Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Dehşetli Bir İtiraf, İthamdan da Öte ve de, Belden Aşağı..

Mes’ele, ‘dershanelerin pratik açıdan bir fayda getirip getirmediği ve kapatılmasının gerekip gerekmediği’  konusunu çoktaan aştı. Konunun on milyarlarca, hattâ yüzmilyarlarca lirayı bulan bir rant kaynağıyla ilgili olduğu şeklindeki iddialar bile neredeyse geride kaldı. Bir taraf, siyasî iktidar ve ülke yönetimi üzerinde, görünmeyen bir el ile tutuyor gözükmeye çalıştığı şemsiye ile söz sahibi olduğunu hissettirmekte ısrar ederken ve bu tavrından, bu merhaleden sonra, geri adım atamıyacağı havasını kamuoyuna zerketmeye çalışılırken..

Siyasî iktidar da, özellikle (İsrail rejiminin, Amerikan makamlarını da etkileyerek değiştirilmesi konusunda ilk tayin edildiği günlerden beri, hakkında olumsuz bir kamuoyu oluşturmaya çalıştığı) MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın bile bir takım manipulasyonlarla yargılanmak istenmesi günlerinden sonra daha bir gerilmiş olan sinirlerin de yönlendirmesiyle, bıçak sırtında, kendi üzerinde görünmez bir el ile tutulmaya çalışılan şemsiyeyi, fonksiyonunu yapamaz hale getirme dikkatinde..

Yani, konu dershanelerin ve o dershaneler üzerinde büyük çapta bir kontrol kurduğu söylenen ve kısaca ‘Cemaat’ diye anılan sosyal kesimin ilgi alanlarını taa baştan aşmış ve uluslararası istihbarat merkezlerinin ilgi alanına gelmiş bir konuydu..

Birileri de bilerek veya bilmeyerek bu oyuna geldi..

Anlaşıldığı kadar, Tayyîb Erdoğan ise, ülkenin ve devletin en temel istihbarat teşkilatının başına güvendiği ve başkalarının özellikle ülke dışındaki MOSSAD ve CIA gibi önemli istihbarat odaklarının ve karar merkezlerinin ise, kuşku ile baktığı bir kişiyi getirmekle çok iyi bir iş yaptığı ve onun harcanması konusunda verilen bir gizli savaşı yitirmemek dikkatinde.. (S. Demirel’in, -1965-80 arasında başbakanlık yaptığı dönemlerde- MİT Müsteşarları’nın kendisine, Afrika’da meselâ Burkinofaso’da bir askerî darbe yapılacağını önceden bildirecek kadar istihbarî bilgi sahibi olduklarını, ama, Ankara’da burnunun dibinde neler olduğundan hiç bir haber veremediklerine dair sözlerini bu noktada bir daha hatırlamakta fayda vardır.)

‘Bu gibi konularla ‘Cemaat’ denilen bir sosyal kesim veya hareketin ilgisi ne?’ denilebilir. Bu konunun daha iyi anlaşılması için, 16 -17 sene öncelere gitmekte de fayda olsa gerek. O zamanlar ‘Cemaat’in baş ismi F.G.’nin en yakınındaki birisi durumunda gözüken ve Zaman’ın o günlerdeki kanûnî sahibi de olan Alaeddin Kaya’nın Tempo dergisine verdiği bir röportaja bakmakta fayda vardır. Sanki, bu konudaki ilk uluslararası adımlar, o zamanlarda atılmış gibidir.

Kısaca özetleyeyim:

F.G., o zamanlar tedavi olmak için B. Amerika’ya gider. Tedavisinin sona ermek üzere olduğu günlerde bir kişi gelir ve kendisine ‘dünyada dinî düşüncenin canlandırılmasında üstün hizmet gösterenler’e verildiği bildirilen bir ödülü, kendisine de vermek istediklerini söylerler. Bu ödülün 250 bin dolar kadar bir malî tarafı da vardır. Ancak Kaya, o ödülün malî tarafını F.G.’nin almak istemediğini belirtir.

Bir süre sonra, aynı adam tekrar gelir ve Papa 2. Juhannes Paulus’la ile görüşmek isteyip istemediklerini sorar. F.G., ‘tedavinin sona ermesini takiben Türkiye’ye döneceklerini, bu konuyu o zaman düşüneceklerini’ belirtir. Ve, o kişi, dönüş takvimini gözönüne alarak, Papa’yla görüşmek için belirlenen randevu tarihini getirir. Kaya, bu arada, nice ünlü dünya liderlerinin bile Papa’yla görüşmek için aylarca beklemek zorunda kaldıklarını hatırlatır.

Ülkeye dönüldükten sonra, F.G., aralarında A. Kaya’nın da bulunduğu bir heyetle belirlenen tarihte Vatikan’a gider ve Papa’yla görüşür.

Bu görüşmeden sonra, bir gün, Patrikhane’den telefon gelir ve Patrik Barthalemeos’un F. G. ile görüşmek istediği belirtilir.

Kaya, bu durumu telefonla Millî Güvenlik Kurumu (MGK) Gen. Sekr. Org. İlhamî Kılıça bildirdiğini; Org. Kılıç’ın da kendisine, ‘Onlar sizden Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması için yardımcı olmanızı isteyebilirler, siz de onlardan Selanik’de bir İmam- Hatib Okulu açılması için yardımcı olmalarını isteyiniz..’ gibi bir zımnî ‘olur’ verir. (O günlerde, ülke içinde, İmam-Hatib Okulları’nın kapatılması için her yolu deneyen bir görüşün uygulayıcılarından olan bir Org. Kılıç’ın bu teklifi ilginç değil mi?)

Kaya’nın bildirdiğine göre, durumu F.G.’ye aktardığında, o, ‘Selanik’de İmam-Hatib değil, bir Atatürk Enstitüsü açılmasını isteyelim..’ der. Kaya bu görüşü, MGK Genel Sekreteri’ne  bildirdiğinde, Org. Kılıç’ın tepkisi ilginçtir:

‘-Vallahi harikasınız Alaeddin Bey!..’

O ilginç röportajı, yıllar sonra ve hatırda kalan özünü yansıtan noktalarıyla bu kadarca özetledikten sonra..

Gelelim, bugüne..

*

Mâlum kişi ve çevresinin açık olmayan ya da kapalı veya karanlık ilişkileri hakkında, çeşitli mahfillerde bir yığın iddia tekrarlanıp duruyor; ama, ‘Zannın çoğundan kaçınınız!’ meâlindeki ilahî-ahlâkî hükümler gereği, bunlara kulak tıkamak ve hattâ ölçüsüz olduğunu tahmin ettiğimiz iddia ve yorumlara karşı çıkmak durumundayız. Tamam, ‘zann’, bize bazı ipuçları verebilir, bazı şeylerden uzak durmamız veya nasıl bir tavır belirlememiz konusunda bir yol gösterici olabilir ve de kimilerimizi şüpheli şeylerden uzak durmak ya da dibi görünmeyen kuyulardan su içmekten kaçınmak gibi bir tavır takınmaya sevkedebilir. Ama, bize ulaşan bazı haber ve işaretlerin daha ilerisini üzerimize düşmediği halde araştırmak, herhalde çoğundan kaçınılması ihtar olunan ‘zann’ olsa gerek..

Son günlerin en önemli iç mes’elelerinden birisi haline gelen tartışma konusuyla ilgili olarak, geçen gün, bir Zaman yazarı olan A.T. Alkan’a, CNNTürk’de, cemaat’in siyasî gücü sorulduğunda, ‘rakam olarak yüzde 1’dir..’ deyivermişti, ama, özgül ağırlıklarının da ayrıca gözönünde bulundurulmasını hatırlatarak.. Daha sonra ise, herhalde böyle bir zayıf veya etkisiz göstermeye zemin hazırladığından dolayı muahezeye mâruz kalmış ya da kalacağını  düşünmüş olmalı ki, ‘yüzde 1’ mi demişim, herhalde şaka olarak söylemişimdir..’ demek gereğini hissetmişti. Ama, Alkan’ın sözlerinin ilginç taraflarından birisi de bir beyanat savaşına dönüşen bu kapışmada, tarafların tutumunu anlatırken, ‘Cemaat’in din diliyle siyasetin ise, siyaset diliyle konuştuğu’na ve siyaset dilinin daha temkinli olduğuna dikkati çekmesi olmuştu.

Din dili’ ile, ‘siyaset dili’ arasında, bir müslüman açısından ne gibi bir fark vardır denilebilir. Ancak, ‘Din dili’ ile kasdolunan herhalde, din kültüründe ayrı mânâları olan terimlerin kullanıldığının anlatılması idi.. Bu konuda ise, bizzat F.G’nin sözleri ortada.. O terimleri yerli yerinde olup olmadığı ayrı ama, sıkça ve bolca kullandığı da biliniyor; ‘Fir’avun’lardan tutunuz da, ‘tedavisi mümkün olmayan tımarhanelikler’ nitelemelerine varıncaya kadar.. Bu ifadelerin ve benzerlerinin, ‘din dili’ olarak nitelenmesi ne kadar doğrudur, o da ayrı..

*

Ve bu mücadelede ‘din dili’ kullananların sorumluluğu?

Bu konuda, önce, ‘siyaset dili’ni kullandığı belirtilen Tayyîb Erdoğan’ın, 5 Aralık akşamı, İlim Yayma Vakfı’nın 40. Yıl proğramında yaptığı konuşma son derece önemliydi ve birilerine verilen ince mesajlar taşıyordu. -Ki, bu vakfın temelini oluşturan İlim Yayma Cemiyeti’nin tarihi daha da eskidir.-

Konuşmasında Tayyîb Erdoğan özetle şöyle diyordu:  'İlim Yayma Cemiyeti'nin Vefa'da şu anda yurdun olduğu yerdeki o ahşap binada İmam-Hatib'e hazırlık kurslarına gittiğim günleri hatırlıyorum. (…) Ondan sonra da geldik Fatih- Çarşamba'daki İmam Hatib'de okuduk.

Orası İstanbul'un tek İmam-Hatip Okulu’ydu. Ama şimdi bu sayılar her ilçeye yayılmış her ilçede oluşmuş vaziyette.. (…) Baktılar ki yaşanan gelişme bazıları için iyi değil, bunun önünü kesmek lâzım dediler. Önce damarlarımızdan bir tanesini kestiler ve orta kısmı kapattılar. İşi biliyorlardı. Diyorlardı ki,  'Biz şurayı kesersek …Biz bu işi çözeriz’  ve bu adımı attılar. (…) Adımı attılar ama tabiî,  onların tuzakları varsa, onların hesabları varsa o tuzakların üstünde, o hesabların üstünde Rabbimin de bir hesabı vardı ve bu hesab tecelli etti. ve olan oldu. (...) Sabır-sabır derken bir 28 Şubat oldu.

O ara, bu ülkeye çok şeyler kaybettirdi. Bunun farkında olanlar var, olmayanlar var. Bir nesil katledildi. Bu nesli katledenlerin bu ülkeye ödettikleri bedelin altından kalkmaları mümkün değil. Yolsuzluklar orda oldu, yoksulluklar orda arttı. Bu yolsuzlukların çetelerin el ele vermek sûretiyle bu ülkeyi yönetmelerine fırsat hazırlayanlar onlar oldu. Şimdi bazıları da nedense rahatı görünce farklı bir duruma düştüler. (…) İmam-Hatib Okullarının, meslek liselerinin kapılarındaki kilitleri biz kaldırdık. Şimdi, yeni yeni bazı kutsallar üretiliyor. (…) Biz böyle olsun istemezdik, ama bu da oldu, maalesef.. (…)

(İstanbul Belediye Başkanlığı sırasında Bezm-i Âlem Vakıf Gurebâ Hastahanesi’nde, başörtüsü yasağı sebebiyle üniversitede okuyamayan ve psikiyatri servisinde yatan 2 genç kızı anlatan Erdoğan şöyle konuşuyordu): 'Bu ülkede benim gördüğüm o kızlarımızdan çok daha ağır bunalım içerisine girenler oldu. Bunların hesabını kim verecek. Bu ülkeye bu yakışıyor mu? Maalesef bu bedeli, bu çileyi bu insanlara ödettiler. Biz bu zulme hamdolsun son verdik. Tabiî, o zamanlarda başörtüsüne  'füruat'  diyenler de oldu. Onları da gördük, bunları da yaşadık. (…)

’İmam-Hatib yıllarında yurtta beraberce kaldıkları bazı arkadaşlarının haftalarca harçlık alamadığını’ anlatan Erdoğan daha sonra şunları söylüyordu: "Ayaklarına giyecek ayakkabı, üstlerine giyecek bir ceket, bir kravatları yoktu. Yatılı okulda, yurdun imkanları neyse, onunla yetiniyorlardı. Ama işte o arkadaşların imdadına o hayırseverlerimiz yetişiyordu. Çoğunun kim olduğunu ne biz bildik, ne o ihtiyaç sahibi arkadaşlarımız bildi. Kendilerini hiç göstermediler. Sağ elleriyle verdiklerini sol elleri hissetmedi. Verirken de hiçbir ayırım yapmadılar. ’Bu bizden, şu sizden..’ diye bir ayırım yapmadılar. ’Bu Doğuludur, bu Batılıdır, bu siyahtır, bu beyazdır, bu türktür, bu kürddür..’  demediler. ’Verdik, karşılığını alırız’ demediler. ’Sizi biz okuttuk. Siz artık bizim neferimizsiniz..’  demediler. İnsana, borsada işlem gören bir meta, üzerini yatırım yapılabilir, bir finans aracı olarak asla bakmadılar. Buradan ne kazanırız hesabına girişmediler. İnanın, o hayırseverleri bir Allah biliyor. Bir de sadece kendileri..’  

*

Evet, ’siyaset dili’ diye ayrı bir kategoride değerlendirilen bir konuşmadan, Erdoğan’ın sözlerinden bir demet.. Bu sözlerin türkçeden türkçeye tercümesi yapıldığında, elbette ki nerelere gittiği ortadadır.

*

’Din dili’ ile konuştuğu belirtilen F.G. ise  konuşmalarında başka şeyler söylüyordu..

Meselâ, 1 Aralık günü yaptığı açıklanan konuşması, kendisine aid internet sitesinde ’Bamteli’ başlığıyla şu şekilde veriliyordu:

‘...Cenâb-ı Hak, insanı yaratırken, yerinde “ben” deyip varlığını ortaya koyabilecek bir fıtratta yaratmış ve onun benliğini, bir taraftan irade, şuur, his, gönül; diğer yandan da şehvet, kin, nefret ve benzeri duygularla donatmıştır. (...) Bu anahtarı kullanmasını (...) bilmeyen ve mahiyetinden haberdar olmayanlar... “ene” öyle bir gayya ve bir girdaptır ki, şimdiye kadar ne dev cüsseleri yutmuş, nice güçlüleri yere sermiş, ne hanlar devirmiş ve ne hanümanları yerle bir etmiştir. Yükselenler onun acz u fakr kanatlarıyla yükselmiş, çakılıp yerinde kalanlar da onun çalım, gurur ve iddialarının kurbanı olmuşlardır. (…)  İnsandaki kötü duygulardan birisi de “inat”tır. Çok defa kuru bir inat adına insanlar birbirlerine düşmekte, aralarında ciddî kavgalar meydana gelmekte, hatta birbirlerini öldürmektedirler. Ne var ki, inadını iradesinin emrine alan bir insan, ne olursa olsun asla hak ve hakikatten ayrılmaz. Böyle bir kimsenin önünü tamah, makam, mevki, şöhret, rahat ve rehavet gibi duygular kat’iyen kesemez ve o kişi, iradesinin hakkını tamı tamına vererek hak yoldan hiçbir zaman ayrılmaz. (…) Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Hudeybiye’de o ağır şartlar karşısındaki anlaşmayı onur meselesi yapmadı. Bu, geriye adım atma demek de değildi. Problemi çözme adına karşı tarafın hissiyatını da hesaba katmaydı. O tablonun gelecek adına vaad ettiği şeyleri çok iyi görme ve tabloyu doğru okumaydı.. İnat etmeme, enaniyeti hesabına iş yapmama, kırıp geçirmeme ve gelecek adına bir sürü problem oluşturmamaydı. (…) Sizin gibi (…) gaye-i hayalimize hizmete kendini adamış insanlar, ileriye adım attıkları gibi yerinde yanlışlarından dönmeyi de bilmeli ve geriye adım atmada da diriğ etmemelidirler. (…)’

*

Evet, bu sözlere de‚ Zaman yazarının deyimiyle ’din dili’, diyelim.Ve genel çerçevesi itibariyle, bir müslümanın herhalde karşı çıkması düşünülemez.

Bazıları zannetti ki, mes’ele kapandı, kılıçlar kınlarına sokulacak..

 

’Bu ne perhiz, bu ne turşu?’ lafıyla bile geçiştirilemiyecek bir durum

Ancak, F.G.’nin 9 Aralık günü yaptığı belirtilen konuşmasında söylediklerine ne demeli?

Görüntülü olarak bizzat kendi ağzından söyledikleri karşısında insanın nutku tutuluyor.

Amerika’da, Pensilwania şehrinde oturduğundan hareketle, bazılarının esir olduğundan dem vurduğu, bazılarının da bir takım ilgilerine işaret edenlere itibar etmeyenleri bile şaşırtan bir ifade tarzı ile -özet olarak- diyordu ki bu zat:

’Şimdi çok yüksek makamlarda bulunan bir kişi.. Yıllarca önce, nefsine mağlub olup, bir alufteye gitmek üzereyken bana haber verdiler. Burada (Amerika’da) akşam üstü, orada gece yarısıydı. Hemen tanıdığım birisine telefon ettim, onun engelledim.. Bunu daha önce hiç anlatmamıştım size.. Onun bu halini bildiğimi bildiğinden, benim için herhalde, ’Nalları dikip gitse de bu iş kapalı kalsa..’ diyordur.(…) Ama, bunu size  daha önce, yıllar boyu söylememiştim. Çünkü müminin şiarı bunu gerektirir..’ (Buradaki nalları dikmek deyimini F. G., kendisi için bizzat kullandığından tekrar etmek zorunda kaldım.)

*

İmdi.. Bir kişi, farzedelim ki, denildiği üzere, şeytana uymuş, bataklığa doğru ilerliyor..

Siz bunu önlemişsiniz ve yıllarca da kimseye söylememişsiniz. Ve bunu müminin şiarı olarak da belirtiyorsunuz.. Öyle ya, kişilerin gizli hallerini araştırmak, açığa çıkarmak, ortaya dökmek çirkindir. Ama, siz, bunu şimdi, bu kavga günlerinde dile getirirken..

Elinizdeki bilgilere göre, bir kişi töhmet altında kalabilirken, bunu medyadan ortaya atmakla, ve çok üst makamlarda bulunan her kim varsa, hepsini de şübhe ve töhmet altına alacak şekilde suçlamanız, yığınla insanı da töhmet altına atmak ve belden aşağı vurmak değil midir? Bu tavır, mümin kişinin sorumluluğuna yakışıyor mu? Ve bu sözleriniz, bir ithamdan da öteye, dehşet verici bir itiraf  mahiyetinde değil midir?

*

Daha da önemlisi..

’Çok yüksek makamlarda olduğunu’ söylediğiniz bir kişi, bir yanlışa sürüklenmek üzereyken, hemen, bunu size duyuranlar kimler ve siz bir telefon veya sair elektronik iletişim yollarıyla haberdar edildiğinizde bunun sıhhatinden hemen nasıl emin olabiliyor ve taa Pensilwania’lardan devreye girip birilerine talimat vererek nasıl müdahale edebiliyorsunuz? Ve yıllarca suskunluktan sonra, şimdi siyasetin en üst makamlarından bazılarıyla bir mücadeleye girilince, âdeta elinizde daha ne gibi gizli-mahrem bilgilerin bulunduğunu ihsas ettirmek istercesine, birilerine nasıl gözdağı veriyorsunuz? Gerçekten de, size bağlı olan bazı güçlerin devlet imkanlarından da istifade ederek birilerinin gizli-mahrem halleri için, bir takım fişlemeler yapıldığına dair iddialara haklılık kazandırmaz mı, bu tutumunuz?

Bu fişlemeleri yap(tır)mak yetkisini o gibi kimselere kim verdi ve bu gibi iddiaları duyduğunuzda, onları bu gibi haram işlerden men’etmek gibi yolu takib etmeniz gerekmez miydi? Ve, bu açıdan siz, sahiden de kimsiniz? Müslümanlar arasından bir ünlü kalem sahibinin, ’Onun imanından şüphe etmiyenin imanından şüphe ederim..’ şeklindeki sözü üzerine, ’Bu nasıl söz.. Benim imanımdan şübhe ederseniz ediniz, ama, ben başkasının imanından nasıl şübhe ederim?’ diyen bu satırların sahibini şaşırttığınızın farkında mısınız?

*

Dünya çapındaki hemen bütün elektronik haberleşme/ iletişim/ komünikasyon mekanizmalarının başında bulunan ve hergün 6 milyar insanı izleme imkanına sahib olduklarını belirten Amerikan emperyalizmi ve onların işbirlikçilerinin ne gibi imkanlarının olduğu ayrı bir konu..  Bunda şaşırtıcı bir durum da yoktur.

Ancak, şaşırtıcı olan, bu bilgilerin ve bilgilendirmelerin size nasıl ulaştırıldığıdır?

Bu gibi konularda, kişilerin mahrem hayatları konusunda devlet mekanizması içindeki bazı bağlılarınız eliyle bilgilendiriliyorsanız, bu durum daha da tehlikelidir.

Kılık-kıyafetinden dolayı, özel bir lakabla anılan ve belirli bir cemaat’e va’z u nasihat ettiğini düşünen bir kişinin size ağır suçlamalar yöneltmesinden sonra, başına gelen büyük sıkıntıların faturasının da size ve bağlılarınıza çıkartıldığını; onun hakkında yayınlanan ve çok ustalıklı şekilde montaj işi olduğu da söylenen çirkin muhtevalı kasetlerin arkasında da bir yerlere işaret edildiğini herhalde biliyorsunuzdur. Ama, o kişi, sonra, aşağıdan aldı, övgülere başladı da; ancak ondan sonra, ’büyüklar arası barış olduğu’ söylendi de, konu kapanır gibi oldu.

’Harb hiledir’ sözünü, her türlü insan ilişkilerine de indirgeyerek kendisini mâzur göstermeye çalışanlar kervanına müslümanların şu veya bu şekilde katılmaları, en çok da İslam’a bühtan edenlerin ekmeğine yağ sürmeyecek midir? (Daha geçen hafta, çölleri aştığı söylenen ve hiç de emîn olmayan bir kişinin, ’Bize bir ünlü kişi hakkında bir çirkin kaset ulaştırıldı, seyrettim, attım bir kenara..’ demesiyle, o gibiler bile, fazilet dersi vermeye kalkışırken..)

Bu yöntemlerden dolaylı olarak haberdar olduğunuzu bu son sözlerinizle ortaya koymakla kendi sorumluluğunuzu gözönüne alıyor musunuz?

Bir siyasî parti liderinin, partisinin başından uzaklaşmasını gerektiren bir video kaset ortaya çıkınca, birileri hemen bir yerleri hatırladılardı. Ama, o kişi, o çirkin görüntüleri reddetmediği halde, siz ona teselli eden bir mesaj gönderdikten sonra, o kişi, ’Pensilwania’dan geldiği’ni bildirdiği bir mesajdan sonra, ’o konunun o cemaatle bir ilişkisinin olmadığını’ söylemekle, sizi veya bazı bağlılarınızı temize çıkarmış mı oldu sanıyorsunuz?

Allah’u Teâlâ, hepimize beden ve ruh sağlığı, kalb rikkati nasib eyleye..

haksöz

Bu yazı toplam 1860 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar