Selâhaddin Çakırgil
Erdoğan’dan İlginç Bir Tarih Dersi, ve..
Bu satırların sahibinin birçok konuda Tayyîb Erdoğan’ı desteklediğinin gizli bir tarafı yok.. Ama, bu desteğin ondan şahsî bir beklenti olması ihtimaliyle hiç bir ilgisi olmadığını da bilhassa belirtmeliyim. Bu durumu ona destek olarak değil, belki, onun bizim neslimizin hayal ve ideallerine birçok konuda en yakın bir uygulayıcı olmasıyla izah etmek daha doğru olur.
Çünkü o, bizim neslin bir çok konudaki ideal ve hayallerinin en iyi uygulayıcılarından.. Belki, bir çok uygulamalarının zamanlaması konusunda farklı düşünülse ve daha aceleci davranılmasını beklense bile, gerçekleştirilmesi hayal edilen nice hassas konular onun yürekli ve kararlı uygulamasıyla hayata geçiriliyor.
Bu, onun hataları, yanlışları yok demek değildir.
Kendime göre eleştirilerimi yeri geldiğinde ve önemli bulduğumda yazılı olarak da yapmaktayım ve yaparım.
Şahsen, onun uygulamalarını, onun yerinde olsam, yapabilir miydim, bilemem. Çünkü, yöneticilik bir ayrı san’attır. Ayrıca, 80 milyona dayanan dev nüfuslu bir ülkede, halkın yarıdan fazlasının itimadını kazandığı, seçimlerle objektif olarak ortaya konulmuş bir mahbûbiyete nail olabilmek bile büyük bir mes’eledir.
Erdoğan’ın 13 Ekim günü Marmara Üni.’de hele de Birinci Dünya Savaşı’nın 100. yıldönümü üzerine yaptığı tarihî değerlendirmeleri, fevkalâde önemliydi. Çünkü, onun fikirlerini az çok biliniyordu, ama, uhdesinde bulunan cumhurbaşkanlığı vazifesi itibariyle, o makamdan, müslüman coğrafyalarının bugününü çok yakından ilgilendiren Birinci Dünya Savaşı ile ilgili olarak ilk kez bu derece çok net ve tarihî reddiye manifestosu niteliğinde bir değerlendirme yapılmış oluyordu. Halbuki bu zamana kadar, ‘fiilî durumun bir takım olumsuzluklara rağmen yine de, kabullenilmesi şeklindeki bir reel-politik gerçekçiliği ya da ‘de facto anlayışıyla alenen veya zımnen kabul edilmesi tavsiyesi yapılıyordu. Halbuki, Cumhurbaşkanı, bu konuşmasıyla, ilk kez, tam da kendisini seçen halkın büyük ekseriyetinin düşüncelerine tercüman olarak, bilinen dayatma tarihî tezleri parçalamak istercesine bir tavır ortaya koyuyordu. Ki, bu 100. yıldönümü dolayısiyle son aylarda yazdığı makaleler veya yaptığı konuşmalarla fakir de benzer görüşleri dile getirmekteydi. Bu açıdan da ilgiyle ve beğenerek dinledim; dinlememiş olanlara da dinlemelerini tavsiye ediyorum.
Onun bu görüşleri özellikle de bulunduğu makamdan dile getirmesi hasebiyle daha bir önemli..
*
Coğrafi sınırlardan ziyade, kalb ve beyinlerdeki sınırlara işaret..
Tayyîb Bey’in, Müslümanların en uzun süreli ve en etkili devletlerinden birisi olan 625 yıllık bir Osmanlı Devleti’nin tarih sahifesinden silinmesinden sonra, Müslüman coğrafyalarının nasıl parça parça edildiğine ve ortaya birbiriyle savaşan küçük-küçük irade merkezlerinin ortaya çıkarıldığına ve ingiliz ve fransız iki subayın cetvellerle çizdikleri ve hattâ bazan iki köyün ortasından bile geçirilerek birbirinden koparılıp dayatılan coğrafî sınırlara dair yüreğinden bir protesto havasında taşan sözleri, son derece önemli..
Onun, bunları söylerken, kimsenin bugünkü coğrafî sınırlarına bir itirazlarının olmadığını belirtmesi ve amma, asıl önemli olanın, o coğrafi sınırlar içine hapsedilen müslüman halkların beyinlerinde ve kalblerinde oluşturulan sınırlardan yakınması, üzerinde düşünülmesi gereken, hepimize acı veren bir tesbit olarak, son derece önemlidir.. Hele, ‘Ey şiî ve sünnîler, birbirinizle savaşmaktan, birbirinizi öldürmekten kimlerin memnun ve kazançlı olduğunu görmüyor musunuz?’ tarzındaki sorusu ve üzerinde ‘Ben müslümanım..’ diyen herkes düşünmelidir.
Ve bugün müslüman coğrafyalarında yaşanan dağınıklık ve yüreklerimizi dağlayan perişan tablo, evet, Birinci Dünya Savaşı’nın acı meyvalarıdır. O savaşın sonunda nice coğrafyalar değişti, nice acılar yaşandı ve nice yeni savaşlarla yeni düzenlemelere gidildi, ama, hiç birisi, müslüman coğrafyalarındaki kadar sürekli olmadı ve kanayan bir yara halinde kalmadı. Düşünülsün ki, genelde Osmanlı’ya bilinen sebeblerden dolayı soğuk bakan nice şiî ulemâsının farklı görüşlerine rağmen, merhûm İmam Rûhullah Khomeynî, Osmanlı Devleti’nin, bir çok yanlışları olsa bile, onlar kabil-i ıslah iken, tarih sahnesinden bertaraf edilmesini, müslümanların elindeki büyük bir gücün kaybedilmesi açısından esefle kaydediyordu, eserlerinden birinde..
Düşünelim ki, 100 yıl önce, müslüman coğrafyalarında (yani, halkının ekseriyetinin müslümanlardan oluştuğu coğrafyalarda) sadece Osmanlı ve İran, ve biraz da Afganistan, müstakil /istiklal/ bağımsızlık sahibi devletler durumunda ve diğer müslüman coğrafyaları açıkça sömürge olarak gözükürken, bugün, müslüman coğrafyalarında -güya istiklal sahibi konumunda- 50’den fazla devlet bulunmaktadır ve amma, hemen herbirisi, bir diğeriyle gizli veya açık kavgalı durumdadır. Çünkü, Birinci Dünya Savaşı sonunda emperyalist güçlerce oluşturulan sun’î sınırlar ve sun’î başkentler, kutsal saydırılan sun’î ulusal sınırlar, ulusal bayraklar, ulusal ordular vs., müslümanların gücünü içten içe ve korkunç şekilde kemirmektedir, bir kan kanseri gibi..
Ve bu noktaya gelinmesinin kolay olmadığını belirtmek için, (40 yıl öncelerde vefat eden) ünlü ing. tarihçi-filozofu Arnold Toynbee‘nin bir tesbitini de hatırlayabiliriz. O, Osmanlı’nın askerî gücünün ilk kez kırıldığı ve Osmanlı coğrafyasından Kırım Yarımadası ve Azak Denizi başta olmak bir çok yerlerin koparılmasına yol açan 1699- Karlofça Andlaşması’yla, bu büyük gücün boğazına bir kemend atıldığını ve bu kemendin sıkılmasının ve o bedenin tamamen öldürülmesinin 250 seneye yakın bir zaman aldığını anlatır.
Evet, aynen öyledir ve yok edilen o büyük gücün yerine yenisinin konulamaması için, emperyalistler güçler, ‘parçala-hükmet..’ siyasetine uygun ve ‘teslim ol, barış olsun..’ mânâsını dayatan ‘Pax Romana’ (Roma usulü barış) denilen anlayışın bugün de, ‘Pax Americana’ (Amerikan tipi barış) versiyonu bir hayat tarzı olarak dayatılıyor, müslüman toplumlara..
O boyunduruk hâlâ da hepimizin boynunda..
Bu boyunduruğun kırılıp atılması gerekiyor.
Empereyalist dayatmalara karşı çıkmak isteyen her mücadelenin derhal, korkunç bir propaganda bombardımanı ile, nasıl da hepimize bir terör ve barbarlık olarak dayatıldığının nice örneklerini sadece şu son çeyrek yüzyıldaki bile gördük.
1980-88 arasındaki İran- Irak Savaşı boyunca, Sadam’ı demokrasinin bekçisi diye vargücüyle destekleyen emperyalist güçlerin, Kuveyt’in Saddam tarafından işgal edilmesinden, yani, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Ortadoğu düzeninin kontrolleri dışında bozulmasından sonra, bir anda Saddam’ı Hitler ve Stalin’den de korkunç bir barbar cinayetkâr olarak dünyaya nasıl tanıttıklarını hatırlayalım. Ki, iki tarafdan bir milyon kadar müslümanın ölümü ve müslümanların zenginliklerinin tahribiyle sonuçlanan o 8 yıllık savaş boyunca, Saddam’ı dünya müslümanlarına bile anlatmakta zorlanan müslümanlar, emperyalistlerin düğmeye bir basmasıyla, nice müslüman halkların, Saddam’ı bir haftada nasıl da ‘tanıyıverdikleri’ni şaşkınlıkla görmüşlerdi.
*
Bu konuya bu kadarca değindikten sonra, bir-kaç konuya daha kısa-kısa noktalamalar halinde değinmeye çalışalım.
*
’Esed düşerse, İsrail’in güvenliği de tehlikeye düşer’ diyen kim?
İran Dışişleri Bakan Yard. Huseyn Abdullahiyan’ın 11 Ekim günü yaptığı açıklama, son derece ilginç.. Denilebilir ki, ‘Bu sözün başı veya sonu ne idi..’ denilebilir. Ama, başı veya sonu ne ve hangi niyetle söylenmiş olursa olsun netice itibariyle, ‘İsrail’in güvenliğinin de tehlikeye düşeceği’ kaygısını dile getirmek, hele de 35 yıl boyunca, sionist İsrail rejimine karşıtlığı kendisine resmî şiar edinmiş bir rejimin en üst derece sorumlularından birinin ağzından işitilmemeliydi. Bu mantığın, diplomatik bir manevra olarak bile anlaşılır tarafı var diyenler olursa, o zaman, başka ülkelerin diplomatik manevralar gereği, bazı söz veya tavırları geliştirmelerini de suçlayamamalıdırlar.
’Suriye’de Esed rejimi IŞİD eliyle devrilirse, bundan İsrail’in güvenliğinin de yokolacağı ’ sözüyle, ‘Sionist İsrail rejiminin güvenliğini düşünmek bizim de mi derdimiz olmalıydı?’ diye bir itirazın zihinlerde şekillenebileceğinden endişe edilmiş olsa gerek ki, İran medyasınca kamuoyuna manşetlerden veril(e)medi.
Abdullahiyan’ın, bu sözlerinden sonra, ‘Her ne kadar dostumuz Türkiye ile aramızda Suriye'yle ilgili anlaşamadığımız konular olsa da, onları ve Amerikalılar'ı, Esed'in gitmesi veya kalmasına Suriye halkının karar vermesi gerektiği konusunda uyarmıştık" demesi ve hemen arkasından da, Esed'in ömür boyu Cumhurbaşkanı olarak kalması konusunda bir ısrarlarının olmadığını ifade edip, sözlerini, "Fakat teröristlerin, gerçek müttefiklerimizden birini direniş cephesinde düşürmesine de izin vermeyeceğiz. Biz müttefikimizi savunmak için gerekli gördüğümüz her şeyi yapmaya hazırız. Bölgede öyle gruplar var ki, bizim, işin içerisine girmemize dahi gerek kalmaz..’ cümlesindeki üstü kapalı ifadelerle noktalaması, Hizbullah gibi güçlere işaret olarak ele alınıyordu ve ilginçti.
Abdullahiyan’ın ilginç ifadelerinden birisi de, "Türkiye bölgede 'Yeni Osmanlıcılık' peşinde. Biz, onları ve diğer ülkeleri, Suriye'ye girerlerse, ciddî problemlerle karşı karşıya kalacakları konusunda uyardık!" şeklindeydi.
Bu konuda, İran’ın eski Petrol Bakanlarından Sabah Zengene’nin de 11 Ekim günü, tabnak.ir’de bir ‘Ortadoğu uzmanı’ olarak yer alan benzer bir yorumu göze çarpıyor ve o da, Türkiye’nin Suriye’de Osmanlı saltanatını ihya etmeye çalışmakla suçluyordu.
Zengene, ‘IŞİD’in Amerika’nın hedeflerine hizmet yönünde ilerlediğine ve Amerika’nin çizgisindeki ülkelerce teçhiz edildiği’ne işaret ettikten sonra, bu konuda Türkiye’yi çok açık bir örnek olarak belirtip, Türkiye’nin Kobani’ye silah yardımı için kapılarını açmadığını, ama, IŞİD’in Kobani’ye girmesi için imkan hazırladığını (!?)da iddia ederek şöyle devam ediyordu: ‘Türkiye, sınırındaki Kobani’yi sahiblenerek, Suriye’de tarihî Osmanlı saltanatı arzularını gerçekleştirmek istiyor. Ve, tampon bölge ve uçuşa yasak bölge tesis ederek, Suriye’nin bir kısmını kendisine katıp, Suriye kürdlerinin Türkiye ve Irak kürdleriyle irtibatını engellemeyi planlıyor..’
Böyle bir yorumu yapan bir kimse keşke 9010 km.lik Türkiye –Suriye sınırını da bir göz önüne getirseydi.. ortadoğu uzmanlığı adına bu kadar hayalî ve husûmetâmiz yorumlar yapılması, gerçekten de esef verici.. Nitekim, bu gibi değerlendirmelerin altına gelen pek çok okuyucu yorumları arasında ’İnşaallah, bu IŞİD ateşi Türkiye’yi de yakar..’ şeklindeki yorumlar dikkati çekiyordu. Bu gibi ‘çok dostâne’ (!) temennilerin resmî nitelikli medya organlarında bile filtre edilmeden, süzgeçten geçirilmeden kitlelere aktarılması ilginçtir. Ki, yayın organlarında internetten gelen yorumların süzgeçsiz olarak yayınlandığı gibi komik iddialar ileri sürülemez herhalde
*
12 Ekim tarihli İran medyasında da, ’IŞİD’e karşı savaşta Amerika ile İran arasında örtülü bir ittihad/ birlik oluştuğu’na dair, Amerikan medyasında yer alan yorumlar aktarılıyor ve IŞİD’in Türkiye tarafından desteklendiğine dair, özellikle Alman ve Amerikan medyasında sürekli yayınlanan makalelere yer veriliyordu...
*
Ya, bir devlet gazetesi olan ve bu satırların sahibinin de on yıllar boyu makaleler yazdığı Cumhurî-i İslamî’de 11 Ekim günü yayınlanan ’İran ve Suriye’nin itimad edilemez komşusu’ başlıklı başmakalede kullanılan ifadelere ne demeli?
’Türkiye devleti bugün bölgenin güvenliği ve İran İslam Cumhuriyeti’nin ulusal menfaatleri için bir tehdide dönüşmüştür. Devleti yönetenlerimizin bu tehdidi görmezlikten gelmemesi veya onun kenarından gafletle ve ilgisizlikçe geçmemesi gerekir..’ şeklindeki giriş cümlesi bile konuyu özetlemeye yetiyor.
Bu başmakalede, Tayyîb Erdoğan’ın ve Davudoğlu’nun, ’IŞİD ve Kobani konusunda harekete geçmek için, Beşşar Esed rejiminin düşürülmesi planının da devre de olmasını şart koşması’na ve ’Erdoğan’ın İran’la dostluk lafları etmesine rağmen, hem bölge güvenliği ve hem de İran’ın ulusal menfaatleri için tehdid oluşturduğuna ve IŞİD’in Kobani’de gözlerinin önünde cinayetler işlemesine gözyumduğuna, Esed rejiminin düşürülmesi için Amerika tarafından yapılan proğramları IŞİD’le birlikte uygulamaya çalıştığı’na ve Türkiye’nin (Suriye rejimi için kullanılan) ’direniş cebhesi’ne yönelik bu tavrının sionist İsrail rejiminin güvenliğini sağlamaya ve İran’ın ulusal menfaatlerine darbe vurmaya yönelik olduğuna değiniliyor. Bu makalede, IŞİD güçlerinin Amerika, Fransa, İngiltere, Hollanda, İspanya, Avustralya vs. ülkelerin savaş uçaklarınca sürekli bombardıman edilmesi ise, izah edilmiyor.
Ama, dahası, bu resmî devlet gazetelerinden olan bu gazetedeki sözkonusu başyazıda, ’gençlik yıllarındaki İslamcı söylemleriyle ve başbakanlığı sırasında da, İsrail aleyhindeki sözleriyle bilinen Tayyîb Erdoğan’ın bugün sionistler için iradesiz bir uşak ve kuklaya dönüştüğü, İslam ülkeleri ve bölgeyi güvensiz hale getirmek için Amerika’nın elinde, çadır tiyatrolarında oynatılan bir rakkaseye dönüştüğü’ gibi ağır ifadeler kullanılıyor ve İran’dan büyük ticarî kazançlar elde eden Türkiye’nin, İran’ın ulusal menfaatlerine hıyanet eden bir duruma gelmesine seyirci kalınmaması gerektiği’ dile getirilip İran yetkililerinin bu duruma seyirci kalmaması da hatırlatılıyor.
Kadîm dostlarımızın ulusal menfaatleri üzerinde bu kadar hassas olmalarını anlamaya çalışıyorum ama, Türkiye’nin ulusal menfaatlerini veya Erdoğan’ın şahsını korumak gibi bir hususu dert edinmeden, sadece müslüman halkların hele son 100 yıldır ve bugün karşı karşıya bulundukları durumu gözönüne getirdiğimde, bu kadar ağır suçlamaları mantıkî bir zemine oturtmakta zorlanıyorum.
Yazıda, Kobani’deki cinayetlere gözyumulmasından sözedilmesi de ilginç.. 4 yıla yakın zamandır, Suriye’de Baas rejimi diktatörlüğünün ağır bombardımanları altında 200 binden fazla insanın ölümüne milyonların yerlerini yurtlarını bırakıp kaçmalarına, komşu ülkelere milyonlar halinde sığınmalarına rağmen, hâlâ, - sionist İsrail rejimi karşısındaki güya - ’direniş cebhesi’ hikayelerine tutunanların, şimdi Kobani’deki cinayetlere seyirci kalınmasından sözetmeleri de ilginç değil mi..
Ki, geçtiğimiz hafta, İran Dışbakanlığı Sözcüsü Efhemî Hanım, ’Kobanî’ye yardım ederiz ama, Suriye rejimi izin verirse..’ diyor ve böylece, yine Esed rejimini güçlendirmeye çalışıyordu. Herkesin kendisine göre bir siyaset izlemeye çalıştığı bir labirentte, sadece Türkiye’nin bundan uzak durmasını beklemenin mantığı olur mu, o da bir ayrı konu..
Kaldı ki, Kobani’de halk kalmadı, hemen tamamı Türkiye’ye geçti, son üç hafta içinde.. Orada iki tarafı da ellerinde ağır silahlar olan savaşçılar var, IŞİD ve PYD savaşçıları.. Ve PKK/ PYD savaşçıları, Amerikan bombardımanlarının eşliğinde,. IŞİD karşısında bir netice almaya çalışıyorlar. İki tarafı da silahlı olan kesimlerin savaşında bir katliâmdan sözetmek ne kadar mâkuldür?
*
’Ankara'nın Şam'la savaşında asker olmayız!’, ama, Türkiye bizim için savaşmalı’ kurnazlığı..
Kobani’de PYD’nin lideri olarak bilinen ve üç senedir orada Esed rejiminin himayesinde, kanton tarzı bir özyönetim oluşturan Salih Muslim’in Hürr. gazetesine verdiği ve 13 Ekim günü yayınlanan röportaja da değinmek gerekiyor. Molla Mustafa Barzanî Hareketi’nin nasıl yenilgiye uğradığını hatırlatan ve onun acısını yüreğinde taşıdığını söyleyen ve yüksek tahsilini İst. Teknik Üni’de tamamlayan Muslim, o yenilginin sebeblerini araştırırken, PKK ile yakın temasa geçtiğini ve ’o zamandan beri de hep sempatizan kaldığını’ ve birkaç kez görüştüğü Öcalan’dan etkilendiğini belirtiyor.
’- Ankara sizin net bir şekilde Esed rejimiyle aranıza mesafe koymanızı istiyor. Rejim ile ilişkinizi nasıl tanımlarsınız?’ sorusuna Muslim’in cevabı ilginç.. Bir zamanlar, Beşşar Esed’le Tayyîb Erdoğan’ın dostluğunu hatırlatıyor ve ’2004’ten beri biz zaten bu rejimle mücadele içindeyiz. Siz kalkıp Haleb’de, Şam’da, Ankara’da kol kola gezerken, beraber lahmacun, kebap yerken; biz istihbarat bodrumlarında işkenceye maruz kalıyorduk. Şimdi kalkıp bize ‘Rejime şöyle yap, böyle yap’ diyorlar. Bizim bir siyasetimiz var. Bunları püskürttük, yerlerimizden kovduk. İllâ ki gidip Şam’da onlarla savaşmamızı, sizin yerinize asker olmamızı mı istiyorsunuz? Bunu yapmıyoruz. Kürdlerin tarih boyunca yaptığı, başkalarının askeri olma sanatını biz bıraktık kardeşim.’ diyor.
Tamam da, o zaman, Türkiye’nin de sizin için savaşmasını beklememeniz gerekmez mi, mantıklı bir siyaset izliyorsanız..
Muslim bu arada Esed rejiminden geçmişte gördüğü işkenceleri anlatırken, ’Benim gördüğüm işkenceye maruz kalsaydı, bir eşek bile dayanamaz, ölürdü.’ diyor.
Muslim ve benzeri nicelerinin, Baas rejiminden gördükleri işkence ve zulüm beyanlarını reddetmek mümkün değildir. Çünkü, Baas rejimlerinin ve PKK’nın muhaliflerine karşı kullandığı sindirme ve yoketme metodu, İttihad-Terakkî ve kemalist dönemlerinden beri yabancımız olmayan bir yöntem idi.
Ama, hafızası zayıf olanlar veya unutanlar veya konu hakkında fazla bilgisi olmayanlar bilmeli ki, Beşşar Esed- Tayyîb Erdoğan dostluğu sırasında, Esed, kendi halkını ve kendi ülkesinin sivil yerleşim birimlerini bombardıman etmiyordu. Ve o zaman, sesi çıkmayan ve hattâ adı-sanı bilinmeyen Salih Muslim veya PYD örgütü mensubları, Esed’in Suriye’de kendisine karşı protesto gösterisi yapan halk kitlelerinin üzerine bombalar yağdırmaya başlaması üzerine; kendisinin de beyan ettiği üzere bir siyaset üretmeye ve zulme karşı çıkmak yerine, sadece kendilerini düşünüp, fırsattan istifade ederek, Baasçı- Esed düzeniyle işbirliği yapmanın yollarını aramaya başladı. Ve, Esed rejiminin bu bombardımanlarına, Tayyîb Erdoğan, ülkesinin menfaatlerini tehlikeye atmak pahasına, karşı çıkmaya başlamasıyla birlikte, Salih Muslim ve gibiler ise, halkı bombardıman eden Esed rejiminin hizmetine koştu ve onun verdiği silahlarla, onun tanıdığı imkanlarla, Türkiye ile olan 900 km. uzunluğundaki ve kürd halkının oturduğu sınır şeridi boyunca, otonom bölgeler, kantonlar oluşturmaya başladı. Esed, onlara bu imkanı tanırken, kendisini ve zulmünü eleştirmeye başlayan ’Erdoğan Türkiyesi’ aleyhine, onun sınırlarında bir tehdid oluşturmayı düşünüyordu.
S. Muslim şimdi, o olan-bitenler bilinmiyormuş gibi, Suriye rejimini kendi yerlerinden kovduklarını iddia ediyor. Halbuki, Esed rejimi, daha üç sene öncesine kadar, Suriye’deki 2 milyona yakın kürd insanına kimlik bile vermiyor ve o büyük kitle, hayatlarını devam ettirmek için hiç bir resmî işlem bile yapamıyordu. Ayaklanmalar başlayınca ise, Esed rejimi, kürdleri halkını yanına çekmek için ve de kendisinin halkı bombardıman ederek ezmek siyasetine karşı çıkan Erdoğan Türkiyesi’ne karşı bir tehdid unsuru olarak kullanabileceği ihtimaliyle onlara kimlik vermeye başladı.
Bunlar bilinirken, S. Muslim, ’Hâlâ ‘Sen rejime şöyle yap, böyle yap’ demek ayıptır. (...) Bugün bir politika yürütüyoruz. Ama Esad’la ilişkimiz yok.’ iddiasında bulunuyor ve ’Biz rejimle savaşarak onları kürd bölgelerinden çıkarttık. Onlar da (Ankara’yı kastediyor) bunu iyi biliyor. İlla gidip Şam’da mı savaşmamızı istiyorlar? Kardeşim, ben senin için gidip rejimle savaşmayacağım. Kürdlerin kurduğu Halk Savunma Birlikleri (YPG) tek bir kurşun sıkmamıştır kendi yerleri dışında.. Başka yerlerde, başkası için savaşmayız.’
Röportaj sırasında, Suûd’da yıllarca çalıştığını, Hacc ve umreye de gittiğini de belirten Salih Muslim, ’IŞİD sonunda hakikaten bir ‘İslam Devleti’ kurup Ortadoğu’nun kalıcı bir aktörü mü olacak? Bu size gerçekçi geliyor mu?’ sorusuna ise, ’Hilafet bilmem ne kuruyorlarmış. 1500 sene içinde insanın düşüncesi değişmiştir. Şimdi kalkıp o yaşantıyı kimse kabul etmez. Onun için gerçekleşecek bir ideoloji ya da strateji değil. Bunları sadece kandırıp, bazı yerlere sürmek için kullanıyorlar.’ diyordu da, kendilerinin marksist ideallerinin müslüman kürd halkı arasında bir itibar görüp görmeyeceğini gözönünde bulundurmuyor ve IŞİD’i Esed rejiminin kurduğunu ve bazı gruplarını hâlâ da kullandığını iddia ediyor; ’Esad, Suriye devrimi başlar başlamaz kendi hapishanelerindeki tutukları salıverdi. Düşünün ki bunlar şimdi nerededir?’ diye sorarak, aklınca izahlar yapıyordu.
Yani, bu iddia doğruysa, -ki, yakın geçmişte yaşananları hatırlayanlar için sanıyorum, hiç de inandırıcı gözükmüyor- İran, Esed’i IŞİD’e karşı desteklemek için, B. Amerika ve AB ülkeleriyle işbirliği yapmaya başladığının işaretlerini vermekle, büyük bir tuzağa düşmüş olmuyor mu? Ki, İran’da İnkılab Rehberi Seyyid Ali Khameneî, 13 Ekim günü yaptığı konuşmada, IŞİD’in Amerika ve İngiltere tarafından kurulduğunu ileri sürüyordu.
Ama, o zaman da, IŞİD güçlerinin ezilmesi için, Amerika’nın saldırılarının nasıl izah edilmesi gerektiği, havada kalıyordu..
Kaldı ki, İran medyası, IŞİD savaşçılarının önlenmesi ve ezilmesi konusunda İran’la Amerika’nın gayriresmî olarak birlikte hareket ettiğine dair, Amerikan gazetelerinde yer alan yorumları hemen tercüme edip kamuoyuna yansıyorlardı.
O zaman bu gibi iddiaları nasıl tevil etmeli?
Hele de, Amerikan Dışbakanı J. Kerry’nin, IŞİD’e karşı verdikleri mücadelenin İslam’ın dünyaya çarpıtılarak tanıtılmasının önüne geçmek için olduğunu iddia etmesi de hatırlandığında..
*
S. Muslim, ’Türkiye’nin Suriye içinde, Türkiye sınırı boyunda bir tampon ve güvenli bölge tesis olunması isteğini ise, işgal sayarız; Türkiye buranın demografik (nüfus) yapısını değiştirmek istiyor’ değerlendirmesinde de bulunuyor ve bu iddiayı Türkiye’deki bazı etnik kesimler de benimsiyor. Halbuki, Türkiye’nin, tek taraflı öyle bir şey yapamıyacağı uluslararası hukuk açısından zâten biliniyor ve o kurallara aykırı olarak bir müdahalede bulunacak olsa, geleceği kestirilemiyen büyük buhranların kapısının açılabileceğinin endişesini de taşıyordur, herhalde.. Ayrıca, Suriye- Baas rejmi, çeşitli ülkelerin uçaklarının gelip Suriye hava sahasında cirit atmalarını ve diledikleri yerleri bombardıman etmesine bir de alkış tutarken, Türkiye’nin kendi sınırlarından içeri adım atması halinde, öyle bir tasarrufu kendi ülkesine bir saldırı kabul edeceğini söylüyor ve Suriye’nin müttefiki olan Rusya da bu konuda, tıpkı İran gibi, Türkiye’nin dikkatini çekiyor.. Kaldı ki, Türkiye’nin, kendi askerini, NATO’nun bilgisi dışında sınır ötelerinde kullanamıyacağı da bir ayrı acı gerçektir.
Bu bakımdan, bir ’tampon bölge’nin oluşturulması ancak, uluslararası hukuk açısından bir temele dayandırılırsa, öyle bir düzenleme yapılabilir. Türkiye, askerini bir uluslararası karar gereği Suriye’ye sokmaya çalışacak olsa, bu, en azından, Suriye’den kendisine sığınmış olan 1,5 milyondan fazla insanın kendi ülkelerinde yaşayabilmesi yolunu açacaktır, hele de kış öncesinde.. Öyle bir uluslararası garanti olmadan, öyle kendiliğinden bir ’tampon bölge’ kuracak olsa, Esed rejimi bunu kendi ülkesine bir saldırı olarak niteleyeceğini açıklıyor. Bu durumda, -tekrarlıyalım-; İran da, Rusya ve Çin vs. ülkeler de böyle bir müdahalenin getireceği gelişmeler içinde yeni bir dünya savaşı saflaşmasına gidilebileceğinin işaretleri de yok denilemez. Onun içindir ki, Türkiye de sağlıklı verildiği konusunda ikna olmadığı bir mücadeleye askerini bulaştırmamak için direniyor, ne kadar direneceği henüz belirsiz ise de.. Ama, bir manipulasyonla, Türkiye’ye bir-iki füze atılmasıyla, NATO, üyesi olan Türkiye’ye saldırı olmuştur gerekçesiyle ve Türkiye istemese bile, kendiliğinden, NATO Andlaşması gereğince, kurtarmak adına, Türkiye’yi ateşin içine çekebilir. Bu ihtimal de unutulmamalıdır.
Ama, S. Muslim geçen hafta Ankara’da yaptığı görüşmelerde, ‘Kobani’nin düşmemesi için elinizden ne geliyorsa yapın’ dediklerini de belirtiyor. Bu durumda, PKK ve onun Suriye’deki uzantısı olan PYD ve tarafdarları olanlar, Türkiye’yi bu kadar kötü niyetli görüyorlarsa, o zaman, öyle birisinden niçin yardım isteniyor ki demezler mi, adama..
*
İlginç olan, S. Muslim’in, ’Türkiye’nin politikası Barzanî’nin elini de zora sokuyor, çok sıkışık bir durumda. Bütün Kürd halkı bitab olmuşken onun hâlâ Türkiye’yle ilişkileri bu şekilde sürdürmesi kendisine zarar verir. Bu politikalar böyle devam ederse Barzani de yıkılır. Kürd halkı bu gidişatı kabul etmez..’ diyerek, Barzanî’ye de aba altından bir şeyler göstermesi..
Buna rağmen, S. Muslim’in, IŞİD hakkında bir değerlendirme yaparken dile getirdiği, ’din bir ahlâk meselesidir. Mesela bir insanı kesmek hiçbir şekilde kabullenilemeyecek bir şeydir. İnsanlık ölçüleri artık öyle bir seviyeye varmış ki insanlar hayvanları kesmekten rahatsız oluyorlar. Sen kalkıp insanları kesiyorsun. Bunu Müslümanlık adına yapmak dini kirletmekten başka şey değildir.’ şeklindeki sözlerinin hemen ardından, Türkiye’de PKK ve HDP’nin Kobani için insanların sokağa çıkmaları yolunda yaptığı çağrıya belli kesimlerin uymasını, halkın barış istediğinin işareti şeklinde değerlendirdikten sonra, ülkenin altını üstüne getirmek isteyen o barbarca yakıp yıkmaları, hele de müslüman kimlikli onlarca insanı, damlardan atarak, sopalarla döve döve ya da yakarak veya başlarını taşla ezerek katletmelerini, ’Hayalleri, iradesi kırılmış insanlar ne yapabilir? Her şeyi yapabilir.’ diye izah etmeye kalkışması da ibret vericiydi.
Müslüman kürd halkının temsilciliği iddiasıyla ortaya çıkan S. Muslim’in ’Biz laik bir toplumu savunuyoruz..’ demesi de ayrıca irdelenmelidir. Hatırlayalım ki, Beşşar Esed de, Erdoğan Türkiyesi’yle ilgili olarak iki sene öncelerde Cumh. gazetesine konuşurken, Erdoğan’ı kasderek, ’Onun kafası İkhwan kafası.. Biz ise, sekuler /laik bir rejim olarak, bu coğrafyanın bekçiliğini yapıyoruz..’ diye, siyaset gereği kurulmuş eski dostlukların ideolojik bir temele oturmadığını açıkça dile getirmişti.
Ama, her halde S. Muslim’in sözleri içindeki en çarpıcı kısım, ’kendilerinin başkasının askeri olarak Esed rejimiyle savaşmıyacağını’ söylediği ve amma, Türkiye’den kendileri için tehlikeli adımlar atmasını istediği bölüm idi.
*
Türkiye’yi ’fedaî’ olarak kullanmak isteyenler pek çok da..
Sözün burasında, yeri gelmişken, Almanya federal başbakanı Angela Merkel’in, ‘Bu acımasız savaşa askerlerimizi sokmayız..’ demesi ve kendilerine yerine, böyle bir savaşı ’Türkiye’nin vermesini’ istediğini de hatırlayalım.
Frankfurter Allgemeine Zeitung’un 9 Ekim tarihli haberine göre, Federal Parlamento’da konuşan Angela Merkel, “Aslında bir NATO ülkesinden önceliklerini iyi belirlemesi ve ona göre hareket etmesi beklenir. IŞİD ile mücadele de Ankara açısından öncelikli bir konudur" diyerek Türkiye'yi eleştiriyor ve tıpkı Amerikan Başkanı Obama’nın ’Biz kara ordusunu savaşa sokmayacağız..’ demesini hatırlatacak şekilde, ’IŞİD karşısındaki bir savaşa alman askerlerini asla sürmeyeceğini ifade ediyor ve Ankara’nın tutumu bizi de etkiliyor ve bize zarar veriyor.’ diyerek ’daha fazla yük altına girmesini’ istiyordu.
Ama ilginçtir, Almanya Dışişleri Bak. Sözcüsü Schaefer ise, Türkiye'nin IŞİD'le mücadeledeki rolüne ilişkin soruya 14 Ekim günü ’Berlin'de rahat oturup Türkiye'ye akıl vermek çok kolay’ diye karşılık veriyor ve muhalefetteki Yeşiller Partisi'nin IŞİD ile mücadele için asker gönderme çağrısını reddediyordu. Martin Schaefer, Almanya'nın IŞİD'e karşı mücadelede erken zamanda Irak'ın kuzeyinde Irak Kürd Bölgesel Yönetimi'ne (IKYB) askerî malzeme göndermeye karar verdiğini belirtiyor ve amma, Dışişleri Bakanı Steinmeier'in ’hiçbir Batılı ülkenin kara birliklerini Suriye'ye göndermeye hazır olmadığı ve Suriye'deki insanların acısına duyarsız olunmadığı, ancak diğer taraftan Alman askerlerinin de sorumluluğunun taşındığı’ yönünde ifadelerini hatırlattıktan sonra, Türkiye'den beklentilerinin sorulması üzerine de Schaefer, ’Türkiye'ye tavsiyelerde bulunamayacağını, Berlin'de rahat oturup, Suriye ve Irak ile uzun sınıra sahib olan Türkiye'ye akıl vermenin çok kolay olduğunu' belirtiyordu.
*
Görülüyor ki, müslüman coğrafyalarının özellikle bu bölgesinde yeniden büyük oyunlar oynanmakta; emperyalist güçler bir taraftan; selden kütük kapmak ümidiyle devreye giren yerli güç odakları diğer taraftan; her devlet veya her güç odağı, kendi maslahat ve menfaatini hesab ediyor..
O halde, müslümanlar arasında İslam Milleti’nin mensubu olmaktan başka bir ayrıcalık gözetmeyenler de müslümanların hakklarını ve maslahatını düşünüp, hem kısa devrede ve hem de uzun vâdeli planlar yapmalıdırlar. Bu yol, çetindir ve bazılarına fazla ütopik gelebilir, ama, 100 sene öncelerdeki müslümanlar için de bugünleri hayal etmek ütopik sayılıyordu.
Bunun içindir ki, şair, bunu şöyle dile getiriyordu:
’Ölmez bu vatan, farz-ı muhâl, ölse de hattâ..
Çekmez kürenin sırtı, bu tâbût-ı cesîmi..’
Amma, müslüman coğrafyaları parça-parça edildi, ne var ki, o büyük tâbut’un taşınmasındaki zorluk ve sancılar hâlâ sürüyor ve sürecek de.. Taa, tâbutun içindekinin ölmediğini, narkoz veya hipnoz döneminin sona erdiğini dünyaya gösterinceye ve isbatlayıncaya kadar..
haksöz