Abdurrahman Dilipak

Abdurrahman Dilipak

Geç gelen ambulans

Geç kalan adalet, adalet değildir, geç gelen ambulans gibi. “Bade harabul Basra” örneğinde olduğu gibi, iş işten geçtikten sonra bir değeri yoktur. Bazı şeyleri yapmakta nedense hep geç kalıyoruz.

Halkla inatlaşılmaz. Seçmen siyasetçinin veli nimetidir. Mimar Sinan da olsanız, “minare eğri” diyorsa dikkate almanız gerekir. Siyasette sizin ne dediğiniz kadar, ötekilerin ne anladıklarını da hesaba katmanız gerekir. Bazı olaylar bazı bünyelerde alerji oluşturur.

Mesela, bu bakanlıklarda beklenen değişikliğin bu kadar geciktirilmesini sokaktaki insanın anlaması mümkün değil. Toplumdaki beklenti yüksek. Umarım gelenler gidenleri aratmaz ve bu bir sukutu hayale, hatta öfkeye sebeb olmaz. Değişik çevrelerin kafaya taktığı isimler var. İnşallah polemik sebebi olacak isimler kalmaz ve gelmezler.

Bugün gelinen noktada siyaset, muvafık’ı, muhalif’i ile sorun çözme aleti değil, kriz üretme aracı gibi çalışıyor sanki. Medeniyet farklı din, mezhep, etnisite, gelenek, ideoloji ve çıkar grubları ile barış içinde bir arada yaşamanın imkanlarının varolduğu bir zeminde hayat bulur. Bunun aracı da siyasettir. Siyaset ve sahip olunan her şeyin meşruiyeti de adaletle mümkündür.

Siyaset bütün dünyada giderek daha sorunlu bir iş haline geliyor. Alın size ABD ya da İngiltere. Bizimkileri saymıyorum bile, hani bunlar örnek gösteriliyordu ya. Bölgenin ve dünyanın hali malum.

Bakın, daha önce Faşizmi gördük. Çöktü! Ardından Komünizm çöktü. Bugün çökmekte olan Liberal Demokrasi dedikleri bir düzeni savunduğu söylenen Kapitalizmdir.

İslam, evet elbette bir çözüm. Ama bu çözümün önündeki en büyük engel, bugünkü “İslam”(!) Ülkeleri ve bugünkü piyasa Müslümanları! Her şeyi siyaset zannediyor birileri. Devleti ele geçirip, okullarla toplumu dönüştürecekler akıllarınca! Oysa toplum değişmeden devlet değişmez. “Resmi din”, “Resmi ideoloji” çözüm değil, sorunun kaynağıdır aslında. “Her topluluk layık olduğu gibi idare olacaktır” ve “Biz kendi hakkımızdaki hükmü değiştirmedikçe Allah bizim hakkımızdaki hükmünü değiştirmeyecek”. Niye bu dünya hayatının bir imtihan yeri olduğunu unutuyoruz. Allah’ın bizi mallarımız canlarımız ve sevdiklerimizle kimi zaman artırarak, kimi zaman eksilterek imtihan edeceğini hesaba katmıyoruz. Kader, rızık ve ecel insanlar, topluluklar ve devletler için de geçerlidir.

Hiç birimiz vazgeçilmez değiliz. Hayat bizden sonra da devam edecek. (Haşa) Allah’ın yetmeyen gücüne güç, yetmeyen aklına akıl, yetmeyen parasına para yetirecek değiliz. Allah münezzehtir. Kader’e, rızg’a ve ecel’e hükmeden O’dur, O! “Herkes için ancak yaptığının karşılığı vardır”. Her şey siyaset değildir. Eğer “siyasal bir topluluk”tan söz ediyorsak, bunu dengeleyen bir “sivil toplum”un da varolması gerekir. Ama ne yazık ki, sivil toplum buharlaştı. Siyasetin arka bahçesi oldular. Siyasete sıçramak isteyenlerin tramplen tahtası ya da siyaseti maniple etmek isteyenlerin pazarlık aracı haline geldiler. Bu konuda meşru bir zemin ancak bir yandan istişare ve şûra, öte yandan ehliyet ve liyakatla mümkündür. Siyasette zalimlere karşı cesaret, halka karşı tevazu gerekir.

Bakın, bazı şeylerin “şüyuu vukuundan beter”dir. Bir yanlış anlama sözkonusu ise direnmenin faydası yoktur. Unutmamak gerekir ki, “batılın tasviri saf zihinleri idlal eder”. Tartışmalı kararlar hiçbir zaman, hiç kimseye fayda sağlamaz. 

Buyurun size İstanbul sözleşmesi.

Kadrolaşma dediğiniz şey, imtiyazlı vakıflar, ihalelerde hep en öndeki firmalar, belli yerlere belli çevrelerden insanların yerleşmeleri, bunlar toplum vicdanını yaralıyor. Güven bunalımına sebeb oluyor. Birileri hâlâ o mevzilerine sıkı sıkıya sarılırlar ki! Bakın ihtirasla istediğiniz her şey sizin imtihanınız olur. Yarın siyasi hesaplar ve dengeler değiştiğinde her şey tersine dönebilir. İmtiyazlı konumdakiler zor durumda kalabilirler. Bazan haklı olmak durumunda bile haklılığınızı isbat edemezsiniz. Siyasette vefa yok, ne yazık ki! “Devletin ali menfaatleri” ve “siyasi dengelerin mecbur bıraktığı durumlar”da o “minnacık insanlar”ın acıları kimsenin umurunda olmaz. Oysa o “minnacık insanlar”ın ahı bazan arşı titretir! Unutmamak gerekir ki, itidali elden bırakmamak gerekir. Sert davranırsanız halk çevrenizden dağılır gider; şerir ve muzır insanlar kalır çevrenizde. Ve sonuçta “keskin sirke küpüne zarar verir”.

İstanbul’un fethini değerli ve anlamlı kılan sadece Fatih’in 7 dil bilmesi, cesareti, cübbesine hocasının atının ayağından sıçrayan çamuru ikram bilmesi değil, eli kesilen zimmi bir döküm ustasının kısas talebi karşısında savaş meydanında bir sultanın kısas talebi ile yargılanmasıdır. “İstanbul’un fethi geri kalsın” ama önce adalet yerini bulsun! İstanbul’un fetih tablosunu yapan Zonaro’nun kendini Fatih’in atının yanındaki muhafız olarak çizmesindeki mana aslında burada gizlidir.

Biz savaş şartlarında ümmetin gençleri ile istişare ederek fikrini değiştiren bir Peygamberin ümmetiyiz! Ah! Bize ne oldu! Biz şeyhimize değil, amirinize bile karşı fikir beyan edemeyiz. İmam-ı Azam’ın hem Hocasına, hem Halifeye itiraz ettiğini, kendine itiraz eden talebelerini ise övdüğünü öğretmediler bize! Ben eleştiriyorum diye, birileri bana kızıyorlar biliyorum. Kızabilirler. Onları kızdırmak için söylemediğimi, yazmadığımı bilsinler yeter. Ben böyle giderlerse, o siyasilere, bürokratlara, o müteahhitlere söylüyorum, hesap sorulduğunda yanlarında kimseyi bulamayacaklar ve bedel ödemek zorunda kalacaklar. Niye bunu görmezler, anlamak istemezler ki!

Hani biz “şikayet makamı”ndaydık ve yöneticilerimiz “icabed ve tahammül makamı”ndaydı. Ne oldu! Bu öğütleri siyasiler ve makam sahipleri ve kamuyla ilişkisi olanlar ya da sivil de olsa kamu adına tasarrufta bulunanlar, okuyup düşünsünler ve duvarlarına assınlar. “Ey Oğul! Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana. Güceniklik bize; gönül almak sana.. Suçlamak bize; katlanmak sana..

Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana.. Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana. Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana.. Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana. Ey Oğul! Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı, Allah Teala yardımcın olsun. Beyliğini mübarek kılsın.” Biz bu öğütleri vaad ederek bir yerlere geldik. Bunlardan uzaklaşırsak, geldiğimiz gibi de gideriz.

Ve Osman Gazi Orhan Gazi’ye vasiyet etti ki, “Oğul! Dîn işlerini her şeyden öne al! (…)Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet et; ikbâl ve yumuşaklık göster! Ancak dînî gayreti olmayanları, sefih (zevk ve eğlenceye düşkün, parasını pulunu israf eden akılsız. İradesine hâkim olamayan) hayat yaşayanları ve tecrübe edilmeyen kimseleri, sakın devlet işine yaklaştırma! Zîrâ Yaratanından korkmayan, yaratılanlara merhamet etmez!

Keşke birileri, korkmamız gereken gün gelmeden ve bu dünyada korktukları başlarına gelmeden geri adım atsalar da, kendilerini kurtarsalar. Ama bakıyorum, para ve makam peşinde koşan birileri, yokuş aşağı koşar gibi gidiyorlar. Birileri daha yükseklere tırmandığını ya da korktuğundan kaçtığını zannetse de, daha dikkatlice bakarsanız o birileri aslında kaçtıklarını sandıkları şeye doğru koşuyorlar..

Sonunda olacak olan ne varsa o olacak. “Allah servet ve iktidarı halklar ve ülkeler arasında evirir çevirir.” Eğer geri başa dönecek olursak, O, bizi sabreden, şükreden ve direnenlerden bulmalı!

Allahım, bize Hakkı Hak, batılı batıl göster, Hak’da toplanmamızı nasib et. Bizi nimet verdiklerinin yoluna ilet, gazaba uğrayanların değil. Bizi heva ve heveslerimizin istikametinde, Kul hakkına sebeb olan işlerden uzaklaştır. Ya Rab! Siyasilerimize ve bürokratlarımızın ve devlete iş yapanların yüreklerine “Adil Ömer”in yüreğindeki “kul hakkı korkusu”nu ver. “Zaferin Halid’den olmadığı, Allah’tan olduğu” anlayışını ver aciz kullarına! Selâm ve dua ile.

Bu yazı toplam 952 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar