Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

En Çok Mazlûm Olan (Zulüm Gören) Peygamberlerden Birisi..

Önce bir not:

Pakistan’ın Peşaver şehrinde 16 Aralık günü bir askerî okula yapılan saldırıda 130’dan fazlası  9-14 yaş arasında olan 148 kişinin ölümüyle sonuçlanan ve Tâlibân Saldırısı üzerine yazdığım ‘Hayır! Bu cinayetleri işleten, benim dinim değil!’ başlıklı ve muhtelif sitelerde de yayınlanan bir önceki yazı üzerine, hem o sitelerde yazılan yorumlarda ve hem de şahsî e-mailime gelen mesajlar arasında, çok farklı tepkiler ve düşünce farklılıkları görülüyordu.

O yazıdaki yaklaşımın doğru olduğunu söyleyenler olduğu gibi, İslam açısından ‘saldırılmaması emredilen çocuklar, kadınlar, sivil savunmasız insanlar’ kaydını hatırlamadan, ‘Sıcak köşenize oturup ahkâm kesiyorsunuz.. Onlar bizim çocuklarımızı öldürürken, onlara seyirci mi kalacağız, biz de onların çocuklarını..’ gibi tepkileri dile getiren kimselerin yorumları da vardı. Ürperdim, dehşete kapıldım.

Şu örneklere bakar mısınız:

‘... askerî okul öğrencilerini anaokulu çocuğu gibi anlatmışsınız  Pakistan ordusunun son bir yılda Veziristan’da katlettiği köylüleri hiç yazmamışsınız..’  / ‘Kısasa kısas kardeş… Pakistan halkının öldürülen onca çocukları ne olacak?.

Onlar çocuk- kadın-yaşlı ayrımı gözetmiyorsa, Tâlibân da gözetmesin, kafirlerle işbirliği yapan herkese müstehaktır..’ diyenlerin yaklaşımı karşısında dehşete kapılmamak mümkün mü? 

Bir diğeri ise,  ‘Allah’tan korkun, doğru söz söyleyin..’  diyerek ikaz ediyor ve ‘Afganistan Tâlibânı’nın sivil öldürdüğü yönündeki sözünü isbatlamaya davet ediyorum.

Afganistan Tâlibânı ümmetin yüzakı, önderi ve koruyucusudur. Sivil öldürmediği gibi diğer cemaat ve grupları tekfir etmez’  değerlendirmesini yapıyordu.

Herkesin kendi cemaatini, örgütünü, liderini bütün İslam Ümmetinin tamamının yüzakı, önderi ve koruyucusu sanması yok mu, insanın söyleyecek sözü kalmıyor. Her grubun kendi liderini dev aynasında görmesi şeklindeki bir büyüklenme hastalığına mübtelâ olması da bu  olsa gerek.

35 yıl öncelerde, Sovyet Rusya’nın askerî işgalini takiben, o işgale ve kurulan kukla komünist rejime karşı koymak niyetiyle Afganistan’da vücud bulan ‘mucahid’ teşkilatları da, bir taraftan işgalci ve kuklası olan güçlere karşı savaş verirken, diger taraftan da asıl kendilerine itaat olunması düşüncesiyle, birbirleriyle kıyasıya boğuşuyorlardı.. Tıpkı bugün Irak ve Suriye ve hattâ Yemen ve Libya’da birbirleriyle boğuşan silahlı güç odaklarının yaptığı gibi.. Düşünelim ki, Lübnan Hizbullahı, IŞİD savaşçılarını, ‘kendilerini tekfir ettikleri ve terörist oldukları’gerekçesiyle, katlediyor; yani IŞİD’çilerin kendilerine bakış açısının aynısını sergiliyorlar.

Tuhaflık da burada..

Öte yandan, Irak’da Nurî Mâlikî dönemindeki uygulamalarla ilgili olarak, ‘fakir’ tarafından yazılan makaleleleri okumadan ve ‘Bizim devlet olsa PKK haklı derdiniz..’ gibi yorumları yazabilenlerin, eleştirdikleri yazı ve sahibi hakkında nasıl ulu-orta ve gelişigüzel değerlendirmeler yaptıklarını görmek de ayrıca bir elem konusu.. 

Ve bu yorumları okuduğum sırada, Afganistan’da Tâlibân’ın kontrolü altındaki bölgede bir yol kenarına yerleştirilmiş patlayıcılar aracılığıyla, otlatılmak için oradan geçirilmekte olan koyunlardan bir çoğu ile birlikte, çocuk çobanlardan 5’inin de öldürüldüğü haberi ulaşıyordu, 24 Aralık sabahı..

Halbuki, yazı açıktı..

İslam’ın savaş kurallarına, ölçülerine ve ahlâkına riayet edilmesine vurgu yapılıyordu.

Yani, köpek bizi ısırdığı zaman, biz de köpeği ısıramayız.

Böyleyken, hiçbir sınır tanımadan  ‘kısasa kısas..’ diyenlerin mantığı ile, B. Amerika’da G.W. Bush dönemi Başkan Yard. olan Dick Cheney’nin mantığı arasında bir fark yok..

Bilindiği üzere, geçtiğimiz hafta, Amerikan Kongresi, CIA’in Afganistan, Irak, Guantanamo ve sair yerlerdeki bir takım cinayetlerine, işkencelerine, az-biraz ışık tutan bir raporu yayınlayınca,Cheney, o rapordaki itiraf olunan işkence ve zulüm suçlamalarına karşı çıkanları temsilen, en yüksek perdeden itirazlarını dile getirirken, 11 Eylûl 2001 Saldırıları’nda üç bine yakın Amerikan vatandaşlarını öldürenlere karşı yapılanları işkence olarak nitelemenin  kabul edilemiyeceğini, işkenceci diye suçlanan Amerikan resmî görevlilerinin bir de liyakat ve kahramanlık madalyası ile taltif edilmeleri gerektiğini’ savunuyordu.

 Aynı mantıkla, İslam’ın aslî ölçülerine aykırı, adâletsiz ve tepkici bu gibi yaklaşım ve değerlendirmelerin, -başkalarına yakışsa bile-, ‘Ben müslümanım..’ diyen insanlara yakışmadığını düşünüyorum.

Unutmayalım ki, hemen herbirimiz, Hz. Ali’nin bir savaşta hasmını tam öldürüleceği sırada, hasmının kendi yüzüne tükürmesi üzerine, ‘Biraz öncesine kadar seni Allah rızası için öldürecektim.. Şimdi ise, işe nefsim karıştı, onun için öldürmüyorum..’ diyerek kılıcını geri çektiğine dair menkıbeyi ve de Hz. Peygamber (S)’in‚’âlemlere rahmet olarak gönderildiği’ne dair âyetleri iftiharla tekrarlarız.

***

Hz. Îsâ, devlet kur(a)madığı için mi, bir ’sevgi peygamberi’?

Bu hatırlatmadan sonra asıl konumuza, Hz. İsa’nın Mesih aleyhisselâmın veladet günleri münasebetiyle Hz. Îsâ değerlendirmelerine ve bu günlerde yapılan etkinliklere kısaca değinebiliriz. (Hatırlanacağı üzere, katolik ve protestan hristiyanlar Hz. İsa’nın velâdet günü olarak 24  Aralık; ortodoks hristiyanlar ise, 7 Ocak gününü  esas alıyorlar. Tıpkı, Hz. Peygamber (S)’in velâdet günü olarak, sünnî müslümanların genelde 12 Rebiulevvel’i, şiî müslümanların ise, 17 Rebiulevvel’i esas almalarında olduğu gibi..) 

Ama, ekleyelim ki, Avusturya’da yayımlanan 24 Aralık tarihli Der Standart gazetesinin yazdığına göre, yapılan bir ankette, Avusturya halkının  %44’ü Noel’in son yıllarda anlamını yitirdiğini düşünüyor ve % 13’ü Noel’e sıradan bir tatil günüymüş gibi bakıyormuş.. Anketten çıkan sonuçlar yorumlandığında, Avusturya’da halkın Katolik Kilisesi’nden gitgide uzaklaştığını da gösteriyormuş..

*

Ancak, hemen ekleyelim ki, Hz. İsâ aleyhisselam’ın veladetini, milâdını, doğumunu esas alan miladî takvimin 2015. yılına hristiyan dünyası daha bir değişik düşmanlık duygularıyla giriyor.. Eski hastalıklar nüksetmişe benziyor, modern Haçlı ruhu hortlatılmaya çalışılıyor herhalde..

5 milyon kadar (yani yüzde 7 civarında) bir müslüman kitlenin yaşadığı kabul edilen 82 milyonluk Almanya’da, üstelik de yüzde 1 nisbetinde bile bir müslüman toplumunun yaşamadığı -eski ve komünist Doğu Almanya şehirlerinden- Dresden’de haftalardır, onbinler -açılımı, ‘Batı’nın İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar’ demek olan- PEGIDA isimli bir örgütün tahrikleriyle İslam karşıtı gösteriler yapıyorlar. Bu örgütün öncülüğünde yapılan son gösteriye, polis makamları 17 binden fazla kişinin katıldığını söylüyorlar ve bu bazı çevrelerde korku uyandırıyor. Çünkü, aynı Almanya toplumu, karşılaştığı sosyal bunalımları atlatabilmek için 75 yıl öncelerde de, yahudilerin yokedilmesini, antisemitizmi çare olarak görmüştü.

Bu İslam karşıtlığının, bir İslamofobi’ye, İslam korkusuna dönüştüğü, anlaşılıyor. Bazılarıanti-islamizm’in ’İslamofobia’dan daha tehlikeli olduğunu düşünüyorlar.

Belki de, tersi daha tehlikeli..

Çünkü, karşıtlık ve düşmanlık bir takım savaşlar, barışlar, müzakereler ve uzlaşılarla bir yerde durdurulabilir, sonlandırılabilir.

’Fobia’ ise bir ruh hastalığıdır, bir psikolojik takıntı ve bir sosyo-psikiatrik ârızadır ki, tedavisi, bertaraf edilmesi kolay değildir, psikiyatri vak’alarının kolayca tedavi edilemeyişi gibi..

Üstelik,  müslümanların küçücük cemaatler halinde bile yaşamadığı Dresden gibi bir şehirde’İslam ve müslüman karşıtı’ gösterilere onbinlerin katılması, toplumlarda medya yoluyla oluşturulan algı operasyonlarının nasıl beklenmeyen sonuçlar verebildiğinin bir ilginç örneğidir. Daha da ilginç olanı, onbinlerce müslümanın yaşadığı Bonn’da Pegida’nın çağrısıyla yapılan gösteriye sadece 250, Würzburg’da ise, 200 kadar kişinin katılması.. 

Gerçi bazı çevrelerde, bu gösterilerin ileride önü alınamaz boyutlara dönüşmesi ihtimalinden de sözediliyor, ama, genelde Almanya’da yapılan anketler, şu anda bu gösterilere  yüzde 35’leri bulan bir seviyede sempati bile  duyduğunu gösteriyor ki, bu, son derece düşündürücü..

Bu açıdan bakıldığında, 24 Aralık tarihli Der Tagesspiegel  (Günün Aynası) isimli alman gazetesinin manşeti, yükselmekte olan bu tehlikeyi anlatmaya yönelik ve düşündürücüydü.

Bu gazetenin manşetten girdiği yorumda, ’Yabancı düşmanlığı hristiyanlık dışı’(Fremdenfeindlichkeit ist unchristlich) ibaresi dikkati çekiyordu. Yorumda ise, özetle şu görüşlere yer veriliyordu: 

'Batı’nın İslamlaşmasına Karşı Avrupalı Vatanseverler Örgütü’ Pegida’nın Almanya geneline yayılan gösterilerine karşı bir açıklama da Protestan Kilisesi’nden geldi.

Alman Protestan Kilisesi Konsey Başkanı Heinrich Bedford-Strohm yaptığı açıklamada, yabancı düşmanlığının Hıristiyanlıkta yeri olmadığını ifade ederek, İsa bize iki tür sevgiyi öğretti. Birincisi, Tanrı’yı sevmek; ikincisi de yarattığını sevmek. İsa, “Ben bir yabancıydım ve siz beni kabul ettiniz” demişti. Ancak, Pegida konusunda ilginç olan husus, Müslümanların çok az yaşadığı, hattâ neredeyse hiç yaşamadığı Dresden’de İslam’dan ve yabancılardan korkuluyor olması. Yaklaşık 50 Müslüman temsilcisini Paskalya Yortusu’na davet ettim ve bu davette hiçbir radikal İslamcıyla karşılaşmadım. Davette sadece barış içinde yaşamak isteyen Müslümanlar gördüm. Ben de onların iftar yemeklerine gideceğim dedi.’

*

Evet, böyle bir durum..

Hz. İsâ Mesih aleyhisselam da Enbiyaullah /ilahî peygamberler kafilesinin en seçkin örneklerindendir.

Elbette bu konuda bizim ilahî peygamberlerin mertebesi hakkında bir değerlendirme yapmamız doğru olmaz. Ve hepsi de İslam üzeredirler. Allah’ın dininin ismi, taa baştan beri hep İslam adını taşır; yani, Allah’a teslim olmayaAllah’dan gayrisine teslim olmamayadayanır. İslam, Allah’ın, Yaratıcı’nın insanlara gönderdiği hayatı yaşama proğramının, anayasasının ortak adıdır, taa baştan, ebediyete kadar.. Bu bakımdan, müslümanlar bütün ilahî peygamberleri kabul ederler ve onlar arasında bir ayrım yapamazlar; onların Allah katındaki derece ve makamları farklı olsa bile..

Nitekim, Kur’an-ı Mubîn’de, Baqara Sûresi’nin 285. âyeti çok açıktır:  Rasul ve onunla birlikte olan inananlar, Rabbleri tarafından ona indirilene inanırlar.  Hepsi Allah’a, meleklerine, kitablarına, resullerine inandılar. ’Onun elçilerinden hiçbirisi arasında ayrım yapmayız. İşittik ve itaat ettik, Bize mağfiret et, ey Rabbimiz, bağışlamanı dileriz, zira bütün yolculukların varış yeri Sen’sin..’ dediler’.

Âyetteki bu ifade tarzı, müminlerin ağzından söylenmektedir.

Enbiyaullah arasında, Allah katında bir derece farkı var ise de, bu konuda bir ayrım yapmak müminler için sözkonusu değildir.

*

Evet, bugünler Hz. Îsâ Rûhullah aleyhisselam’ın velâdet günleri.. Bütün müslümanlara kutlu olsun.. Evet, yanlış okumadınız; ‘müslümanlara kutlu olsun..

Müslüman olmayanlara gelince..

Birileri bir ilahî peygamberin velâdet yıldönümü adına, bir takım çılgınlıklar, kepazelikler sergiliyor diye, biz o Peygamber’e sahib çıkmaktan ve onun veladet yıldönümü dolayısiyle, o güne itibar eden kimselere tebriklerimizi bildirmekten vaz mı geçeceğiz?

Onlar kendilerine yakışanı yapıyorlarsa, biz de kendimize yakışanı yaparız, yapmalıyız.

Geçenlerde, bir siyasetçi, yahudilerin ‘Hamursuz Bayramı dedikleri gün dolayısiyle onlara tebriklerini bildirmişti. Bunun üzerime, benim e-mail adresime ve telefonuma da onlarca itiraz mesajları geldi.. Hristiyan ve yahudi birisinin müslümanların bayramını kutladığını gördünüz mü? Ama, bizimki onlarınkini kutluyor..' diye..

Bazıları, atgözlüğünü takmışlar, dünyadan habersiz yaşıyorlar gibi.. Halbuki, etraflarına bir baksalar, onlar da görürler; müslüman olmayan bir çok liderin müslümanlara bayram kutlamalarında bulunduklarını..

Hattâ, bir taraftan müslüman coğrafyalarına onbinlerce, yüzbinlerce ton bombalar yağdıranların, bir taraftan da dünya müslümanlarına Clinton, Bush ve Obama örneklerinde olduğu defalarca görüldüğü üzere, Ramazan ve Kurban Bayramları için tebriklerde bulunulduğunu nasıl görmezlikten geliriz?

-Efendim, onlar hilekâr..

Uyanık ol da, o hileleri yeme, kardeşim..

Böyleyken bazı kardeşler, üstelik de çok büyük ekseriyeti hristiyan halkların yaşadığı coğrafyalarda onyıllarca yaşadıkları halde, kendi aralarındaki mesaj iletilerinde, ’Biz hristiyanların bayramını kutlamıyacağız, kutlamayalım..’ diye bir kampanya başlatmışlar.

Halbuki, onlar nasıl kutlarsa kutlasın, sen, bir müslüman olarak, bir ilahî peygamberin doğum yıldönümü adına kutlamalarda bulunanlardan muhatab kabul edilebilecek durumda olanlara,

bir müslüman ağırbaşlılığı içinde saygılı bir dille Hz. İsâ aleyhisselamın doğum yıldönümü dolayısiyle tebriklerini bildirsen, itiqadî bir yanlışlık mı olur?

35-40 yıl öncelerde, bugünlere aid bir kutlama günü icad edilmesi ihtiyacı duyulmuş,Mekke’nin Fethi toplantıları tertib edilmişti..

O ’feth’in öyle bir güne rast gelip gelmediği hâlen de bilmiyorum, öğrenemedim. Ama, o zaman, bunu ’icad’  eden genç arkadaşlara, ’Bu hususta kesin bir tarihî bilginiz var mı?’demiştim. Bir arkadaş, en azından 365’de 1 ihtimal var demişti.

Öyle ya,  Ay Yılı’na göre 355 günde 1, Güneş Yılı’na göre 365 günde 1, bir yılın bir gününde ihtimal!!..

*

Bu konuda sadece bizler değil, bu gibi yakıştırmalardan sadece biz değil, bir hristiyan arabolan Halil Cibran 90-100 yıl öncelerde, Hz. İsâ’ya nisbet edilen iddialardan şikayetçi oluyor ve şöyle diyordu, ’Bir Bayram Gecesi’ isimli başlıklı yazısında, (yıllarca önce yaptığım bir derlemeden) özetle:

‘Akşam oldu ve karanlık şehri kapladı.. Konaklarda, evlerde ışıklar parıldadı, insanlar yüzlerinde neşe ve gurur emaresi, nefes alıp vermelerinin arasından yiyeceklerin, içkilerin kokusu yayılarak yeni bayramlık elbiseleriyle caddelere çıktılar..

Bense yalnız, bir başına, kalabalıktan uzak, bayramın sahibini düşünerek yürüdüm.. Fakir olarak doğan, tecrid edilmiş bir halde yaşayan, haça gerilerek ölen en müstesna kişiyi düşünerek.. (...)

Umûmî parka vardığımda çıplak ağaç dallarının arasından kalabalık caddelere bakarak, eğlence alayında yürüyen bayramcıların uzaktan gelen şarkılarını dinleyerek tahta bir bankın üzerine oturdum..

Düşünceler ve düşlerle dolu bir saatin ardından başımı yana çevirdiğimde, birden kanapenin üzerinde, yakınımda oturan, elindeki asâsının ucuyla toprağa karışık çizgiler çizen bir adam gördüm.. ‘Benim gibi bir yalnız..’ dedim, kendi kendime.. (...) Bana doğru döndü; derin, sâkin bir sesle; ‘İyi akşamlar..’ dedi.. (...)

‘Bu şehirde yabancı mısın?’ dedim..

‘Bu şehirlerde ve diğer bütün şehirlerde bir yabancıyım ben..’ diye karşılık verdi.. (...)

Bir sessizlikten sonra; ‘Bana ihtiyaç içindeymişsin gibi geliyor, bir iki dirhem kabul etmez misin?’ dediğimde, dudaklarında hüzünlendirici bir gülümsemeyle, ‘Evet ihtiyaç içindeyim, ama, paranın dışında bir şeye..’ dedi.. (...)

Kendi kendime, ‘Ne garib bir adam, kâh filozof gibi konuşuyor, kâh deli gibi..’ dedim.

(...) Deliliğinden emin olmuş bir halde, ‘Şimdi gel, geceyi evimde geçir..’ dedim..

Başını kaldırdı; ‘Eğer benim kim olduğumu bilseydim, davet etmezdim..’ dedi..

Kimsin sen?’ dedim.. Sesinde engin suların çağıltısıyla; ‘Ben milletlerin oturttuklarını ayağa kaldıran devrimim. İnsanların yetiştirdiği fidanları söken fırtınayım.. Ben yeryüzüne barışı değil, kılıcı bırakmak için gelenim..’  dedi..

(...) Birden önünde eğilerek yere kapandım, ‘Ey Nasıralı Îsâ..’ diye seslendim.

O esnada o da, ‘Cümle âlem benim ismim ve geçmiş günlerin ismim etrafında ördüğü âdetler vesilesiyle bayram ediyor. Bense yeryüzünün batısını da, doğusunu da bir gezgin gibi dolaştım, ama, insanlar arasında benim hakikatimi bilen yok..(...)’ diyordu..

O sırada başımı kaldırdım ve baktım.. Önümde duman sütunlarından başka başka bir şey görmedim ve ebediyetin derinliklerinden gelen gecenin sesinden başka bir ses duymadım..’

Bu hikaye, her dine, her ümmete, her mezhebe, her bir inanç mensuplarına, onların durumunu özetleyecek şekilde ifade edilebilir;  çuvaldızı kendilerine batırmak bâbından...

Cibran'ın yazısında Hz. İsâ aleyhisselam’ın ağzından aktarılan bir cümleye bilhassa dikkati çekelim. ‘Ben Yeryüzüne barışı değil, kılıcı bırakmak için geldim..’ ibaresi, Hz. Isâ’ya bir bühtan gibi algılanmamalıdır.

Matta İncili’nde 10. bâbda yer alan ibarelerden bir aktarmadır, Cibran’ın o ifadesi: ‘*34 «Yeryüzüne barış getirmeye geldiğimi sanmayın! Ben barış değil, kılıç getirmeye geldim. 35 Çünkü ben oğulla babasının, kızla annesinin, gelinle kaynanasının arasına ayrılık sokmaya geldim. 36 `İnsanın düşmanları, kendi ev halkı olacaktır.’ 37 Annesini ya da babasını beni sevdiğinden çok seven, bana lâyık değildir. Oğlunu ya da kızını beni sevdiğinden çok seven, bana lâyık değildir. 38 Çarmıhını yüklenip ardımdan gelmeyen, bana lâyık değildir. 39 Canını kurtaran, onu yitirecek. Benim uğruma canını yitiren ise onu kurtaracaktır.’ 40 «Sizi kabul eden, beni kabul etmiş olur. Beni kabul eden de beni göndereni kabul etmiş olur. 41 Bir peygamberi, peygamber olduğu için kabul eden, peygambere yaraşan bir ödül alacak. Doğru bir adamı, doğru biri olduğu için kabul eden, doğru adama yaraşan bir ödül alacak. 42 Bu sıradan kişilerden herhangi birine, öğrencim olduğu için bir bardak soğuk su bile içiren, size doğrusunu söyleyeyim, ödülsüz kalmayacaktır.»’

Tabiatiyle, bu ifadelerde onu bir karıştırıcı olarak anlamak, en  tersinden anlamak olur.

Sadece Hz. Îsâ değil, bütün ilahî peygamberlerin takibçileri, ’inandık’ diye arkasından gittikleri peygamberleri uğruna gerekirse, diğer bütün sevdiklerini o birinci derecedeki sevginin çerçevesi içinde bir yere yerleştirmeli veya terketmelidirler.

Hz. İsâ ki, ona, ‘Sizin bir yanağına vurana, siz öteki yanağınızı da uzatın..’ dedirttirilmiş ve o bir sevgi peygamberi olarak anlatılmıştır. Ama, onun takibçisi olduklarını söyleyenler, asırlardır, dünyayı kana bulamakta emsalsizdirler.

Yeri gelmişken,  19. yüzyılın ünlü rus edebiyatçı ve düşünürlerinden Dostoyewski'den de -yaktıştırma bile olsa- bir hikaye aktaralım; Hz. Îsâ’nın nasıl bir zulme mâruz kaldığını anlatmak açısından:

-Hikâye bu ya..-,

‘Ortaçağ’da, İspanya’da bir kasabanın pazar yerine, gökten Îsâ Mesih iniverir.. Halk etrafına toplanır.

İsâ Mesih, onlara kimler olduklarını sorduğunda, ‘Biz senin ümmetiniziz..’ derler.. O, ‘Siz nasıl benim ümmetim olabilirsiniz?’ diye şaşkınlığını dile getirir..

Sonra, kasabanın kardinali gelir.. Şöyle bir bakar ve polis’e: ‘Atın bu meczubu, deliyi zindana!..’ der ve atarlar zindana.. Halk ise, ‘İsâ Mesih idi, gökden indiğini gördük..’ derler.. Akşam olup el-ayak ortalıktan çekilince, kardinal zindana gider ve ‘Ey kutsal peder, inanıyorum ki, sen Îsâ Mesîh’sin.. Ama, niye geldin? Biz burada senin adına bir düzen tutturmuş, gidiyorduk.. Niye geldin? Şimdi, sen her şeyi alt-üst edeceksin.. Buna müsaade edemeyiz.. Ya, hangi yoldan geldiyse, o yolla yine çekil git; ya da, seni bir kez de ben çarmıha gererim.. der..

İsâ Mesîh olarak anlatılan kişinin durumunu ise Dostoyewsky şöyle anlatır: ‘İsâ Mesih gördü ki, halk câhil, ve güçsüz, fakir.. Kendi adına hareket edenler ise, zengin, güçlü, örgütlü..

Ve çaresiz,  gecenin karanlığında zindanın demir parmaklıklarından süzülür,  çıkar gider  göklere doğru..

Dostoyewsky daha sonra da der ki: ‘Biz İsâ Mesih’in dönüşünü bekliyoruz, asırlardır..

Ama, niye gelsin ki..

Halk yine aynı cahil ve örgütsüz halk, yoksul..

İsa Mesih adına hareket edenler ise, güçlü, zorba, zengin ve örgütlü...’

*

Evet, ilahî peygamberlerin en çok mazlûm (zulüm görmüş) olanlarından ve  bu zulmün onun adına hâlâ da devam ettirilenlerinden birisi, Hz. İsâ Mesih aleyhisselam olsa gerek..

Ama, bu hikaye, aslında sadece hristiyanların durumunu değil, bizim hal-i pür melâlimizi de anlatmıyor mu?

Ve, biz müslümanların durumu bu hikayede ifade edilen sonuçtan sanki daha mı iç açıcı?

haksöz

Bu yazı toplam 1321 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar