Selâhaddin Çakırgil
Gerçek Hür İnsan, Fir’avunluk Önünde Başeğmez..
İnsan, diğer canlılar gibi nefes almak, yemek, içmek, uyumak gibi fıtrî ihtiyaçlardan ayrı ve artık olarak, inanmak ve kutsamak gibi ihtiyaçlarla da yaratılmıştır.
Bu bakımdan, ’Ben hiçbir şeye inanmıyorum’ diyen kişi de, hiçbir şeyi kutsamadığını söylese bile, en azından kendi nefsini, kendi hayallerini kutsamak ve bir takım uyduruk inançlar peşinden gitmek ihtiyacını hisseder.
İnanç ve inanma ihtiyacı ve kutsala erişmek duygusu insan hayatında bu kadar derin, köklü ve vazgeçilemez bir temele dayanır. Ancak, insan hayatının bu kadar derin ve esaslı bir mütemmim cüz’ü / ayrılamaz temel parçası olan bir unsur, kötüye kullanılma tehlikesini de beraberinde bulundurur. İnsanlık tarihi, bu tehlikenin yığınla örnekleriyle doludur. Nitekim, vahy-i ilahî kaynaklı bütün dinlerin ortak ismi olan İslam, geçmiş peygamberler eliyle de, insanlığa ilahî kelâmı, emri veriyordu, ama, toplumların bozulması, o ilahî emirlerin çarpıtılması veya kötüye kullanılması durumu ortaya çıktığından dolayı, Hz. Peygamber (S) eliyle bir kez daha hatırlatılmış, geçmişteki sapma ve çarpıtmalar bu yolla tashih edilmiştir.
İnancın ve kutsalın kötüye kullanılması örneklerinin en korkuncunu ve sistematik şekilde olanını asırlarca yaşamış olan katolik Avrupa toplumları, o cendereden çıkabilmek ve Ruhban sınıfının toplum üzerinde krallarla birlikte yönetme hakkı olduğuna dayalı inancı ve Kilise kurumunun toplumu ezen ağır baskısını kısıtlayabilmek ve asırlarca süren bu tahakküm odaklarından kurtulmak için, bir taraftan Ruhban sınıfının tahakkümüne son veren protestanlık gibi bir yeni mezhebî inanç hareketi ortaya çıkarırken; diğer taraftan da, Kilise’nin siyasî iktidarlara karışmasının yolunu kesmek için laik / sekuler bir dünya kurmak gibi bir başka çareye de tutunmuştur. Bu, o inanç sisteminin ve tahakküm kurumunun açmazlarından- çıkmazlarından kurtulabilmek için, aklî bir zafer olarak da görülebilir.
Ancak, Avrupa’daki Ruhban sınıfının ve Kilise kurumunun o inanç tahakkümüne karşı, aklın bir zaferi ve çıkış yolu olarak görülen laikliği, sekularizmi müslüman toplumlarda hakim kılmaya çalışan ve kendi toplumlarının yapılarından ve ihtiyaçlarından habersiz ve de İslam dininin, inanç baskılarına karşı 14 asırdır verdiği mücadeleyi idrakten de yoksun kimseler, Ziyâ Paşa’nın 130 yıl öncelerde, ‘İslam imiş devlete pâ-bend-î terakkî (ilerlemeye ayakbağı) ,/ Evvel yoğ idi, işbu rivayet yeni çıktı..’ beytinde yakındığı üzere, farâzî ve hattâ ütopik bir ilerleme hayali uğruna, saplandıkları aşağılık duygusunun da çırpınışları içinde, Avrupa’dan bir çok kavram ve uygulamaları bir teceddüd /yenilikçilik dini halinde müslüman coğrafyalarına da getirmeyi kafalarına koymuşlardı.. Bu yapılırken, en başta da laikliği / sekülarizmi de getirmeye kalkışmışlar ve bunu yaparken, Avrupa’da Kilise’nin yaptığı inanç dayatması zulmünden hiç de az olmayan bir zulmü, tepeden inmeci zorbalıklarla müslüman halk’a karşı da uygulamaktan geri durmamış ve böylece, laiklik, halkın kutsalına, kutsal bildiği değer ve inançlara karşı bir savaş cebhesi olarak açılmıştı.
Ama, kutsala karşı bir savaş cebhesi olarak siyasî sistemini de geliştiren ve darbeler yoluyla iktidar mekanizmalarını ele geçiren laik dünya görüşlü kadrolar, kendisinin de bir kutsala muhtaç olduğunu, bunu temin edemezse, kendi ayakları üzerinde durmasının mümkün olamıyacağını hemen farketti ve Hasan Âli Yücel’in bir zamanlar yazdığı‚ ’Bu türlü dinsizlik diyanetimdir benim..’ mısraındaki mantığa uygun olarak, kendisini topluma yeni bir din olarak takdim etmek gereğini duydu. Çünkü, genelde, bir dünya görüşü ve yaşayış tarzı demek olan dinlerin, kutsal inanç ve duygulara dayanmadıkları takdirde toplumların sosyo-psikolojik bünyelerinde kalıcı bir etkisinin olamıyacağı da sosyal araştırmaların ortaya koyduğu bir gerçek idi. Bu yüzden, kendisini topluma bir yeni din gibi sunmak zorunda kalan laiklik de, kendi kutsalını icad etmek, bu kutsalının ikonlarını/ putlarını da ortaya koymak zorundaydı. Nitekim, öyle yapıldı ve bu yeni dinin, laiklik/ sekularizm dininin kurallarına, kurumlarına, kutsallarına ve ikonlarına karşı çıkanlara 80 yıl boyunca en azgın ve zâlimâne baskılar, işkenceler uygulandı, bu yolda dârağaçları çalıştırıldı, zindan kapıları ve sürgünlerin yolları sonuna kadar açıldı, mazlumların gösyaşları sel oldu, sessiz feryadları âsumanı tuttu. Ve bütün bunlar topluma, en ilkel olduğu düşünülen toplumlarda bile görülemiyecek derecede komik kutsallar şeklinde sunuldu. (Müslüman coğrafyaları denilince, sadece Ortadoğu’dan bahsedilmesi, Osmanlı coğrafyasından bahsedilmesi ilk planda şaşırtıcı gelebilir, ama, unutulmamalı ki, 100 yıl öncelerde, bugünkü gibi, bütün müslümanların ekseriyet halinde yaşadığı coğrafyalarda, bugünkü gibi 55 ülke ve devlet yoktu. Osmanlı ve İran’dan ve bir ara da Afganistan’dan başka, müstakil/ bağımsız başka bir devletin varlığından söz edilemiyordu; diğer müslüman coğrafyaları ise, ya nazarî olarak Osmanlı’ya bağlıydılar, ya da yabancı (müslüman olmayan) güçlerin, emperyalistlerin sömürgesi duruma düşmüşlerdi.)
Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı’nda uğranılan ağır yenilgiyle tarih sahnesinden atılmasını takiben, laisizmden beslenen kemalizm, bu açıdan bakıldığında, sadece bir kişi diktatörlüğünü değil, halkımızın inançlarına savaş açan bir ideolojik cebhenin bayrakdarlığını da temsil etmektedir. Laiklik, bu cebhenin, bizim toplumumuzda olmayan bir hayalî baskıya karşı özgürlüğü temsil etmek iddiasıyla dayatılmış bir ideolojik sistem idi. Ama, kısa süren bir uygulamanın ortaya çıkardığı muhalefeti ezmek ve kitleleri bastırmak için, bu ideolojik yapı da kendisini, kutsal ve hattâ bir yeni din gibi göstermek ihtiyacını duymuş ve bunun sonucu olarak, yeni rejimin birinci kişisinin ismini, resmini, büst ve heykelini de, müslüman halka bir resmî ideoloji ikonu halinde dayatmıştır ve bu durum 90 yıldır da sürmektedir. Ve her vesileyle ve her an, her yerde o ikon en öndedir, ama, hele de ölüm yıldönümlerinde, bu dayatmalar daha bir traji-komik tarzda olmaktadır.
Modern bir toplum için utandırıcı sayılması gereken aynı trajik-komik ve utandırıcı tablolar, bu yıl, sözkonusu kişinin ölümünün 75. yılı olması münasebetiyle daha bir yaldızlanarak tekrar sunuldu topluma..
Binlerce örnek arasından, çok basit gibi gözüken ve hemen tarafta yaygın şekilde rastlandığı için, toplumun normal gibi görmeye çalıştığı ve âdetâ tepkisiz kalıp alıştığı örneklerden bir kaçını sıralayıverelim:
E. B. isimli -ve anlaşılan bu gibi konularda hiçbir fikir sancısı yaşamamış, ‘laf olsun torba dolsun..’ kabilinden konuşan- bir ‘Bakan’ kişi, aylarca önce TRT’ye verdiği bir mülâkatta, ‘Kur’an-ı Kerîm hepimizin.. Atatürk hepimizin..’ gibi saçma bir laf etmişti.. Bu laf, çok matah bir şeymiş gibi, daha sonra da, TRT proğramlarda, proğram aralarında, bir spot cümle olarak aylarca tekrarlandı durdu.. Halbuki, ‘Kur’an-ı Kerîm hepimizin!’ denilmesi, ona inanmıyanları inanmaya ilzam etmek, zorlamak gibi, bizzat Kur’an’ın reddettiği bir yaklaşımı sergiliyordu. Kezâ, bir siyasî lider için, ‘hepimizin..’ denilmesi ve bunun TRT ekranlarından aylarca tekrarlanıp durulması da, utanç verici bir dayatma konusuydu.. Çünkü, bir siyasî lider, niye hepimizin olsundu? Vergisini vatandaşların verdiği bir yayın kurumunda, bir siyasî lider, niye, bütün vatandaşların ortak değeri imiş gibi gösterilsindi?
*
N. Atasoy isimli ve 80 yaşını aşmış sanat tarihi bir hanım prof., 9/ 10 Kasım gecesi HT’deki, ‘Tarihin Arka Odası’ isimli bir proğramda, M. Kemal’le ilgili olarak konuşulurken, 75 sene önce ölen ‘ata’sı için ağlıyor ve proğramın yöneticisi M. Bardakçı, ‘Aaa, Hoca ağlıyor.’ deyince de, ‘Ağlarım tabiî.. O bizim her şeyimizdi,.. Biz onun sâyesinde vardık.. Şık giyinmeler, balolar, modern hayat tarzı, vs’yi hep ona borçluyuz..’ gibi insanı dehşete düşüren, insanın ruhunu köleleştiren, nekrofilik/ ölü seviciliği kokan laflar ediyordu.
*
10 Kasım sabahı ise, TRT’2’de yayınlanan bir pazar sabahı proğramında bir prof. konuşturuluyordu.
O kişi, ‘reformlar sadece Atatürk tarafından yapılmadı, ondan önce de yapılıyordu. Bu yolda daha önce de önemli hamleler olmuştu. Ama, Atatürk, ‘bu reformların, emri mutlaka yerine getirilmesi gereken, tartışılamıyan bir irade (Padişah) tarafından dikte edilerek yapılamıcayacağını’ düşünüp, cumhuriyeti kurdu ve halkıyla birlikte yaptı, bu devrimleri..’ kabilinden, tarihî bir gerçeklikle ilgisi olmayan laflar ediyordu.
Bunu söyleyen kişi, sözkonusu kişinin diktelerinin, dayatmalarının, ölümünün üzerinden 75 sene geçtiği halde, yine de tartışılamadığını bilmiyor olamazdı.. O halde, ya akletmiyordu, ya da bunu düşünecek ve söyleyecek medenî cesaret sahibi birisi değildi. Sahi, ölümü üzerinden 75 sene geçmişken bile tartışılamıyan, emirleri resmen, kutsal imiş gibi kabul edilen kişi mi halkıyla birlikte yapmıştı, o reform denilen ve dârağaçlarıyla gerçekleştirilen ve çoğu gardrob devrimciliğinden ileri geçmiyen dayatmalarını? (Devrim kanunları denilen dayatmaların, insan hak ve özgürlüklerine aykırı sayılamıyacağının anayasalarla teminat altına alınması bile, bunların aslında insan hakk ve özgürlüklerine aykırı olduğunun dolaylı itirafı mânâsındaydı, ama, rejimin aslî makamlarında olanlar bu dayatmayı bugün bile henüz dile getiremiyorlar!)
*
Timetürk’de 10 Kasım günü yayınlanan bir haber ise, daha bir dehşetli idi..
İskenderun’da O. Taze isimli kişi, 6 yıl önce rüyasında gördüğü M. Kemal’in kendisine, ’Seni darlıktan kurtaracağım..’ dediğini, bundan bir süre sonra içinde bulunduğu darlıktan kurtulduğunu söyleyerek, ’dana kesmek’ adağında bulunmuş.. 6 yıldır, her 10 Kasım günü bu adağını yerine getiriyor ve mevlid okutuyormuş..
Herhalde, siyasî liderlere tapıcılık açısından bu gibi bir ilkelliğe, totemlere tapınılan en ilkel kabilelerde bile rastlanmaz artık..
Başka toplumlarda, Kuzey Kore örneğinde olduğu üzere, ölen liderlere ağlayan halk kitlelerini alaya alan medyamız, kendi toplumumuzda sergilenen bu ilkel tapınma merasimlerini andıran resmî kutsama ve de zoraki ağlama törenleri maskaralığına karşı çıkmak ne kelime, bir de çanak tutmakta...
10 Kasım’lar başta olmak üzere, ilgili-ilgisiz her vesileyle, ‘kemalist-laik tekke’ ziyaretlerinin ve ‘lidere tapıcılık’ seanslarının yurt içinde her yerde, yüzlerce-binlerce noktada ve yurt dışındaki diplomatik ve kültürel temsilciliklerde tekrarlanıp durulmasından bir halk nasıl rahatsız olmaz? Sadece, anıt-mezar değil, heryerdeki heykeller, büstler, fotoğraflar karşısında da esas duruşlarda bulunularak yapılan bağlılık gösterilerinin, bir ‘laik iman tazeleme’ töreni haline geldiğini tekrarlamaya bile gerek yok..
‘Kutsanan mekânları veya mezar- türbe ziyaretlerini ilkellik olarak gösterip, 1925’lerde, ‘tekke ve zaviye’leri kapatan ve bunu devrim diye niteleyen kemalist rejimin, resmî ideolojinin birinci şefinin mezarının bir ‘laik tekke’ ve ziyaretgâh ve daha da ilerisi bir laiklik tapınağı haline haline getirilmesindeki saçmalığın izahını akıl yoluyla yapabilecek kim vardır, sahi?
Ve bu ‘laik tekke’, her resmî bayram günü veya her önemli gün münasebetiyle ziyaret edilir, ‘laik iman’ların tazelendiğine inanılır, nutuklar çekilir; sanki mezardaki ölü, o yazılanları okuyacakmış gibi, anıt-mezardaki deftere, acaib laflar yazılır, tam bir ilkel ağlama töreni manzarası sergilenerek.. Ve bu durum, üççeyrek yüzyıldır devam eder durur..
*
Kime ve ne olarak, neyi ve nasıl borçluyuz?
Son yıllarda ise, laik sistem sâyesinde palazlanan güçlü sermaye odaklarınca, gazetelerde çarşaf çarşaf ilanlar yayınlatılıp, resmî ideoloji ikonunu daha bir putlaştırılması ve toplumun köleleştirilmesi eyleminin tamamlanabilmesi için, acaib lafların yazıldığı ilanlar verilmeye başlandı.. ‘O olmasaydı, olmazdık..’ diye.. Kendi varoluşlarını, resmî ideolojinin ikonlaştırılmış ismine bağlayan sefil bir anlayış..
*
Evet, insan haysiyetini un-ufak edecek mânalar taşıyan bu aşağılatıcı laflar karşısında, ‘Sancakdar’ dergisinin de, ‘O olmasaydı da, olurduk..’ şeklinde bir ilan yayınlatmasına bozulanlar oldu..
Halbuki, eğer bozulmak gerekiyor idiyse, önce, o ilk ilana bozulmak gerekirdi.
Eğer, ‘O olmasaydı, olmazdık..’ sözü doğru kabul edilirse, varlığımızı borçlu olmamız gerektiği söylenen siyasî lider, varlığını kime borçlu olur? O da, Sultan Vahdeddin’e veya Abdulhamid’e mi borçluydu?
Hattâ, yaratılmış olmaktan dolayı borçluluğun bile mantıken tartışmalı bir konu olduğu söylenerek, ‘insan kendisini, Yaratıcı karşısında borçlu olmanın ötesinde, sorumlu ve mükellef hissetmeli’ denilmiştir.
Merhûm Necîb Fâzıl, yarım asır öncelerde, yayınladığı bir kitabına benzer bir isim vermişti, ‘O Ki, O Y üzden Varız..’ diye.. Bütün âlemlerin, mükevvenâtın, varlık âleminin Hz. Peygamber (S)’in yüzü suyu hürmetine yaratıldığına inanılan bir anlayışa paralel bir konuyu işliyordu.. Çünkü, bir hadis-i kudsî rivayetinde, ‘Sen olmasaydın, Sen olmasaydın, âlemleri halketmezdim..’ mânâsı vardı.. O halde, varlığımızı ona borçluyduk.. Bazıları, bu yaklaşımın borçluluk-alacaklılık anlayışıyla ele alınamıyacağını, konuya insanın sorumluluk ve mükellefiyeti / yükümlülüğü açısından bakılması gerektiğini söylemişlerdi.
Dahası, aynı sözün İncil’de de, Hz. Îsâ aleyhisselam için, ‘Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım..’ şeklinde yer aldığı da biliniyor.
Aslında, ‘âlemler mi, insanlık için vardır; yoksa, insanlık mı âlemler için? Ya da, ‘insanlık mı Peygamberler için vardır, yoksa Peygamberler mi insanlık için vardır?’ gibi suallerin cevabını doğru şekilde vermeden bu konuya yaklaşılamaz.
O halde, asıl söylenmesi / anlaşılması gereken husus, yaratılanların, yaratılış ve varoluşlarının hikmet, hedef ve sorumluluğun idrak edilmesidir.
*
Ve, ’mazlum kanının, zâlim kılıcına galib geldiği’ bir facianın yıldönümünde..
Kerbela Faciası, iman ehli ve de mazlumdan yana olan, zulme karşı nefret ve buğz besleyen her insanın yüreğini dağlayan ve beşer tarihindeki bütün cinayetlere sembol olacak çapta bir cinayettir; ki, İslam Milleti’nin kalbine 1370 küsur sene öncelerde saplanmış bir hançer mesâbesindedir ve müslümanların, akıllarını Kur’an’a göre sağlıklı şekilde işletememelerinden dolayı, o hançer, hâlâ da ümmet birliğinin önünde en büyük engel ve problemi oluşturuyor.
Bu yüzden, o facianın sadece Muharrem ayının 10’ncu gününde, Âşûra günlerinde anılması onu anlamaya yetmez. Elbette, o anmalar da hiç hatırlanmamasından yine de daha iyidir, ama, kalbdeki hançerin sızısı devamlı hissedilmiyorsa, bir hipnoz veya narkoz durumu var demektir. Bu bakımdan, o acının, o hançer yarasının yangısını devamlı hissetmektir, aslolan.. Bunun içindir ki, ’Zulüm ve ve küfr oldukça, her gün Âşûra, her yer Kerbelâ’dır.’
Ve hür insanları daha bir köleleştirmek isteyen zulüm düzenlerinin, zâlimlerin, diktatörlerin, zorbaların yanında yer alanlar, iddiaları her ne olursa olsun, zamâne Yezid’leri ve bayrağını gerçek mânâda adâlet ve özgürlük için kaldırmış ve kılıcını o niyetle çekip, kendini fedâ etmeyi göze alanlar da zamanê Huseyn’leridir.
*
Bu vesileyle, (kendisi şiî olmayan bir müslüman olan ve 75 sene öncelerde dünyamızdan ayrılan) merhûm Muhammed İqbal-i Lahorî’nin ’İslam Hürriyeti ve Kerbelâ Faciası’nın Esrârı’ üzerine yazdığı şiirin tercümesini, Kerbelâ acısının ve faciasının sadece gözyaşı için değil, ümmetin birliğine yol açacak bir idrak seviyesini sağlaması ümidiyle buraya aktaralım. *
Khılafet makamı, Kur’an yolundan inhiraf edince.. Hürriyetin damağına zehiri döküldü.
Ümmetin hayırlısı içinden zuhûr eden o büyük tecelli, ayağı kıble bulutu gibi yağmur dolu olduğu halde, kalktı,
Kerbelâ toprağına yağdı ve geçti gitti. Virânelere lâle ekti ve gitti..
Onun kanından, zulüm ve istibdadın kökünü Kıyamet’e kadar kurutacak şekilde, çemenler yeşerdi..
Hakk uğrunda, kan ve toprağa bulandı, sonra ‘Lailaheillallah’ın âbidesi oldu..
Eğer dâvası saltanat olsaydı, bu vasıtalarla ve bu şekilde sefere çıkmazdı..
Düşmanları çöldeki kumlar kadar sayısızdı.. Dostları ise, Allah ile aynı sayıda..
O, İbrahîm ve İsmail’in sırrı idi. O muhtasar hikayesinin mufassalı idi..
Azmi dağlar kadar metin, sebatlı, çetin ve muzafferdi.
Kılıcı ancak, ed’Din’in, Haqq dininin büyüklüğü uğrunda çekilmişti.
Maksadı, Şeriat-i Muhammediye’yi muhafazadan başka bir şey değildi.
Müslüman, masivânın /kötülüklerin kölesi değildir ve fir’avunluk önünde başeğmez.
Onun kanları bu sırrı tefsir etti. Uyuyan milleti uyandırdı.
O, ’Lâ!’ (Hayır!)’ kılıcını çekti ve bu kılıçla bâtıl olanın damarlarından kanlar akıttı. Ve kendi kanı ile sahraya‚ ’ilaheillallah..’ yazısını yazdı.
Kur’an’ın taşıdığı mânâ ve sırları biz Huseyn’den öğrendik.
Onun ateşinden alevler kazandık. Biz adâlet ve hürriyeti Huseyn’den öğrendik..
Mûsâ ve Fir’avun, Huseyn ile Yezid, hayattan doğan iki zıdd kuvvettir.
Şam ile Bağdad’ın kudret ve azâmeti silinip mahvoldu.
Gırnata’nın şan ve şevket devirleri de geçti gitti.
Fakat bizim ruhumuzdaki tel, hâlâ Huseyn darbesi ile ihtizaz etmekte; imân, hâlâ onun tekbiri sâyesi sâyesinde ter’u tâze bulunmakta..
*
Ey, uzak düşenlerden sevgililere haber ulaştıran bahar rüzgarı,bizim gözyaşlarımızı da onun mukaddes toprağına eriştir.
haksöz