Selâhaddin Çakırgil
Durduğumuz ve baktığımız yere göre, cinayet ya da facia...
Önce bir hikaye.. (Hikâye bu ya..)
Bir sultan, şehrin anacaddelerinden geçmektedir.. Halk, yolun iki tarafında, sultanın geçişi sırasında ikibüklüm olmuş vaziyette, ona perestiş edercesine / tapınırcasına saygı gösterisinde bulunmaktadır..
Ama, bir kişi vardır ki, kenardaki bir taşın üzerine oturmuş, o sultanın da, halkın da sergilediği manzarayı seyretmekte; binlerce insanın, kendi canları için, başka bir can karşısında bu kadar zilleti ve o sultanın da, ötekilerden farkı olmayan fâni varlığını hatırlamayıp, sergilediği hükümranlık azâmetinin komikliğini düşünmektedir..
Güvenlik güçleri, Sultan"larına lâkayd, ilgisiz davranan, ona perestiş etmeye hiç de yaklaşmayan bu kişiyi yaka-paça sultanın huzuruna götürürler..
Adam yine ilgisizdir, hayata hikmet gözüyle bakan ârif bir kişidir..
Sultan, kendisine yapılan saygının, "nizâm-ı âlem" (dünyanın düzeninin korunması) için gerekli olduğunu, kendi nefsi için olmadığını söyler..
Ârif kişinin cevabı da hazırdır:
-Ben de, nizâm-ı âlem kaygusuyla sana perestiş etmiyorum, tapınmıyorum..
-İsyan mı ediyorsun?
-İtiraz ediyorum.. Fiilî bir isyan değil, zımnî bir isyan..
-Tavrın doğru ise, isyanını niye alenî yapmıyorsun, korkuyor musun?
-Kendi nefsimle ilgili bir korku değil.. Ama, yüzbinlerce, milyonlarca can sahiblerinin bir kargaşa halinde telef olacağı endişesidir, beni alakoyan..
Sultan, muhatabı olan kişinin derin düşünceli birisi olduğunu hissettiğinden, ona aklına takılan sualleri sorar:
"Altın sırmalı elbiselerle namaz kılmak caiz midir, değil midir?"
-"Söyletmeyin beni der.. Cevabıma tahammül edemezsiniz.."
Sultan "tahammül edeceğine" söz verince, ona da görüşünü açıklamak düşer:
-Kelb (köpek), sabahtan akşama kadar pislik içindedir. Amma, idrarını yaparken, kirlenmesin diye, bacağını kaldırır..
Sultan dolaylı olarak rencide olmuşsa da, cevabını almıştır..
Sultan, bu ârif kişinin hizmetine girmek diler..
-Çetin iştir, yapamazsın..
-Yaparım...
-"Tahtını terkedeceksin, üzerindeki altın işlemeli kaftanla gidip ormandan odun derleyip sırtında bu şehrin sokaklarında, "Odun vaaar!.." diye satışa çıkaracaksın.. Varsan, buyur..
Sultan, bu kişinin tavır ve görüşlerindeki tutarlılığa o kadar bağlanır ki, istenilen şekilde hareket eder.. Sultanlığı bırakır, gider ormanlara, odun taşır sırtında ve şehre getirip, satar..
Ahali de, "Zavallı! Tâcını-tahtını bıraktı, aklını yitirdi, sultanlıktan vazgeçti, sultan elbisesiyle odun satmaya başladı.." diye onun için yazıklanırlar..
O ârif kişi ise, o eski sultana der ki: "Senin durumunda ben olsaydım, senin yaptıklarını herhalde yapamazdım.."
İmdiii.. Kıssadan hisse.. (Mi?)
Hükmetmek mevkıinde olmayıp da atıp tutmak kolaydır da, o güçlü konumların etkisinde kalmadan, insan kalabilmek o kadar kolay mıdır?
Bu satırların sahibi devlet denilen mekanizmaların, kamu menfaati veya nizâm-ı âlem adına ne büyük cinayetleri nasıl duygusuzca işleyebileceğinin pek çok örneklerini bizzat görmüş, yaşamış birisidir..
Ama, en kötü hükûmetin bile, hiç hükûmetsizlikten iyi olduğunu yine de gözardı etmez.
Sorumsuz olunursa; dilin kemiği yok, herşey söylenebilir..
28/29 Aralık gecesi Şırnak civarında, sınır bölgesinde meydana gelen hadise, insanî hassasiyeti az-çok olan- kalan herkesin yüreğini dağlamıştır, herhalde..
Çünkü, aralarında 12 yaşındaki çocukların bile bulunduğu, yarıdan fazlası 20 yaş altında olan 35 insan parça-parça olmuştur..
Evet, 28 Aralık akşamı, gece karanlığında, 18.30 ilâ 22.30 arasında, bir "insansız hava aracı" (İHA), derin vâdilerden geçiş yeri olarak bilinen hassas bir bölgede, hareket halinde büyük bir kitleyi görmüş ve merkeze haber vermiştir..
Öyle bir durumda, fotoğraf tahlillerinin sağlıklı yapılması gerekirdi gibi temennilerin ne kadar gerçekçi olduğu ayrıca düşünülmelidir.. Çünkü, daha önce, nice sınır ihlallerinin görülememesi veya zamanında değerlendirilememesi ve ânında gerekli tedbirlerin alınmaması yüzünden, onlarca askerin nasıl tuzağa düşürülüp öldürüldüğü defalarca yaşanmadı mı? Ve o zaman kamuoyunda, ister-istemez, "Dünyanın parası verilerek alınan bu "İHA"lar, "heron"lar ne işe yarar, komutanlar uyuyor mu? Adamlar katır sırtında o kadar silahları getiriyorlar, taa sınır karakollarının olduğu yerlere kadar sızıyorlar.. Asker ne işe yarar? Sorumluları cezalandırılmalı!." görüşleri koro halinde yükselmiyor muydu?
İşte o gece de, ulaşan istihbarî bilgi üzerine.. Derhal savaş uçakları harekete geçirilmiş ve Sınır"ın Irak tarafında, Sinat-Haftanin bölgesinde görülen o hareket halindeki karaltının bulunduğu ve koordinatları verilen noktalar vurulmuştur..
Ama, sabahın erken saatlerinde, ortalık ışıyınca..
O bölgeye giden köylüler, kendi yakınlarının parça-parça olmuş veya yanmış cesedleriyle ve hayvan bedenleriyle karşılaşmış ve toparlayabildikdikleri 18-20 kadar cesedi battaniyelere sarıp köylerine getirmiş ve haber de dünya kamuoyuna bir bomba gibi düşmüştür. (BDP m. vekili Sırrı Sureyya Önder, cenazelerin getirildiği yerdeki Karayolları Bölge Müdürlüğü tabelâsını hatırlatarak, saldırının sınır içinde ve yerleşim bölgesine karşı yapıldığını iddia edip, "Utanmıyor musunuz yalan söylemeye?" derken; kendisi, bombardıman yerinin nerede olduğunu düşünmeden konuştuğu için bir duyar mı acaba..)
Ortaya çıkan tablonun arkasından daha başka şeyler çıkmazsa, bu ilk durumdan anlaşıldığına göre, bu 30-40 kişilik bir grup, gecenin o saatinde, katır sırtında, sınırdan kaçak mazot ya da kaçak sigara geçirmektedirler.. Ve bombardıman neticesinde mazotlar da alev alınca, hayvanlarla birlikte, kaçakçı durumundaki onlarca insan da yanmıştır.. Bir kısmı ise, bombardımanın meydana getirdiği çukurlar içinde, toprak altında kalmıştır..
*
Hadiseye kimisi devlet terörü dedi; bir hadiseye devlet terörü denilebilmesi için gerekli olan güçlü bir delil bu örnekte bulunmadığı halde,, .
Kimisi, Muğlalı mantığının hortlaması.. (Ki, Org. Mustafa Muğlalı"nın 1943 yılında İran- Türkiye arasında hayvan kaçakçılığı yapan 33 kişiyi Van- Özalp"ta sırf başkalarına korku kaynağı olsusn diye muhakeme bile etmeden kurşuna dizdirmesiyle, bu son hadise- facia arasında hiçbir benzerlik olmadığı da ortadayken..)
Kimisi, istihbarat hatası dedi; kimisi de, PKK"nin bu insanları yem olarak kullandığını söyledi. Ki, bu hadisede son iki şıkkın her ikisinin de gerçek olması mümkün gözükmektedir.
Bu açıdan, bu hadiseye cinayet demek de mümkün, facia demek de..
Baktığınız yere-durduğunuz yere bağlı..
Ama, şu hususlar da hatırlanmalı değil miydi?
PKK"nin, bölgeden, sınırdan geçişleri büyük çapta, çoban, kaçakçı veya tarlada çalışan çiftçi, köylü görüntüsü altında yaptığı bilinmiyor mu?
Bu son hadisede de kaçakçıları yem olarak kullanmış olamaz mı? Bölgeden önce kaçakçıları geçirip, farkına varılmadığı görülürse, asıl büyük kafileleri göndermek taktiğine başvurmuş olamaz mı? (Sınır bölgelerinde olanlar, mayın eşşeği deyiminin ne demek olduğunu bilirler.. Mayınlı arazilerden, önce hasta veya yaşlı, işe yaramaz merkebler geçirilir; mayın varsa, onlar telef olur, sonra da kaçakçılar geçerler..)
Böylesine hassas bir bölgede, bu kadar kaçakçı bir arada nasıl geçiyorlar, geçiriliyorlar?
Bu kişiler veya onları gönderenler bu kadar mı tecrübesizdiler? Yoksa, "vurulurlarsa da netice bizim lehimize olur, vurulmazlarsa da.." hesabı yapan birileri yok mudur perde gerisinde?.
Kaldı ki, doğru-yanlış veya saptırmaca bilgi mahiyetinde şifreli konuşmalar dinlemelere devamlı takılıyormuş..
Bu zamana kadar "istihbarat n"apıyor?" diyenler şimdi, istıihbaratın uyumamasından yakınıyorlar..
Böyle bir durumda, 40 kişilik bir büyük grup, en azından bir o kadar da katırla birlikte, 80-100 kişilik bir canlı hareket grubu halinde derin vâdilerden geçerken, gecenin o saatinde, istihbaratı alanların ne yapmaları beklenirdi?
(Bejan Matur, bir kitabında, PKK"nın karargâhı olan Kuzey Irak"daki Kandil Dağı"na yaptığı bir geziyi anlatır.. Bir gece karanlığında, üzerlerinden bir hareketli cisim geçer, sessizce.. Kendisine kılavuzluk eden arkadaşına sorar, bu nedir diye.. O da, bunun "heron" denilen insansız hava aracı olduğunu söyler.. Korkar tabiatiyle.. Ve onun gönderdiği istihbarat bilgilerinin hemen değerlendirilmesinin ne kadar süre alacağını sorar.. Arkadaşı da, "komutan golf oynamıyorsa, hemen.." der..
O karakol baskınları sırasında, yüksek rütbeli komutanların golf sahalarında olduklarına dair haberlerin kamuoyunda nasıl bir hışım meydana getirdiğini hatırlıyalım.. Ve bu durumun, Kandil"de bile nasıl bir mizah konusu olduğunu görülüyor..
Şimdi son durumu da buna göre bir daha değerlendirmek gerekir.. Anlaşılıyor ki, bu kez komutanlar golf sahasında veya başka oyunda-oynaşta değillermiş..
İstihbarat hatasına gelince.. O hareket halindeki görüntülerin üzerinde, "Biz kaçakçıyız, gerilla değiliz.." diye bir yazı bulunması mı beklenmeliydi, yoksa?)
*
Temenni edelim ki, bu acı sonuç, sadece bir istihbarat hatası olarak kalsın ve de Hükümet de ortada canlarını kaybedenlerin geride kalanlarına sahib çıksın..
Ama, bu acı tabloyu çeşitli şehirlerde sağı-solu yakıp yıkmak için bir fırsat olarak kullanmak isteyenlerin olduğu ortada..
Böyleyken..
Mâkul konuştuğu zaman, İslamî terminolojiye hâkimiyetini ve o yöndeki şahsî muktesebâtını sergileyebilen (BDP m.vekili) Altan Tan"ın bile, "Bu gibi tahribkâr gösterilere sempatiyle bakması ve "bırakınınz, molotof kokteyli atsınlar, deşarj olsunlar.." diyebilmesindeki mantık sefaletini nereye koymalı? Bu arkadaş, geçen sene İstanbul"da molotof kokteyli atılan bir belediye otobüsünde yanan ve kurtarılamayan 17 yaşındaki bir kızın hayatını ve acısını, sınırda bir istihbarat hatasından kaynaklandığı ihtimali diğer bütün ihtimallerden daha ağırlıklı olduğu anlaşılan bir bombardımanda hayatlarını kaybedenlerden daha mı önemsiz görüyor yoksa?.
Bu arada, BDP"nin hiç bir sorumluluk duygusu taşımadan ve münasib fırsatlar eline geçince ülkenin bölünmesini de içeren; münasib olmayan zamanlarda ise, "Hayır biz ülkenin bölünmesini istemiyoruz.." şeklindeki beyanlarına bakıp, bu son hadise- facia karşısında bu kadar saldırgan olması, ilginç değil mi?
Onlarca asker topluca katledilirken, kuru bir üzüntü beyanında bulunmayı bile zoraki yaptıklarını hissettiren; 2-3 sene önce İstanbul-Güngören"de de bir park yerinde patlatılan bombalar yüzünden canlarını kaybeden 20 küsur insan karşısında bir üzüntü mesajı vermekle yetinen BDP"li m.vekillerinin güdümlü tepkiler göstermekteki sabıkaları ortada iken bu son hadise üzerine bu kadar kanlı gözyaşları dökmesini sadece bölge halkına sahib çıkmakla mı izah etmeli?
Kaldı ki, mazlûm şekilde can verenler her kim olursa olsun, insan olmaları hasebiyle hepsi de yüreğimizi dağlamalı iken..
Evet, bu son hadiseye, herkes kendi durduğu ve baktığı açıdan yaklaşabilir ve cinayet veya facia gibi farklı hükümlere varabilir..
Eğer, bu insanlar, sadece, hayatlarını sürdürmek için, bilinen basit kaçakçılık yapmaktan başka bir ilişkilerin içine sürüklenmeden veya farkında olmadan yem olarak kullanılıp, bu ateşin yandılarsa; bu, gerçekten de bir faciadır ve bu durumda o facia kurbanlarına rahmetler ve ailelerine başsağlığı dilemek, bir müslüman hassasiyetinin gereğidir.. Ve ümid ve temenni edelim ki, hükûmet, üstünü örtmeden kamuoyuna duyurduğu bu facianın kurbanlarının ailelerine de sahib çıksın..
Ve amma şunu da unutmayalım ki, bugün için hükûmet etmek mevkıinde bulunanlar insaf sahibi olsalar bile, bu sistem özü ve dayandığı kemalist-laik temeller itibariyle, halkımıza bu zamana kadar hep kan kusturduğundan, bu son hadisenin yorumlanmasında da, onun son 100 yıllık entrikacı eğilimleri etkili olacaktır.. Facialar unutulur ve telafi edilebilir; ama, cinayetlerin suçluları müstehak oldukları cezalarını bulmadıkça, bu durumun yeni cinayetleri dâvet edeceği açıktır.. Keza, ömrü baştan başa cinayetlerle geçmiş bir rejimin günü ve durumu kurtarma çabaları gözükse bile, inandırıcılığı sağlaması neredeyse imkansızdır..
haksöz