimden iseler, o kavmi yüce ve üstün görmenin sapkınlığını normal gibi karşılayabilmekteler..
*
Kralın çok sevdiği at ölmüştür, ama bunu kimse haber verememekte..
İmdi.. Gelinen merhalede görülmektedir ki, bu zâlim, zorba, adâletsiz uygulamalar bir kez daha iflas etmiştir.. Ama, "Padişah"ın sevdiği atın ölüm haberini verirsek kellemiz uçurulur.." diye korkan seçkin bakıcıların korkusu örneğinde olduğu üzere, kimse at"ın öldüğünü söyleyememekte.. Halbuki, "at yattı kalkamıyor; nefesini verdi, alamıyor; nalları dikti, indiremiyor.." ve bu kutsal laik-ölü beden defnedilmezse, ortalığı daha bir dayanılmaz bir leş kokusu da kaplıyacaktır..
Çünkü, ölen, bütünüyle "kemalist/ laik+ türkçü resmî ideoloji"dir.. Ama, hâlâ ona bağlılık yeminleri edilmekte, korunması gereken kutsal laik resmî değerler olarak sunulmaktadır, kitlelere.. "Kutsala karşı savaş açmak" niyetiyle devreye sokulan laik sapkınlıklar, hayatiyetini sürdürmek için, kendi kutsallarını ortaya çıkarmak ihtiyacını duymuştur.. Bu bir iflas ilâmıdır..
Bu iflas hali, iyi değerlendirilirse, müslüman halklara, "inandık" dedikleri doğru ölçülere göre yaşama yolunu da açabilir, açmalıdır.. (Ra"d-11)"deki, "Bir halk kendi halini değiştirmedikçe, Allah, onların halini değiştirmez.." mealli âyet, değişimin aslî ölçüsünü vermektedir bize..
Korunacak olan insanlık şeref ve haysiyetidir ve ortaya konulacak olan da, insana bakış anlayışıdır. Faşist, yani, insanı yönetim mekanizmalarına veya toplumun maslahat ve menfaatleri uğruna fedâ etmeyi temel kabul eden anlayışlar terkedilmedikçe, sağlıklı toplumlar nasıl kurulabilir?
Bu açıdan, bugün asıl mes"ele, ne kürd mes"elesidir, ne türk veya bir başka kavmin mes"elesidir.. Mes"ele, her insanın ve her toplumun fıtrî olarak, doğuştan sahib olduğu en tabiî haklarını ivazsız-garazsız olarak kabullenmek ve onlara saygı göstermektir.. Bizim nice müslüman bilinen kişi veya çevrelerimiz bile, hâlâ da, sünnetullah"ın bir gereği olarak var olan kavimleri ve onların ana dilleriyle konuşmalarının en tabiî bir hak olduğunu kabullenemiyorlar.. (Ki, her halk gibi kürd halkının da, kendi anadiliyle konuşmasının, okuyup yazmasının, eğitim görmesinin en tabiî bir hakk olarak kabul edilmesi gerektiğini yazdığım yazılar, İslamî eğilimli kabul edilen bir gazetede bile, kaç kez yayınlanamamıştır, müslüman hassasiyeti taşıyan bazı okuyucuların itirazları delil gösterilerek.. Ve Ali Bulaç anlatmıştı, yıllarca önce.. Mardin"de, annesi sokakta kürdçe konuştu diye jandarmalar tarafından götürülmüş.. Zavallı kadıncağızın, kürdce konuşmadığı, çünkü sadece Mardin arabçasıyla konuşabildiği isbatlandıktan sonra serbest kalması sağlanabilmişti, 1982"lerde.. Böylesine bir zulüm, küçük bir zulüm müdür? Ama, bizim müslüman toplumumuzun büyük bölümü, bunları pek önemsemedi, resmî söyleme paralel bir çizgide kalmayı marifet zannetti.)
İnsanın en tabiî hak ve özgürlüklerini yok sayarak ve zulüm üzerine kurulu rejimleri, yönetim mekanizmalarını reddetmeksizin ve hattâ onları "kutsal devlet" anlayışıyla kutsayarak yapılacak her düzenleme, kısa zamanda geri tepecektir ve eskisinden daha da acı ve zehirli meyveler verecektir..
Çözüm, "türk açılımı, kürd açılımı" gibi laflarda da değildir.. Yapılacak olan, "kemalist laik -türkçü rejim"in iflasını ilan etmek, "defin ruhsatiyesi"ni sâdır etmek ve halk gerçekten de İslamî ölçülere göre yaşamak istiyorsa, ona da bir sınır getirmeksizin, milletin iradesini ortaya çıkaracak bir sosyal düzenlemeyi gerçekleştirmektir..
*
Bunu yaparken, bazıları, "ulus-devlet"in ve de "üniter yapı"nın korunması gerektiğini vurgulamaktan kendilerini alamıyorlar.. Halbuki, hastalığın temeli, bu anlayışlardadır.. Çünkü, bu anlayışlar, uygulandığı her yerde, temel anlayışı gereği, toplumları birbirine düşman etmiş, kendi içlerindeki başka kavmî toplulukları eritmeyi hedef edinmiştir..
Önce Avrupa"da şekillenip oradan dünyaya yayılmış olan "ulus-devlet" anlayışı her ne kadar 1648 -West-Falia Andlaşması"na kadar dayanıyorsa da, her kavmin bir ayrı devlet oluşturması düşüncesi ve adına devlet kurulmuş olan "ulus"un, kavmin diğerlerine üstün sayılması ve bunun "üniter devlet" anlayışı ile daha bir muhkemleştirilmesi, özellikle son 200 yıl boyunca yoğun olarak süregelmiş bir zulüm olmuştur.. Büyük ve güçlü devletler, kendi bünyelerindeki nice kavimleri zenginlik olarak korurken; küçük ve de güçlenmemesi öngörülen devletler, "ulus-devlet" kutsamacılığı adına, kendi içlerindeki öteki yerli-aslî unsurlarla boğuşmalara sürüklenmişlerdir..
Dahası, TC"de her şey, fizikî hayattan 70 sene önce çekilmiş ve iradesi laik -materyalist anlayışa göre yok olmuş bulunan bir "resmî ideoloji ikonu"nun adına ve onun ilke ve devrimlerini kutsamak çerçevesi içinde düzenlenmeye çalışıldığı müddetçe, unutulmamalıdır ki, sonuç, özellikle de son 100 yıllık uygulamanın tabiî sonucundan farklı olmayacak, belki daha da acı olacaktır..
haksöz