Selâhaddin Çakırgil
Etnisite adına devletler artık bir tarihî ve sosyal vakıa ise..
Evet, sözün özünü taa baştan tekrarlıyalım.. Etnisite adına, bir etnik topluluk adına devletlerin sahnede oluşu, artık bir tarihî ve sosyal vakıa olduğuna göre; devlet sahibi olmak isteyen ve o şekilde yaşarsa daha mutlu olacağını düşünen toplumların -velev ki, duyguları çarpıtılmış olsa bile-, bu isteğine cevab vermek, mâkul ve tercih edilebilir bir şık olarak karşımıza çıkmalı değil midir? Yoksa, illâ da, gözleri kapayıp, bir etnik yapının iradesini ötekine dayatmak mı çıkar yoldur?
100 yıl önce bugünlerde, müslüman halklar veya hanedanlar adına teşekkül ettirilmiş yığınla devletler yok idi.. Müslümanların elinde devlet ve rejim mekanizması olarak, bir İran Şahlığı vardı, bir de Osmanlı Padişahlığı vardı.
Gerçi daha önceki tarih dönemlerinde bir çok devlet vardı. Sözgelimi, Khulefa-y’ı Râşidîyn döneminden hemen sonra Benî Umeyye (Emevîler), Benî Abbas (Abbasîler) gibi devletler kendilerini merkez yapmışlardı.. Ve bugün devlet olarak andığımız başka sosyal üst yapı kurum ve düzenlemelerinin herbirisi de, Emevî veya Abbasî sultan/ halifelerine bey’atlerini bildirirek, meşruiyyet kazanıyor, kendilerinini hükmetmelerininin bu yolla şer’î bir temele dayandığını söylüyorlardı, hükmettikleri toplumlara..
Nitekim, Karahanlılar, Sâmanoğulları, Gazneliler, İran ve Anadolu Selçukluları, Celayirliler, İlhanlılar, Karakoyunlular, Akkoyunlular, Osmanlılar, Safevîler, Fâtımîler, Kölemenler, Memlûkler, Eyyubîler, Tolonoğulları, Kuzey Afrika ve Endulus’deki Beni Ahmer, Murabıtîyn gibi yönetimler, ya da Afrika‘nın ortasında, Sudan’dan bugünkü Nijerya ve kuzeylerine doğru uzanan topraklarda hükmeden Sokoto İmparatorluğu vs.lerin herbirisi, ya kendilerini Emevîlerin meşru devamı sayarlar, ya da Bağdad’daki Abbasî halife/ sultanına bey’atlerini bildirirler, vergilerini, hediyelerini gönderirler; Halife/ Sultan diye tanımlananlar da, onlara bey’at ettiklerinin bir nişanesi olmak üzere hil’at ve bir nâme gönderir ve böylece o yönetimlerin ‘şer’an vâcib-ur’riayeh..’(riayet edilmelerinin vacib) olduğu belgelenirdi.
*
Müslüman coğrafyalarını darmadağın eden, bir sel gibi ezip geçen Mogol İstilası’ndan sonra ise, meydana gelen otorite boşluğunda da faydalanarak, İran, Anadolu, Irak ve bilâd-ı Şam’da, / (bugün Suriye, Lübnan, Ürdün ve Filistin’i içine alan Şâm beldelerinde) ortaya yığınla devletçikler, beylikler çıkmıştı ki, bunlardan bazıları güçlü devletler halinde yüzyıldan fazla hüküm sürdüler. Ama, sonra, onların herbirisi, daha sonra, başlangıçta en küçük beyliklerden olan Osmanlı’nın hâkimiyeti altına girmeyi kabullendiler veya buna mecbur oldular.. Ve bu mecburî itaatlerin çoğu, kılıç zoruyla sağlandı.
Düşünelim ki, Karamanoğulları Devleti’ne, Osmanlı ancak 2 asır kadar sonra ve Sultan Fatih’in,
‘Benim ilen saltanat lâfın edermiş ol Karamanî,
Hüda fırsat verse ger (eğer), kara yire koram ânı..
beytindeki tehdidin gerçekleşmesiyle, 1480’lerde son verilebilmiştir.
Sultan I. Selim de Mısır’daki Memlûk sultanları Kansu Gavri ve Tomanbay’ı altederek, arab diyarlarındaki hâkimiyetini perçinlemiş ve Kahire’deki Halife El’Mutevekkil İstanbul’a getirilerek, Hılafet’in (zımnen) Osmanlılar’a geçtiği ifade edilmiş ve ondan sonra bu yapı 1924’e kadar korunmuş ve hemen bütün sünnî-müslüman toplumlar İstanbul’an verilen ferman ve emirlere itaat etmeyi şer’î bir gereklilik olarak görmüşlerdir.
Ama, Osmanlı Hanedanı, her ne kadar türk kavminden geliyor idiyse de, bir etnisiteye dayanan devlet değil, bir saltanat sistemi idi. Her bir kavim veya dinin mensubu Halife-Sultan’ın otoritesine karşı çıkmadıkça, inandığı gibi hür olarak yaşıyor, istediği anadille konuşabiliyordu.
Ama, Osmanlı, hem iç zaaflarından dolayı, hem de dış düşmanlarının, emperyalist güçlerin entrikalarıyla, tarih sahnesinden dışarı atılırken, meydana yığınla otorite merkezleri ve devletçikler ortaya çıkarıldı veya çıktı..
Esasen, özellikle miladî-19. yüzyıldan itibaren başta İngiltere olmak üzere, Fransa, Hollanda, Rusya, İspanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi devletler müslüman toplum ve coğrafyaları üzerinde sömürge yönetimlerini kurmaya başlamıştı.
Bu durum, Osmanlı’nın safdışı edilmesinden sonra daha bir hız ve etkinlik kazandı.
Bugün, halkının ekseriyeti müslüman olan ülkelerin oluşturduğu İslam İşbirliği Teşkilatı’na üye olan devletlerin sayısı 55’i geçmektedir. Ama, bu teşkilatın da, bu devletlerin herbirisinin de dünya siyasetindeki yönlendirici etkisi neredeyse sıfırdır. Çünkü uluslararası hukuk açısından müslümanların tek hukukî temsilcisi gibi bir konumda değildir..
*
Şimdi, müslümanlar olarak herbirimiz, müslümanların vahdet içinde hareket etmesini, hele de uğradığımız baskı, zulüm ve işgaller ve köleleştirmeler karşısında daha bir hissederek İslam Birliği’nin zaruretinden sözederiz, ama, bu birliğin nasıl olacağını fikrî ve itiqadî temelleri üzerinde görüş birliği sağlıyamayız.
Bu çaresizlik ve ütopik taleblerden öteye geçemiyen dillendirmeler karşımıza acı reçeteler halinde çıkmaktadır.. Nitekim, IŞİD / DAİŞ denilen ve İslam’ın savaş ahlâkını ve kurallarını hiç kaale almayan bir örgüt bile, kendisini bey’at edilmesi gerekli bir İslam Devleti olarak göstermeye yeltenebilmektedir.
Bu örgüt de, hiç bir kural tanımayan zora dayalı mücadeleler sonunda başarılı olsa, kendisine şer’î itaat ve bey’at’in şer’î delillerini bulacaklardır.. Nitekim, yığınla diktatörlük ve sultanlık sistemlerinin bulduğu ve onlara itatin şer’an vâcib olduğuna fetva veren kapıkulu ulemâsı örneklerinin her yerde bulunduğu üzere..
Bugün müslüman toplumlara hükmeden devletlerin pek çoğu belirli etnik temellere de dayanmakta ve kendi etnik yapılarını, diğerlerine hükmetmekte daha bir ehil ve hak sahibi gibi gösterebilmekteler..
Şimdi, bu devletlerin herbirisini nasıl bertaraf edip de inancımıza göre gerçek mânâda âdalet ve kardeşlik anlayışına dayalı bir İslam Birliği oluşturacağız?
Bunu söylemesi kolay.. Ama, nasıl olacağını anlatmaya gelince.. Çocukça hayallerden öteye geçemiyor ve ütopyalara varıyoruz..
Kafamıza bir şeyleri koyuyoruz, ‘bu şöyle olmalı, şu böyle olmalı..’ diye.. Ama, bu hayallerimizin nasıl pratize edilebileceğine dair, yaşadığımız dünyanın gerçeklerine de uyan mantıkî bir izah ve yol gösteremiyoruz.
İdeali ve idealiteyi dile getirmek kolaydır, çünkü o, ufkun ötesinden göz kırpar bize.. Ama onu uygulamaya nasıl koyarız, nasıl pratize ederiz? Realite ise, zehirli bir keskin kılıç gibidir.
*
Bu hatırlayışlardan sonra.. Yazının başlığına yeniden dönebiliriz.. Çünkü, etnisiteye dayalı devletler bugünkü dünyanın en etkin ve yaygın vakıalarından birisidir.
O zaman bu yanlış yapıyı, nasıl düzelteceğiz?
İslam’ın daha ilk döneminde, Hz. Ömer zamanında bile, arabçı hissler varlığını henüz de koruyor ve arab olmayan kavimlerin müslümanlıklarının kabul edilmemesini, onların (müslüman olmayan vatandaşlardan alınan özel vergi olan) cizye’ vermekten kurtulmak için müslüman olduklarını, onların müslümanlıklarının kabul edilmesi halinde, Beyt-ul’Mal’in gelirlerinin azalacağını söyleyenler vardı.. Hz. Ömer ise onlara, ‘İslam, Beyt-ul’Mal’i zengin etmek için değil, insanların köleleştirilmesine son vermek için vardır..’ cevabını veriyordu.
*
Bugün.. müslüman cografyalarında çeşitli etnik unsurlar adına yığınla devletler varken.. Herbirisi sadece sadece kendi maslahat, menfaat ve zenginliklerini düşünmekte.. Ya da kendilere hükmeden emperyalist güç odaklarının emirlerini.. Amma, kendi bünyeleri içindeki daha küçük etnik unsurları yok saymaktalar.. Ve bu devletlerin herbirisi, 100 yıl öncesinde hıyanet sayılırken bugün gaayet tabiî kabul edilip, bu devletlerin herbirisi etnik isimleriyle anılmakta, o etnik hakimiyet iddiası üzerine kurulu yapılar içindeki başka etnisitelerin de, kendilerini kendi etnisite isimlerine ve iradelerine göre yönetmek istemeleri sözkonusu olunca ise, buna devletin kutsallığı adına kesinlikle karşı çıkılmakta.. Hattâ, bazı müslümanlarımızca bile.. Ama, aynı kimseler, kendi etnik kökenlerinin ismine dayanarak kurulmuş olan yönetim mekanizmalarında bir anormallik olduğunu göremiyorlar..
Doğrudur ki, devlet dediğimiz üst yapı kurumunun, sosyal otoriteninin bozulması halinde ortaya ne gibi korkunç tablolar çıktığının en acı örneklerini bugün Irak ve Suriye’de de görmekteyiz. Görülmüştür ki, etnisiteye ve hele de etnik bir üstünlük adına kurulmuş olan ‘ulus-devlet’ modelleri de, her müşkülü halleden bir sihirli deynek değildir. Ve müslüman halklar karşı karşıya bulundukları büyük problemleri bugünkü dünyada parça-bölük olarak yaşadıkça halledemiyeceklerdir. Çünkü, emperyalist güçler, bizi küçük parçalar halinde daha kolay yutmakta, toplumlarımızı istediği şekilde evirip çevirmekte..
*
Ama, etnik kökenlere dayalı mevcud devlet mekanizmalarını eski zaman usûlleriyle yok etmenin kolay olmayacağı da bugünkü globalleşmiş dünya şartlarında ortada.. O halde, bu etnik yapılara dayandığı kabul edilen sistemleri yıkıp geçemiyeceğimize ve de kendi etnisiteleri adına devlet sahibi olmak isteyenler de ezilip geçilemiyeceğine göre..
Müslüman toplumlar, kendi bünyeleri içinde ve amma, kendi etnik yapılarının ve isimlerinin devlete yansımadığı durumlarda, federal veya konfederal yapılar halinde, iç siyasetlerinde kendi bölgelerinde otonom/ muhtar, ama, uluslararası diplomasi, savunma ve mâlî yapılar açısından dış dünya karşısında tek bir hukukî şahsiyet halinde ortaya çıkamazlar mı? Amerika Birleşik Devletleri’nde, adı üstünde, herbirisi birer ayrı devlet olan 51 eyalet ve Avrupa Birliği’nde 30-40 yıl öncesine kadar ayrı devletler halinde bulunan sosyal yapılarr Hakezâ, Rusya’da ve Hindistan’da yığınla etnik unsurlar, aynı uluslararası bütünlük içinde, ama, küçük etnik unsurları kendi bölgelerindee muhtariyet haklarıyla donatarak halletmiyorlar mi, mes’elelerini.. Elbette bu gibi yapılanmaların da birtakım pürüzleri olabilmekte, ama, onların, üniter yapı dayatmalarından daha fazla problemlerle karşı karşıya kalmadıkları da ortada… Geçmişten örnek alamıyorsak, günümüz dünyasından olsun ders alamaz mıyız?
Müslüman coğrafyalardaki etnik çatışmaların yolunu biz de müslüman halklar da, uluslararası tek bir hukukî şahsiyet halinde ortaya çıkarak, dünya çapında ve federal veya konfederal bir yapılanma oluşturarak ve bütün etnik ve mezhebi ve sair yapıları koruyarak, problemlerimizi çatışmasızca halledeceğimizi düşünemez miyiz?
Gelecek nesillerin hayatı da, son yüzyıldaki gibi, hep böyle etnik boğuşmalar içinde mi geçecek?
dirilişpostası