Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

"Dost ve düşmanımız"ı hep başkaları mı belirleyecek!

  
 
Sovyetler Birliği çöktükten sonra, Amerikan makamları TC. makamlarına, "Size yeni silahlar lâzım.. Çünkü Doğu sınırınızda savunma boşluğu var.. demişti, bir NATO toplantısında.. Halbuki, Sovyetler"in çökmesi ve oluşan yeni devletlerin araya girmesi hasebiyle, Rusya, Türkiye"den -en azından Kafkasya"da,- yüzlerce km. geri çekilmiş ve o bölgede bir rahatlama meydana gelmişti. 
 
 Ama, yeni düşmanımızı da Amerikan emperyalizmi belirleyecekti: İran!
Dün de, Amerikan Başkanı Bush"un Ulusal Güvenlik Danışmanı Stephen Hadley, "İran"ın Türkiye için bir tehdid oluşturduğunu" söylüyordu, Ankara"da.. Halbuki, Türkiye, hele de bütün komşularıyla münasebetlerini "iyi komşuluk ilişkileri" üzerinde şekillendirmeye dikkat eden bir dönem yaşıyor, Tayyîb Erdoğan"la birlikte.. Ama, emperyalizmin şefi, "Mâdem ki, NATO"dayız, düşmanı siz değil, biz belirleriz.." diyordu, lisan-ı hal ile.. Çünkü, bölgenin huzursuz edilmesi emperyalizm için vazgeçilemez bir temel siyasetti..
Bu durum, sadece bugün değil, hele de son iki asırdır hep böyle..
Osmanlı, hele de son 100 yılında, ayakta kalabilmek derdiyle, dışsiyasetini ve tabiatiyle, dost ve düşmanlarını da emperyalist dünyanın büyük devletlerinin menfaatlerine, tepki ve hattâ yönlendirmelerine göre belirliyordu. "Duvel-i Muazzama/Büyük Devletler" deyimi, sadece Saray ve yönetim kadrolarını değil, efkâr-ı umûmiyeyi/kamuoyunu da esir almıştı, âdetâ..
Osmanlı"nın enkazı üzerinde kurulan yığınla devletlerin -istisnasız- herbirisinin başına da, yine kendi fikir, zevk ve taleblerine göre hizmet verebilecek kadroları yerleştirmişlerdi, emperyalist güçler.. Tabiatiyle, bunların aynı zamanda hükmedecekleri toplumlar tarafından da kabullenilmesi için, geçmişte parlak isim yapmış kimselerden oluşmasına ayrı bir dikkat gösteriliyordu. Özellikle de, "savaşlar kazanmış, parlak üniformalılar" olmasına.. Bu, o günkü dünya konjonktürünün de bir gereğiydi..
Mısır"da, ingilizlere karşı isyan bayrağını açmış gözüken Saad Zağlûl Paşa, bir taraftan da, İskenderiye"deki bir mitingde, 1919"da, müslüman hanımların örtüsüne karşı mücadele vereceğinin sinyalini veriyor ve onbinlerin huzurunda, önce bizzat kendi hanımı ve kızının başını açarak işe giriyordu. Ve bu, ingiliz emperyalizmi için iyi bir sinyaldi. Çünkü, toplumun aslî değerlerine karşı mücadele edilebileceğinin bir giriş kapısı aralanmış oluyordu, böylece..
Zağlûl Paşa"yı, Anadolu"da kimlerin takib ettiğini, tekrara bile gerek yok.. Anadolu"da da, savaşın son demine kadar, bir Osmanlı Paşası olarak davrananların, Ağustos-1922 sonunda kazanılan zaferden iki ay sonra Osmanlı Hanedanı"nı yurtdışı edip, 14 ay sonra da, (darbeciliğin bir İttihadçılık hastalığı olduğunu göremeyip, yeni bir olgu zannedenlerin kulakları çınlasın..) o zamanki saltanat rejimini lağvederek yenisini kurması ve sonra da, topluma, akla-hayale gelmeyecek temel değişimleri bir "deli gömleği" gibi zorla giydirmesi de aynı çizginin devamı değil midir?
Kezâ, yıllarca, "(filanca) kadınların açılmasını mı istedi?" diye laf üretenlerin pîri sayılan ve beyni artık iyice sulanmış bir kişi de, dün, kadınların "isteseler bile, örtünmelerine izin verilemeyeceği" şeklinde kudurganlaşmıyor muydu?
Emperyalizm, tahakkümüne aldığı toplumların kendi istediği şekilde olmasını ister, tabiatı gereği.. Onların sosyal kimlik ve şahsiyetini, ahlâkını, inancını, dünyaya bakış açısını değiştiremezse, o toplumların kolayca çözülemeyeceğini, tahakkümünün zorlaşacağını bilir..
Nitekim, Alman Sav. Bak.lığı Musteşarı Thomas Kossendey de, "Almanya"nın Sesi"ne geçen hafta verdiği mülâkatta, "Türkiye"de bir gizli İslâmlaşma"dan sözediyor ve "" İstanbul"un bazı semtlerinde başörtülüler, takmayanlara göre daha rahat, 10 yıl önce durum farklıydı. (") Bazı semtlerde, restorantlarda alkollü içki servisi yapılmıyor (") Bence bu gizli İslâmlaşma, yukardan gelen İslâmlaşma"dan çok daha tehlikeli. Yukardan verilen emirle gerçekleşen İslâmlaşma ile siyasî yöntemlerle mücadele edilebilir. Ama gizli İslâmlaşma sonunda ortaya çıkan toplum baskısı ile siyasî olarak mücadele etmek imkânsız.." diyordu.
Bu sözler, Batı dünyasına bayağı ciddî bir alarm etkisi yaptı..
Emperyalizmin yabancı "gözcü"lerini anlamak zor değil.. Ama, emperyalizmin emellerine hizmet edecek şekilde, müslümanların aslî değerleriyle mücadeleyi kendilerine temel iş edinenlerin "yerli askerleri"ne tepkimiz nasıl olmalı?
*"MONŞER"LER, "BEYİN FIRTINASI"NA TAHAMMÜL EDEBİLİR Mİ?
Türkiye"nin yurt dışındaki bütün diplomatik temsilcileri Ankara"ya çağrıldılar.. Büyükelçiler "beyin fırtınası" yapıyorlarmış, şimdi..
Bu toplantılardan ufuk açıcı yeni bir şey çıkmayacağı rahatlıkla söylenebilir. Çünkü, bu "hâriciyeci"lerin çoğu "mon cher/ monşer"ci gelenektendir ve halkımızın aslî değerleriyle ilgisi yoktur. Bunlar ayrı bir "sınıf" oluşturmuşlardır, devlet yönetiminde.. Hattâ, niceleri aile boyu.. Devlet"in derin güçlerinin en derin kesimlerini oluştururlar..
Ama, bu "beyin fırtınası"ndan fazla bir şey beklenmemesi gerektiğinin bir başka sebebi daha var: Başbakan"ın bu toplantıdaki konuşması!.
Başbakan Erdoğan, Türkiye"nin AB üyeliğine kilitlendiğini ve bunun değişmesinin asla düşünülemeyeceğini de dile getirdi, o elçilere ve onlar da onu uzun uzuun alkışladılar..
Böylece de o "beyin fırtınası" daha başlamadan bitti.. Çünkü, Başbakan"ın o ifadesi, başka ve yeni ufuklara açılmaya imkan vermeyecek kadar netti..
Başbakan"ın, belki de, bugünkü dünya siyasetinde askerî ve ekonomik gücüyle, ister istemez oldukça etkin olan "Batı dünyasını rahatlatmak için böyle konuştuğu" düşünülebilir. Ama, öyleyse, bu sözler, "beyin fırtınası" yapması için çağrılan diplomatlara söylenmemeliydi.. Kaldı ki, o "hâriciyeci"lerin çoğunun, Hadley veya Kossendey"in zihniyet dünyasından farklı olmadığı ap-âşikar.. Böyle olunca da, onların yapacağı "beyin fırtınası"ndan ne beklenebilir?
Çünkü, "beyin fırtınası" denilen tartışma usûlünde, en olmayacak ihtimaller bile masaya yatırılır, üzerinde değişik görüşler açıklanır. Ama, Türkiye"nin yurt dışındaki itibarı adına tesis edilmiş sarayları andıran "özel ikametgâh/ residence"larda bir "dolçe vita / tadlı hayat süren "mon cher"lerden kaçı, kendilerine bu imkanları sunan mekanizmanın başındaki kişinin, "kararlılıkla kilitlenildiği"nden sözettiği AB"yi dışlayacak bir "beyin fırtınası"nı göze alabilir? Ağrımayan dişlerine kerpeten mi vurdursunlar?
Hatırlayalım ki, birkaç sene önce, zamanın MGK Gen. Sekr. Org. Tuncer Kılınç, "Batı konsepti dışına çıkıp Rusya, İran ve Çin"e doğru bir dışsiyaset açılımının da gözönünde bulundurulması gerektiği"nden söz ettiğinde bazıları heyecanlanmıştı.
Halbuki, o general de, sözlerini, "Elbette Amerika"nın rızâsını alarak.." şartına, Amerikan icazetine bağlıyordu.
Bu gibi konulara sadece günübirlik anlayışlarla bakılmamasının gerekliliği, artık anlaşılmalı.. 
 

Bu yazı toplam 5404 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar