Selâhaddin Çakırgil
Erdoğan'ın Putin'le görüşmesi eşiğinde; unutulmaması gerekenler...
Evet, son yıllarda -arada, Rusya’nın bir savaş uçağının düşürülmesi sonrasındaki 1,5-2 yıllık gerilim hariç- ‘Türkiye-Rusya münasebetleri, bir bahar havası yaşarken; Putin’in Türkiye’yi Suriye’den gelecek tehlikeler konusunda oyalama ve başka güçleri saldırtma siyasetleriyle yüksek gerilimli bir noktaya gelmiş bulunuyor. Türkiye Başkanı Erdoğan ve Rusya Başkanı Putin, yarın Moskova’da böyle biraz güneşli ve soğuk bir atmosferde görüşecekler.
Bu ‘ikili’nin önceki görüşmelerinde ya ekonomik menfaatler öne çıkıyordu, ya da diplomatik gülücükler hâkim oluyordu. Şimdi ise Türkiye, Suriye konusunda hem Rusya, hem de Amerika ve de NATO / AB vs. güç odakları tarafından kendisine verilen nice taahhüdlerin yerine getirilmediğini görerek, kendi yarasını kendi sarmaya karar verince... Suriye coğrafyası, dünya çapında daha da büyük bir buhran yumağı ve odağı haline geliverdi..
Bu arada, Rusya’nın Sputnik isimli haber ajansı,‘Türkiye’nin Hatay ilinin, aslında Suriye’den zorla koparıldığı’ gibi bir iddiayı gündeme getirerek, bölgede kullanabileceği ya da kaşıyabileceği başka konuların da olduğunu anlatmak eğiliminde olduğunu gösterdi. Gerçek ise şu ki, biz asırlarca birlikte olduğumuz coğrafyalardan zorla koparılmıştık. (Suriye, Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı’nın yenilgisi üzerine, Ortadoğu’da ‘aslan payı’nı kapan İngiltere tarafından, o savaştaki müttefiklik hâtırası olarak Fransa’ya peşkeş çekilmiş, ve Fransa da Hitler Almanyası’nın tehdidi karşısında kalan Fransa’nın Suriye’deki askerlerini azaltmak istemesi ve de kemalist devrimlere bir ödül olmak üzere Hatay’ı Türkiye’ye bırakmış ve Haziran-1939’da Türkiye sınırları içindeki yerini almıştı..)
Ama, ilginçtir, şimdi Hatay’ın Suriye’den zorla koparıldığı iddiasını Rusya ileri sürüyor!
Bu gelişigüzel dile getirilen bir konu değildir.
Çünkü Rusya, Putin’in sözcüsü Peskov’un açıkça beyan ettiği şekliyle, kendisini, ‘Uluslararası hukuk açısından, Suriye’de bulunmaya hak sahibi olan tek ülke..’ olarak görüyor. Diğerleri, hepsi hukukdışı/ illegal olarak bulunuyorlarmış orada..
2015 Yazı’nda, ‘çok güçlü bir müzakereci ve Putin’in en çok güvendiği yabancı’ diye övgülerle Putin’le görüşmeye gönderdikleri ‘serdâr/general’ Qaasem Suleymanî’nin Putin’i iknâ etmesi sâyesinde Suriye’ye getirmeye muvaffak oldukları Rusya’nın şimdi Suriye’ye nasıl pençe attığını görmüş olmakla İran sorumluları da övünmüş müdür Peskov’un bu sözleri üzerine..
Hatırlayalım.. İkinci Dünya Savaşı sonunda, Avrupa’nın doğusunu yutuveren Stalin’in ölümünden sonraki Sovyet Rusya lideri Nikita Kruşçev, 1954 yılında Hindistan’a yaptığı resmî gezi sırasında, (ilk gençlik yıllarındaki komünist eğilimlerle, ‘Çarlık Rusyası’nın dış siyasetini suçladığını hatırlayıp), ‘Şimdi Çarlık Rusyası'nın, ‘Sıcak denizlere inmek’ siyasetinin ne kadar gerçekçi olduğunu anlıyorum..’ demişti.
Ve, Rusya’nın bir ‘Yeni Çar’ı’ havasını veren Putin de, ’20. Yüzyıl’ın en büyük faciası, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıdır..’ diyerek, nasıl bir tarihî geçmiş üzerine oturduğunu göstermiş ve hattâ ‘Sovyetler’in çöküşü sonunda, Kırım’ın Ukrayna’da kalmasını da, o sırada güçsüz oldukları için, ‘yutkunarak’ kabul etmiş gözüktüklerini’ itiraf etmişti.
Putin, şimdi de Rusya’nın tarihî rüyasını gerçekleştirmek için Suriye’ye bütün gücüyle geldi ve Ortadoğu’da kendisini; hiçbir zaman olmadığı derecede güçlü hissediyor şimdi.. Ve artık, Beşşar Esed’in Baas iktidarı, bir kukladan ibarettir ve Suriye’yi fiîlen yöneten Putin Rusyası’dır.
‘NATO, TÜRKİYE İÇİN DEĞİL, TÜRKİYE NATO İÇİNDİR..’ DENKLEMİ ARTIK FIRLATILIP ATILMALI!
Türkiye, geçen hafta, Erdoğan’ın ağzından, ‘hava savunma açığı’ olduğunu açıklayınca, Trump’ın cevabı, ‘Patriotistiyorlar, elimizde yok, konuşuyoruz..’ şeklinde oldu. Rusya’dan alınan ‘S-400’ler ise hem henüz aktif hale gelmedi ve hem de, gelse bile, yazılımları -her ne kadar ‘millîleştirildi’ denilse de-o füzelerin, Rusya’nın istemediği durumlarda işe yarayacağını kimse düşünmemelidir.
Nitekim, Türkiye henüz İHA ve SİHA denilen ‘İnsansız Hava Araçları’nı geliştirmediği sırada, İsrail rejiminden aldığı ‘Heron’ları, tam da lâzım olduğu en hassas anlarda, ‘teknik arıza’ gösteriyordu.
NATO ise, açıkça, ‘Türkiye’ye hava sahası desteği sağlamayacağız..’ diyor.
Hani, ‘NATO bir bütün’dü!..
Çünkü, NATO’nun mes’elesi, Amerika’nın planlarına hizmet etmektir. Bütün üye ülkeler ve hele de -Amerika’dan sonraki en büyük askerî güce sahib olan NATO üyesi Türkiye, ‘NATO’nun jandarması’ olarak görülür. ‘Türkiye’nin meselesi ise, sadece Türkiye’yi ilgilendirir.’
‘Erdoğan Türkiyesi’, işte bütün bu sıkıntıların içinde İHA ve SİHA’larını geliştirmiş ve dünyada hayret uyandıracak şekilde kullanmayı başarmıştır.
Bu gelişmeden sonradır ki, Putin de tavrını gözden geçirmek ihtiyacını duymuş ve 2 Mart günü yaptığı açıklamada, ‘Rusya'nın kimseyle savaşa girmek gibi bir niyeti yok’ifadelerini kullanmıştır. Ama, elbette, ‘Ancak, diğer ülkeleri Rusya ile savaşa girmekten vazgeçirmek için gerekli şartları oluşturmak istedikleri’ni eklemeyi de unutmadan..Bu bir ‘Aba altından sopa’ gösterisiydi de..
ASIL GÜCÜMÜZ, İÇERİDE BİRLİĞİ AZÂMÎ DERECEDE SAĞLAMAKTIR
İslâmî kimliği bilinen bir yazar arkadaşımız bile, Erdoğan Türkiyesi’nin bugün takib ettiği dış siyaseti eleştirirken, ‘Amerika, NATO ve AB’yle bozuşunca Rusya’ya; Rusya ile bozuşunca Amerika, NATO ve AB’ye yanaşan bir siyaset izlendiği’ gibi yakışıksız bir eleştiri getiriyor; -anlaşılıyor ki-,sırf Erdoğan karşıtlığıyla ve de, Ana Muhalefet Lideri KK.’nın ağzıyla.. Halbuki, Türkiye belki de ilk olarak her iki güç odağı karşısında ve ikisine de teslim olmadan, ikisiyle de mesafeli ve dikkatli bir irtibatı kendi iradesine göre koruyan bir yolda.. Yani, mutlaka bir tarafa dayanarak mı dış siyaset yapılmalı?
Aynı şekilde, askerdeki oğullarının dünyadan kopuşu üzerine yürek yangıları içinde olan anaları hissetmek gerektiğini hatırlatması ve hamâsî şiirler okuyarak bu acıların üstünün örtülemeyeceğine dair yazılar da ilginç..
Bu gibi ‘duygu yüklü’ ifadelerin hele de böyle hassas zamanlarda dile getirilmesinde daha dikkatli olunması gerekmez mi? Doğru, hamâsî nutuklar esas alınmamalıdır. Ama, heyecanı hissedilmeyen bir inanç da kupkuru olmaz mı?
Doğru sözlerin, doğru zamanlarda ve doğru muhatablara karşı ifadesi de ayrı bir hassasiyeti gerektir.
(Bir de küçük NOT: Asırlarca, pek sağlıklı çalıştırılamamış olsa bile; yine de, Müslümanlar adına, nihaî sözü söyleyebilecek en üst bir kurum, 96 yıl önce dün, emperial güç odaklarının Lozan’daki dayatmasının gereği olarak, -o kurumun- bir ‘Meclis’in şahs-ı manevîyesinde mündemiç’ olduğu cümlesiyle havaya uçurulmuştu. Ama, o Meclis, bugün, o görüşü değiştirmek iradesine sahib değildir.
Ve Dünya Müslümanları, hele de son 100 yıldır daha bir ‘kalabalık- yığın’ manzarası sergiliyor. Nitekim, halklarının ekseriyetini Müslümanların teşkil ettiği 56 ayrı ülke olduğu halde, örgütlü bir İslâmî gücümüz yok, dünya çapında.. Ama,gecelerin en karanlık ânı, şafağın yakın olduğu ândır.)