Hakan Albayrak
Dicle ve Fırat'ın çağrısı
Anadolu'ya saplanıp kalırsanız Anadolu'da yitip gidersiniz. Tarih bunun örnekleriyle dolup taşıyor. Bu toprakların selametinden başka gayeniz olmasa bile bu toprakların ötesine açılmak zorundasınız. Kardeş komşularıyla birleşerek büyümeyen bir Türkiye, emperyalizmin çarkında öğütülmeye mahkûm olur. Varoluş ve güvenlik kaygısını bir yana bıraksanız bile, tarihi paylaşan din kardeşlerinin ve akrabaların sunî sınırlarla birbirinden ayrılmasına makul bir izah getiremezsiniz. Urfa ile Antep arasına bir sınırın çizildiğini ve sınırın iki tarafının iki ayrı ülke olduğunu farz edin; Kilis ile Halep arasındaki sınır, Türkiye-Suriye sınırı işte öyle bir şey. Anormal bir şey. Başbakan Erdoğan'ın tesbiti yerinde: Türkiye'nin Suriye ve Irak'la bütünleşme yoluna girmesi bir "normalleşme"dir. Olması gereken şey oluyor, yapılması gereken şey yapılıyor. Yanancıların çizdiği sunî sınırları içlerine sindirenler, yabancıların dümen suyuna girenler, kendilerine yabancılaşanlar bunu idrak edemezler. Şam'da düzenlenen Türkiye-Suriye İş Konseyi toplantısında yaptığı konuşmada ne güzel söylemiş, Erdoğan: 'Biz Kasyun tepesinden Şam'a baktığımızda bize yabancı bir şehri seyretmiyoruz, eminim ki sizler de Topkapı sırtlarından Boğaz'a baktığınızda yabancı bir şehri seyretmiyorsunuz. Bu kadar ortak yönü, bu kadar ortak değeri, bu kadar ortak tarihi ve kültürü olan iki halkın birbirine uzak olmasını, birbirinden ayrı düşmesini kabul edemezdik, içimize sindiremezdik. İşte onun için canla başla çalıştık, gecemizi gündüzümüze kattık ve bugünleri hep birlikte inşa ettik. Daha kat edeceğimiz uzun bir mesafe var. İnanıyorum ki aradaki başka engelleri de kaldıracağız, başka pürüzleri de gidereceğiz ve dünyaya örnek teşkil edecek bir işbirliği ve dayanışmayı birlikte imar edeceğiz. Ayrılıkta zafiyet var, birlikte güç var. Biz bu arzuya, bu iradeye sahibiz.' /"/ Irak, Ürdün, Lübnan aynı şekilde. Bakın bu Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi oluşturma gayretleri Irak-Suriye arasında var. Şimdi Ürdün'le aynı şekilde böyle bir görüşmemiz var. Lübnan'la aynı şekilde var. Bütün bunlar oluştuğu zaman bölge bu işte bir havza oluşturacak ve böylece aramızdaki dayanışma bağları daha da güçlenecek. Biz hep şuna inandık: tek başına Türkiye'nin refah içinde olması huzur ve emniyet içinde olması bir anlam ifade etmez. Tek başına Suriye'nin, Lübnan'ın Irak'ın, tüm bölge ülkelerinin ilerlemesi, kalkınması, refahını arttırması bir anlam ifade etmez. Çünkü biz bir ortak bölgede bulunuyoruz, ortak bir coğrafyayı paylaşıyoruz. Bunun da ötesinde, birbiriyle akraba olan halklarımız var. İşte onun için tek tek değil, bölgesel ölçekte bir refah huzur, güvenlik ve istikrar ortamını oluşturmak zorundayız. Dolayısıyla bizim Suriye'nin, Irak'ın, Ürdün'ün sorunlarına kayıtsız kalmamız mümkün değil, zira buralarda bir sorun varsa bu sorunlar bizi de etkiliyor. Aynı şekilde Suriye'nin de etrafındaki ülkelerin sorunlarına kayıtsız kalma şansı yok. Zira komşularda bir sorun varsa, bu sorunlar elbette Suriye'yi de etkiliyor. İşte onun için dayanışma içinde olmamız, birlikte hareket etmemiz ve işbirliğini daha da arttırmamız gerekiyor. /"/ Atacağımız bu adımlarla birlikte artık Türkiye ile Suriye arasında bu örnek adım hemen süratle diğer ülkeleri de etkileyecektir. /"/ Birlik, beraberlik dayanışma bizi aydınlık yarınlara taşıyacaktır. Hep bunun hasreti içinde kaldım, şimdi bunlar başarılıyor. Onun için önümüzde güzel günler var. Bu güzel günlerin heyecanını duymamak mümkün mü?" Elbette mümkün değil. Tam bu noktada, bu güzel günleri öteden beri müjdeleyen Sezai Karakoç'u anmamak da mümkün değil. 1991'de yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu Sezai Karakoç: "Coğrafî şartlar, bize, artık bu sınırların tartışma gününün geldiğini gösterdiği gibi, tarih de, tarihî şartlar da bizi bu noktaya doğru zorlamaktadır. Çünkü... ülkemiz, bugünkü ülkemizden ibaret değildir. Çok daha geniştir. O geniş ülkede yaşayan bir millet vardır. Bu millet, bir medeniyetin, islâm medeniyetinin toplumudur. Bu medeniyette, ırk unsuruna, tabii, reel bir gerçeklik olarak bakılır; ancak ırk esasına dayanılmaz. Bu medeniyette, ırklar, renkler, diller, hepsi yanyana, kardeşçe yaşarlar ve bir toplum oluştururlar. /"/ Siz Fırat'ı ve Dicle'yi bıçakla kesebilir misiniz? Burası senin, burası benim diyebilir misiniz? Oysa Fırat ve Dicle, şırıltılarıyla kendi mecralarında akarlarken bize diyorlar ki, 'sen nasıl parçalanmazsan, bir bütünsen, ben de bir bütün olarak, yalnız türkün, yalnız arabın, yalnız kürdün değilim. Hiç kimse bana tek başına sahip çıkmasın. Ben islam milletinin suyuyum, onun can damarıyım. Siz de bundan ibret alınız ve parçalanmayınız, bölünmeyiniz'. İşte bize coğrafya böyle sesleniyor." (Çıkış Yolu 1 Ülkemizin Geleceği / Diriliş Yayınları, İstanbul 2002)