Selâhaddin Çakırgil
Haklılar Güçlü Olmazsa, Bâtıl Sahneye Hakk Gibi Fırlar!
21 Mart Cuma akşamı, Hakan Albayrak kardeşimizin bir konuşması vardı, Köln- Porz’da.. Toplantıyı, AK Parti’nin Avrupa’daki STK mahiyetinde görülen UETD isimli kuruluş tertib etmişti.
Hakan, taşkın heyecanlı bir gönül adamıdır. Ama, yazdığı kısa makalelerdeki vurucu ifadelerde onun derinliği pek farkedilemiyebilir, gerçi, ‘dışyüzüne o sızar, iç yüzünde ne var ise..’ diyebilenler onun fikrî derinliğini bilseler bile..
Hakan, o akşamki konuşmasıyla, sanıyorum, kendisinin bu iç dünyasından yakînen bilgi sahibi olmayanları şaşırtmış olabilir. Çünkü, yüzlerce insanın heyecanla, ilgiyle izlediği ve kesintisiz üç saati bulan o konuşmasını dinleyenler, onun heyecanı kadar derinlikli bir dünya görüşünün de olduğunu ve tarihimize nasıl tutarlı bir bakış açısıyla bakabildiğini farkettiler, herhalde..
Hakan, müslümanların tarihte pek çok yenilgiler yaşadığını ve ama hiç birisinde devletlerinin bütünüyle yok edildiğine rastlamadıklarını; ama, Birinci Dünya Savaşı sonundaki ağır yenilgisinin ardından Osmanlı Devleti’nin parça parça edilip yokedilmesiyle, müslümanların devletlerini tamamiyle yitirmek gibi bir facia ve büyük bir travma yaşadığını ve müslümanların bu travmanın etkisini üzerlerinden uzun zaman atamadığını ve bu yüzden, 1970’li yıllarda, Muhammed Ali’nin boks maçlarındaki galibiyetlerden bile büyük sevinç ve gurur duyduklarını, onun zaferini İslam’ın zaferi gibi algıladıklarını; uzun bir zaman dilimi boyunca ezilen müslüman halkların bir boks maçı zaferini bile bir kimlik ve şahsiyet gösterisi olarak güç devşirmelerine şaşmamak gerektiğini söylüyordu..
Hakan, sözü daha sonra günümüze getirerek, alınan mesafelere değindi ve Tayyîb Erdoğan’ın özellikle Davos’ta sergilediği, ‘One minute!’ diye meşhur olan ve İsrail rejimi C. Başkanı Şimon Perez’e karşı sergilediği müthiş tavrın, hemen bütün müslüman coğrafyalarında, tasavvur edilemiyecek derecede büyük bir heyecan meydana getirdiğini, bir kendine gelmek hamlesi olarak algılandığını ve bunu o sırada gezide bulunduğu Libya- Fizan ve Tunus’da, bizzat gözlemlediğini, köşelerine çekilip kaderin ağını örmesini bekleyen kitlelerin, Erdoğan’ın o çıkışıyla âdetâ sihirlenmiş gibi yeniden kendilerine geldiklerini ve bu hususta, bir T.C vatandaşı olduğunun anlaşılmasıyla, halk kitlelerinin kendisine bile nasıl heyecanla yaklaştıklarına dair ilginç şahsî gözlemlerini aktarıp, Tayyîb Erdoğan’ın dünya siyaset sahnesine çıkışıyla, müslüman toplumların kaderinde yeni bir merhaleye geçildiğini anlattı.
Erdoğan’ı yıllarca eleştirmiş olan Hakan’ın şimdi onu bu kadar sahiblenmesine şaşıracak olanlar için, o, lafı evirip çevirmeden, ‘Evet, ben Tayyîb’in iç ve dış siyasetlerini büyük çapta destekliyorum.’ diyordu. ‘Çünkü, benim hayal ettikleri, o uyguluyor.. Ben, kızımın üniversitede İslamî örtüsüyle okuyup okuyamıyacağını düşünürken; o, kamu hizmetlerinde hanımların inançlarının ölçülerine göre giyinip çalışmasının bile yolunu açtı..’
Ama, Hakan’ın sözlerinin topluma gaz vermek mahiyetinde olduğu anlaşılmamalıdır. Çünkü, gerçekten de dolu bir konuşmaydı.
Nitekim, bu toplantıyla yetinmeyen 40 kadar arkadaşın, Porz’da bir arkadaşın evinde, gece yarılarına kadar üç saat daha devam eden özel sohbet de aynı minval üzere devam etti.
*
Evet, dış güçleri suçlamadan, kendi hatalarımızı görmeliyiz!
Bu toplantının ardından, 24 Mart günü, bir röportaj okudum, Hürr. gazetesinde..
Osmanlı’nın son döneminde, İstanbul nezdinde hiç de azımsanmıyacak bir itibarı olan ve amma, daha sonra ingiliz emperyalizminin oyununa gelip, ‘Umman Denizi’nden taa Atlas Okyanusu sahillerine kadar uzanan geniş coğrafyalarda kurulacak bir Arab İmparatorluğu’nun başına getirilmek vaad ve hayalleri’yle kandırılan, Osmanlı’nın Mekke Emiri ünlü Şerif Huseyn’in neslinden olan ve ve hâlâ Prenses diye anılan Nesrin bin eş’Şerif bin Faysal bin Huseyn el’Hâşimî isimli bir akademisyen hanımla yapılan bir röportaj..
Hatırlanacağı üzere, Şerif Huseyn o hayallerle ingilizlerin oltasına takılmış, ama, Osmanlı dağıldıktan sonra, ingilizler onun iki oğlundan birisini Ürdün diye icad ettikleri bir devletin, bir diğer oğlunu da Irak diye tesis ettikleri bir diğer devletin başına kukla birer kral olarak kondurmuşlar; kendisini de Kıbrıs- Larnaka’ya sürmüşlerdi.
Genetik ilmi konusunda bir uzman olan sözkonusu akademisyen Nesrin Hanım, işte o Şerif Hüseyn’in oğlu olan sâbık Irak Kralı’nın torunu.. 1958’de Irak’da meydana gelen ve kraliyet ailesinin ve İngilizlerin Irak’daki 40 yıllık maşası sadrâzam Nurî Said Paşa’nın sokaklarda sürüklenerek korkunç şekilde öldürülmesinden sonra, Kuveyt’e sığınan ailesinin çocuğu olarak orada dünyaya gelmiş..
İngiltere ve Amerika’da tıb tahsili yapan Nesrin Hanım, Harvard Uni.’de kanser araştırmaları yapmış.. Şimdi ise, Londra’da genetik alanındaki çalışmaları destekleyen bir vakfın başında..
Ama, bu akademisyen hanım, geçmişte, son 100 yılda yaşananları anlamaya, değerlendirmeye de kafa yoruyor anlaşılan..
Nitekim, ’İngiltere’ye okumaya giderken Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Arab ülkelerine dayatılan kaderde büyük rolü olan Batı’ya karşı önyargılarınız var mıydı?’ sorusuna ilginç ve hepimizi üzerinde düşünmeye davet eden bir karşılık veriyor..
’Aslında ülkelerimize dayatılan tarih, sadece Batı’nın ürünü değil.. Ailemin kaderini değiştiren Batı’dan önce Osmanlı’nın yaptığı hatalardır. Tarihte yaşananlar net bir şekilde ortada duruyor. Bazıları şimdi o dönemki meselenin Arablardan kaynaklandığını söylüyor. Türklerle Arabların arasının hiçbir zaman iyi olmadığını savunuyor. Dedemin babası Şerif Hüseyin ayaklanmasaydı her şey sütliman olacakmış gibi anlatıyorlar. Oysa, her şeyi başlatan Enver ve Cemal Paşa’ların politikalarıdır. Arab entelektüellerini asan da, Arab halkına yüksek vergiler koyan da, Kuran dili olmasına rağmen insanların arabça konuşmasını yasaklayan da, mezhebe dayalı ayrımcılık yapan da onlardır. O dönemde yaşananlar elbette arablarda bağımsızlık duygusunun fitilini ateşlemiştir. Batı, ondan sonra geldi ve fırsattan istifade etti.’
Bu sözlerin tamamına doğru denilemese bile, bütünüyle yanlış da denilmemelidir. Ama, hele de İttihad- Terakkî liderlerinin türkçü siyasetlerinin o dönemi tamamiyle zehirlediğini görmek gerekiyor.. Hele, Suriye Genel Valisi olan ve hâlâ da saffâk / kan dökücü sıfatıyla birlikte anılan ve Suriye- Lübnan, Filistin’de ve Ürdün’de bir sultan gibi hükümet eden Cemal Paşa’nın icraatı..
Ki, (merhûme) Münevver Ayaşlı hâtırâtında, çocukluk yıllarında okuduğu Şam’da, Cemal Paşa’nın idâm ettirdiği onlarca insanın soğuktan donmuş cesedlerini, bir at arabasına ayakta durur vaziyette dimdik dizip, Şam caddelerinde dolaştırarak, halk kitlelerine nasıl gözdağı verdiğini anlatır.
Ünlü sembolik şair Ahmed Hâşim ise, Bağdad doğumlu, arab kavminden bir Osmanlı vatandaşı olarak 100 yıl öncelerde, türkçüler tarafından nasıl dışlandığının acılarını, rûhî sancılarını, ’Halide Edib Hanımefendi’ye..’ başlığıyla, İctihad dergisinin 7 Teşrin-i Sâni 1918’de yazdığı bir tenkıd / eleştiri yazısında dile getirir ve Cemal Paşa tarafından Suriye’ye dâvet edilen Halide Edib’e, Cemal Paşa’nın Suriye’de yaptığı idâmlar karşısında sessiz kaldığı için ağır eleştiriler dile getirir ve şöyle der:
’Paşanız sizi dumanlı ve parıltılı otomobilleriyle, bir Neron eğlencesini seyir için Suriye’ye dâvet etmişti.(…) Vahşi Afrika’ya giden misyonerler gibi gururlu ve düğüne gidenler gibi neş’eliydiniz. (…) O sırada Suriye’de insanlar öldürülüyordu. Paşa’nın askerleri, insanları bağlıyor, mahkemeleri bunları mahkûm ediyor, cellâdları bunları asıyor ve genç kâtibleri altın kalemlerle ve vekayii, kasideler haline koyuyor ve paşa memnun, mağrur; maktûllerin tebessümlerine verdiği ziyafetlerde sarhoş olup sakalı içinde sızarak hülyalarını, kızıl gözlerle dumanlar içinde seyre dalıyordu. (…) Suriye’de arabların öldürüldüğü günlerde Suriyeli annelerin, hemşîrelerin (kızkardeşlerin), zevce ve ma’şukaların altında gizlice ağladıkları namütenahî (sonsuz) damlara nâzır, mutantan otel teraslarında yeşil portakal yaprakları kokan Suriye gecelerinde sizin gülmemiş olmanız lâzım gelirdi..’
Bu sözlere bakıp da, arab kavminden olsa bile, Ahmed Hâşim, bir arab kavmiyetçisi sanılmamalıdır. Çünkü, o daha önce de, Çanakkale savaş alanlarını gezmeye davet edilen yazarlar- şairler hey’etine, sırf arab kökenli ve Suleyman Nazif de kürd olduğu için, sırf türk olmadıkları ve bu heyecanı tam olarak yansıtamıyacakları gerekçesiyle dâvet olunmamışlardı. Halbuki, Ahmed Hâşim, Çanakkale muharebelerinde levazım subayı olarak bizzat bulunmuştu.
*
Dr. Nesrin Hanım’ın sözlerine tarihin bu arka planına bakarak da yaklaşılmalıdır.
Nesrin El’Hâşimî’- İngilizlerin rolünü konuşmayacak mıyız? Sonuçta dedeniz bir şekilde İngilizlerle işbirliği içine girmedi mi?’ sorusu karşısında ise, şöyle diyor:
’İngilizlerin resme girmesiyle elbette olaylar başka bir hal aldı. Sykes-Picot Anlaşması’nı Londra’da şaraplarını yudumlarken kaleme alanlar Arab toprağını işgal ettiler. Afrika’yı böldükleri gibi Ortadoğu’yu da kafalarına göre böldüler. Demem o ki; bizlerin kaderini değiştiren hem Osmanlı, hem Batı, hem de Arabların kendisidir.
Bugün Batı ile ilgili duygularım karmakarışık. Bunu anlamak ve anlatmak güç; ailenizi öldürenler; gün geliyor yalnız kaldığınızda size elini uzatan oluyorlar. İngiltere’ye gidişim aslında kendi tercihim değildi. Ama şimdi seviyorum. İngiltere’nin politikalarını sevmiyorum ama insanını ve sistemini seviyorum. Bizim coğrafyadaki liderlerin aksine oradaki liderler halkın hizmetkârı..’
-Bu anlattıklarınızın üzerinden 100 sene geçmesine rağmen, neden Arab dünyası hâlâ gerçek anlamda bir sıçrama yapamıyor?’
’Dedem (…)Irak’a kral olduğunda tarih 22 Ağustos 1921’di. (…) 1958’te askeri darbe olduğunda Irak oldukça gelişmiş bir ülkeydi. Askerî darbeden sonra geriye gidiş başladı. O gün bugündür tam olarak toparlanamadık bir türlü. Arab halkı 50 yıl boyunca kafasını kaldırmadan baskı altında yaşamaya maruz bırakılmış. ‘Allah büyüktür’ deyip geçip gitmekten başka bir şey bilmemiş.
Bir kuş kafeste doğmuşsa, kafesin kapısını açtığınızda hemen uçup gidemez. Düşe kalka, kafasını duvarlara vura vura uçmayı öğrenir. Arab halkı da özgürlüğün ne anlama geldiğini yeni öğreniyor. Babam 1990’da kaleme aldığı kitapta ‘Yeni Sykes-Picot yazılıyor’ demişti. Hâlâ o süreçteyiz. Yine herkes bir parça koparmanın peşinde. Böyle bahar olmaz. İşlerin kötüye gittiğini düşünüyorum maalesef.(…)’
Bir diğer hassas konu da soruluyor Nesrin Hanıma..
’- İnançlı Müslüman kadınların dış görünüşü bizimki gibi ülkelerde daima bir tartışma konusudur. Biz bu tartışmadan daha yeni yeni çıkıyoruz. Hazreti Muhammed’in soyundan gelen bir kadın olarak Batılı bir tarzı tercih etmiş olmanız Irak’ta sorun mudur, mesela?’ ve ’Arab ülkelerinde yükselişte olan bazı radikal İslamî akımların özellikle kadınlar üzerinde son derece baskıcı uygulamaları olduğunu biliyoruz. Radikal akımlar neden itibar görüyor?’ sorularına cevabı da ilginç, Nesrin el’Hâşimî’nin..
’Ben bu dine sorgulamadan inanmış biri değilim. Uzun yıllar çalıştım üzerine, Kur’an’ı ezbere bilirim. Her sabah Kur’an dinleyerek güne başlarım, beş vakit namazımı kılarım, orucumu tutarım. Alkol kesinlikle almam. Ama hicaba girip girmemek kişisel bir tercihtir. Ülke yönetimlerinin örtünme konusunda baskı yapmasına sonuna kadar karşıyım. Allah bize seçim hakkı tanımıştır.’
(Radikal akımlar konusunda ise..) İnsanlar Kur’an’ı kendileri okumadığı için bunlara inanıyor maalesef. Gücü elinde tutmaya çalışan bazı din adamları halkın bu konulardaki cehaletini kullanıyor. Bugün radikalizm aslında sadece İslamiyet’te yok. Ama, İslamiyet’in (müslümanların) bugün bir Cahiliye döneminden geçtiğini de kabul etmek durumundayız. Radikaller eşitlik ve özgürlüğe inanmıyor, şiddete başvuruyor. Peki, neden mi takipçileri var?
Buna sizde çok popüler olan dizi ‘Kurtlar Vadisi’nin bir bölümünden örnekle yanıt vermek isterim. İsrailli bir adamla Amerikan istihbaratından bir başkası arasında şöyle bir diyalog geçiyor.
İsrailli elinde tuttuğu Kur’an’ı göstererek, ‘Bunu yok etmek istiyorum, bütün sorunlarımın kökeni burada’ diyor. Amerikalı ise, ‘Ben bunu yok etmek yerine bunun yeni bir yorumunu getiririm ve insanların ona inanmasını sağlarım’ diyor. İşte bugün olan, tam da bu. (…)’
*
‘Suriye Buhranı’, tahribatını, yeni boyutlar kazanarak sürdürüyor.
Bu arada, Suriye Buhranı’nın ve daha doğru bir ifadeyle Suriye İç-Savaşı’nın geldiği nokta oldukça ilginç..
Yığınla gruplar mücadele meydanında.. Ve pek çoğu da ‘cihad ettiklerini’ düşünüyorlar ve her birisinin de elbette bir lideri, bir Emîr’i var.
Tabiatiyle, her Emîr de itaat istiyor bağlılarından ve ayrıca her grup da, ‘gerçek cihadın kendileri tarafından yapıldığını, sadece kendilerinin, -hadis diye nakledilen rivayetlerde sözü edilen- fırqa-i nâciye / kurtulmuş fırqa- taife olduklarını ve gerçek bir cihadda yer almak için diğer bütün grupların da kendilerine iltihak etmeleri gerektiğini ve kendi Emîr’lerinin itaati altına girmelerini şart koşuyor. Aksi halde, itaat etmiyenlerin ‘mufsid /fesad çıkaran, fesada uğratıcı)’ olarak nitelenip, ‘mufsid-i fi’l-arz (yeryüzünde fesad çıkarıcı)’ sıfatıyla en ağır cezalara çarptırılacaklarını açıklıyorlar.
Ve bu dar ve katı anlayışla, kendileri gibi düyünmeyen müslümanları bile, gözlerini kırpmadan, hem de ibret-i müessire / etkili bir ibret levhası olması ve başkalarına da gözdağı olacağı hayaliyle korkunç şekilde katlediyorlar ve bu cinayetlerini, başkalarına da ders olması ümidiyle videoya çekilip bir iftihar tablosu olarak internetlerden yayımlıyorlar.
Bu aynı zamanda onların kendi güçlerini daha bir eritmek mânâsına da gelir.
Böyleyken, Suriye Baas rejimi, Lübnan Hizbullah güçleri ve İran medyası aylardır ‘zafer’lerini ilan etmelerinin ân mes’elesi olduğunu açıklayıp durdukları halde, birkaç cebhede birden savaşan rakibleri karşısında bir türlü netice alamıyorlar.
Bu da, onların nasıl bir çıkmazda olduklarını göstermektedir.
Geçtiğimiz günlerde, İran’ın etkili stratejik yorum sitelerinden olan ‘tabnak.ir’de yer alan bir stratejik değerlendirmede İran’ın Hizbullah’ı desteklemekten başka çaresinin olmadığına ve çünkü, İran’ın desteği olmaksızın Hizbullah’ın ayakta kalamıyacağına, Suriye rejimi yenilgiye uğratıldığı takdirde İran’ın Hizbullah’a yardım yolunun da kesileceğine, başka bir çözüm yolunun olmadığına değiniliyordu.
Yani, aylarca önce Rusya’nın ‘Suriye için savaşmayız!’ şeklindeki açık beyanı Suriye Buhranı’nın çözümü için yetmemekte.. İran, kendi kurguladığı dışında başka bir ihtimalin gerçekleşmesine ‘olabilir’ gözüyle bakmadığı için olmalı, 51 yıllık Suriye Baas rejimi diktatörlüğü ve 45 yıllık (Baba-Oğul) Hâfız- Beşşar Esed Hanedânı’na desteğini vargücüyle sürdürüyor ve Lübnan Hizbullah Teşkilatı’nı da bu konuda bütünüyle vazifelendirmiş bulunuyor. Sanki, Suriye’deki bu diktatörlük rejimi devrilecek olsa, kurtulan Suriye müslümanlarının, sionist İsrail rejimine karşı her zamankinden daha çetin bir şekilde mücadele vermiyeceklerine dair ellerinde bir kesin bilgi varmış gibi..
Yüzlerce yıllık bir Şahlık diktatörlüğüne karşı çetin bir mücadele verip, büyük bir inqılab hareketini gerçekleştirmiş olan bir 35 yıl sonunda, gelinen nokta, evet, sadece esefle karşılanacak bir durum..
Yazık, çok yazık!
*
NATO, Türkiye için değil; Türkiye NATO için vardır!
Bu arada, kısaca, 23 Mart günü bir Suriye uçağının Türkiye hava sahasının ihlâl ettiği gerekçesiyle Türkiye savaş uçaklarınca vurulup düşürülmesine de kısaca değinelim.
İng. Daily Telegraph gazetesi, 24 Mart günü, bir Suriye savaş uçağının düşürmesiyle ilgili yorumunda, savaşın NATO'nun doğu sınırını tehdid etmeye başladığını gündeme getirerek şöyle diyordu:
‘Erdoğan'ın son aylarda sık sık başvurduğu Batı karşıtı söylemine rağmen, Türkiye hâlâ NATO üyesi ve topraklarına yönelik bir saldırı, teoride, beşinci madde, NATO'nun müdahalesini gerektiriyor"
Aynı gazetede, Richard Spencer imzalı bir analizde ise, 'sınırda yaşanan bu olayın, Esed'e karşı yürütülen savaşın ne kadar yanıbaşımızda olduğunu gösteriyor.
Türkiye NATO'nun önemli ve değerli bir üyesi. Eski Sovyetler Birliği, İran ve Arab dünyasıyla sınır komşusu. Sınırlarında olanlar, NATO sözleşmesinde saldırıya uğramaları halinde diğer üyelerin yardımına koşulmasını öngören madde uyarınca İngiltere için de önemli. Hükümet ve kamuoyu bunu istemese de bu, İngiltere'nin de kolayca savaşın içine çekilebileceğini gösteriyor.
Fakat pratikte durum öyle değil.. İttifak sözleşmesinin meşru müdafaa sözleşmesi, İngiltere'nin savaşın içine çekilme olasılığını azaltıyor. Bunun nedeni, başından beri Esed'in, Batı'nın Rusya'nın vetosuna takılmamak için BM Güvenlik Konseyi'ni by-pass ederek askerî müdahaleyi hukuki açıdan haklı gösterecek bir gerekçe aradığını bilmesi. Türkiye'ye misilleme, bu gerekçeyi sağlayacak. Bu nedenle Esed'in kendini frenlemesi daha da muhtemel.."
Suriye Dışişleri Bakanlığı ise, konuyla ilgili açıklamasında Kılıçdaroğlu’nun ağzıyla konuşuyor ve şu ifadelere yer veriyordu: “Suriye’de yaşanan krizin başlangıcından bu yana, Türkiye’nin devam ettirdiği tutum bugün Kesep bölgemizde Suriye’nin egemenlik hakkını ihlal ederek girişilen askerî saldırganlığa kadar uzanmıştır. Suriye bu tutumu reddetmektedir. Türkiye, Suriye’nin egemenlik haklarına karşı şimdiye kadar eşi görülmemiş ve açıklanamaz bir düşmanlık sergiliyor. Bu saldırı, yolsuzluğa batmış ve halkı tarafından istenmeyen Erdoğan’ın başarısızlığının ve iflasının ilânından başka şey değildir..’
Bu açıklamayı yapan Suriye Baas rejimi, iki sene önce, Türkiye’ye aid bir savaş uçağının Akdeniz’e çakılmasındaki sorumluluğunu hatırlamak bile istemiyordu. Hatırlanacağı üzere, o savaş uçağının direkt olarak vurulamadığı anlaşılmış olsa bile, Suriye güçlerince ön ihtarsız olarak atılan bir füzeden korunmak isterken yaptığı sert manevra neticesinde denize çakıldığı belirlenmişti ve üstelik ilk anda, Suriye, bu uçağı kendisinin vurduğunu zannetmiş ve açıklamasını o yönde yapmıştı.
CHP G. Başkanı Kılıçdaroğlu ise, Beşşar Esed’in sözcüsü imişcesine Tayyîb Erdoğan’ı suçluyor ve Suriye uçağının düşürülmesinin, bir seçim yatırımı olabileceğini ileri sürebiliyordu, F. Gülen’in medya organlanın ağzıyla..
*
’Irak- Şâm İslam Devleti’ (IŞİD) örgütü böyle buyurmuş..
Suriye Buhranı böyle bir çizgi takib ederken..
Ya, kısaca IŞİD diye anılan ve açılımı (Irak- Şâm İslam Devleti) şeklinde olan ve ’El’Qaide’ bağlantılı olduğu iddia olunan ve Irak ve Bilâd-ı Şâm’da (yani, Suriye coğrafyasında) bazı bölgelerde etkili olduğu anlaşılan silahlı mücadele grubunun, Türkiye’yle de yüzyüze gelmesine ne demeli?
Şöyle ki, Osmanlı çöktükten sonra, Suriye ve Lübnan’ı kendi sömürgesi haline getiren Fransa, 20 Ekim 1921’de Ankara Hükûmeti ile imzaladığı ve Ankara Hükûmeti’nin bir yabancı hükûmetiyle imzaladığı ilk anlaşma ve dolayısiyle ilk kez diplomatik taraf kabul ediliş belgesi olan Ankara Anlaşması’nda, Rakka civarında, Fırat üzerindeki Caber Kalesi ve (Osman Gazi7nin büyük dedelerinden olan) Süleyman Şah’ın türbesinin Türkiye sınırından 40 km. kadar güneyde olduğu halde, yurt dışındaki ve 8 dönümlük kadar olan tek toprak parçasını Türkiye’ye aid olarak hükme bağlamıştı ve orayı Türkiye 25 askeriyle korumaktaydı. Bu durum, 1923- Lozan Andlaşması’nda da korunmuştu.
Bu Caber Kalesi’nin etrafı, son haftalarda, IŞİD denilen silahlı mücadele örgütünün kontrolüne geçmişti. Türkiye ise, bu kaleye dokunalacak olursa, aynen Türkiye’ye saldırılmış gibi karşılık verileceğini açıklamıştı.
Ancak, IŞİD adına hareket ettiklerini söyleyen ve yüzleri kapalı olan 3 kişinin önünde oturan örgüt sözcüsü, " Türkiye devleti Müslüman değildir. İslam toprağı olan Haleb’deki bu kabri biz şirk kabul ediyoruz ve 3 gün içinde bu kabir buradan taşınmadığı takdirde kabri yerle bir ederiz.." deniliyordu.
15 Mart’ta verilen ve 18 Mart’ta sona eren bu mühlete itibar eden olmamıştı. Bunun üzerine, evet, Caber Kalesi’ne saldırılmamıştı, ama, IŞİD militanları Niğde- Ulukışla yolunda, 20 Mart günü, ortalığı kana bulamışlar, yol kontrolü yapan bir astsubay ve bir polisle, bir de kamyon şoförü olan sivil bir kişiyi katletmişler ve kaçmaya çalışırken yakalanmışlardı. Bu kişilerin İsviçre, Makedonya ve Almanya vatandaşları oldukları, arabça konuştukları ve Suriye’den silahlarıyla birlikte Türkiye’ye giriş yapıp, hedeflerinin Ankara veya İstanbul’da yapacakları eylemler olduğu sanılıyordu.
Bu kişilerin yabancı uyruklu olduğu anlaşılınca, Niğde’de protesto gösterileri daha bir geniş katılımlı olmuş ve hastahaneyi basıp yaralı ’militan’ları linç etmek isteyen binlerce kişi güçlükle önlenebilmişti. Kaçan ve Makedonya’lı olduğu anlaşılan M. Zâkirî isimli bir ’militan’ ise, Pozantı civarında, bir bakkaldan aldığı ekmek karşılığı olarak 50 dolar verip gidince şübhe çekmiş ve yakalanmıştı.
Niğde’deki saldırıyı gerçekleştiren IŞİD üyesi oldukları iddia edilen üç zanlıdan İsviçre vatandaşı Çendrim Ramadanî’nin mahkemede ifade vermeyi reddedip, “Ben yalnızca Allah’a hesab veririm. İfade vermem, hepiniz müşriksiniz. Jandarmayı öldürerek sevab işledim” dediği, bildiriliyordu, 25 Mart tarihli medyada.. Ayrıca, “Türkiye’nin NATO ülkesi olduğu gerekçesiyle düşman olduğunu’ söyleyen Ramadanî’nin sorgu tutanağını da “şirk” diye imzalamadığı da belirtiliyordu..
*
’NATO, Türkiye için değil; Türkiye NATO içindir!’
Bazı okuyucular, gönderdikleri e-mail’lerde, Türkiye’nin Kırım’ın Rusya tarafından yutulmasında pasif davrandığını söylüyorlardı.
Onlara verilen cevabların özetinin burada tekrarında fayda olsa gerek..
Önce unutulmaması gereken nokta, ayağın yorgana göre uzatılması olmalı..
Türkiye bir NATO üyesidir, NATO’nun patronu olan Amerika’dan ayrı olarak, kendiliğinden, hele de sonu askerî bir sürtüşmeyi gerektirecek bir siyaseti takib edemez.
Ederse, kelaynak gibi ortada kendi başına bırakılıverilir.
Hatırlayalım, 53 kişinin hayatını kaybettiği ve 11 Mayıs 2013 günü, Suriye tarafından gelen teröristlerce gerçekleştirildiği anlaşılan Reyhanlı Saldırısı sonrasında, NATO Andlaşması’nın 5. maddesi hatırlatılmıştı, Türkiye tarafından, ama, kimse aldırmamıştı..
Halbuki, bu maddeye göre, bir NATO üyesi saldırıya mâruz kalırsa, diğer bütün NATO ülkeleri de kendilerine yapılmış gibi telakki edip, bu saldırıya karşı tavır takınacaklardı.
Ki, 11 Eylûl 2001 Saldırıları’nda, dışarıdan bir saldırı olmadığı, B. Amerika kendi içinde, bir güvenlik noksanı sonunda o korkunç saldırıya uğrayınca; bütün NATO ülkelerinin, -NATO Andlaşması’nın 5. maddesi gereğince- kendisinin yanında yer alması gerektiğini hatırlatmış ve bunu sağlamıştı Bush Amerikası..
Ama, Suriye sınırındaki Reyhanlı’da bir dış saldırıya maruz kalan Türkiye’ye nasihatten başka bir şey vermemişti.
Bir daha anlaşılmıştı ki, NATO Türkiye için değil, Türkiye NATO içindir. Ve Türkiye’ye yapılan bir saldırı, ancak, NATO’nun da menfaatlerine aykırı olursa, o zaman, Türkiye’nin kurtarıcısı gibi devreye girebilir.
Ve yine hatırlayalım ki, İsmet İnönü, ‘Büyük devletlerle siyaset yapmak, canavarla aynı yatağa girmek gibidir..’ derdi.
Bu izahı yaptıktan sonra, Kırım Mes’elesi’nde Türkiye’nin niçin atak davranmadığı gibi bir görüş üzerinde daha bir ihtiyatla düşünmek gerekmez mi?
Bu açıdan bakıldığında, hattâ denilebilir ki, Türkiye, konuya gereğinden fazla cür’etkârca bile girdi..
Çünkü, Ukrayna’da Devlet Başkanı Viktor Janukowitz başkent Kiev’i terkedince ve sokaktaki muhalif göstericiler kamu binalarının kontrolünü ele geçirince..
Hemen Kiev’e giden Davudoğlu, yeni yöneticilerle, ve daha sonra da Kırım’a geçip, Kırım Tatar Millî Meclisi Başkanı Mustafa Cemiloğlu ile görüşmeler yapmıştı..
Türkiye bu siyasetini, Rusya’yla olan iyi ilişkilerinden de cesaret alarak takib etmiştir, denilebilir. Çünkü, 6 yıl önce, Ağuustos-2008’de patlak veren Rusya-Gürcistan Savaşı’nda da, Amerikan Donanması Karadeniz’e çıktığı ve bir Amerika-Rusya Savaşı ihtimali arttığı zaman bile, Türkiye yine Erdoğan- Putin arasındaki iyi ilişkiden cesaret alarak, o konuda her iki tarafı da üzerine tahrik etmeden, bir itidal unsuru gibi durabilmişti..
Şimdi Kırım konusunda da Türkiye, henüz Amerika bir tavır belirlemeden, devreye herkesten önce girebilmişti. Ama, onun elinin uzanabileceği yerler de nihayet, sınırlıdır.
Davudoğlu’nun Kırım’da, Cemiloğlu ile görüşmesinden sonra, Cemiloğlu da Putin’le bir görüşme yapıyor ve Putin, Kırım tatarlarının haklarının korunacağına dair garanti sözlerini dile getiriyordu.
Buna rağmen, Cemiloğlu, Kırım’ın bağımsızlığı konusunda 16 Mart’ta yapılması kararlaştırılan referandumda, Kırım tatarlarının tarafsız kalacaklarını belirtmişti.
Çünkü, Kırım’ın müslüman tatar halkının Ukrayna veya Rusya tarafından (Stalin zamanında olduğu gibi) yeni bir düşmanlığa maruz kalmaması için, en ılımlı yol olarak bu tarafsız kalış durumu benimsenmişti.
Bütün bu siyaset, açıktır ki, Türkiye’nin yol göstermesi olmasaydı, bu kadar ince ve sağlıklı şekilde geliştirilemiyebilirdi.
Ve referandum neticesinde, Kırım’da halkın yüzde 97’lik bir kesimi bağımsızlığın ilanı ve sonrasında da Rusya’ya iltihak olunması yolunda oy kullandı.
Arkasından da Rusya lideri Putin, Kırım’da, rusça, ukraynaca ve tatarcanın, bu üç dilin de resmî dil olacağını beyan etmek gereğini duydu..
*
Ve, Kırım, gitti-gider.. Hattâ, Trans-Dnyeper de kopuş yolunda..
Ve Kırım, gitti, gider..
Dahası, Ukrayna’yı kuzeyden güneye ikiye bölen Dnyeper Nehri’nin doğusundaki ve hemen tamamı rusça konuşan Trans- Dnyeper denilen bölgeler de Rusya’ya bağlanmak için halk oylaması yapmak yolunda kıpırdanışlar sergilemeye başladı..
Bu isteklere karşı Ukrayna’nın karşı koyacak bir durumunun olmadığı ortada.. Nitekim, sokak protestolarıyla iktidara el koyan Kiev’deki fiilî iktidar çaresizlik içinde, Ukrayna askerlerini sürtüşme ihtimali olan her yerden çekiyor. Avrupa Birliği ise, gözlerini Amerika’ya dikmiş..
Amerikan Başkanı Obama ise, geçtiğimiz günlerde, gayet net olarak, ‘Ukrayna için, Rusya’yla savaşacak değiliz.. Bunu, Ukraynalılar da anlayışla karşılıyorlar..’ diyerek, tavrını ortaya koydu.. Tıpkı, Rusya’nın da aylarca önce, ‘Suriye konusunda, Amerika’yla savaşmayız..’ demesinde olduğu gibi.. Her iki güç de, rakibine yakın yerlerde sürtüşme istemiyor.
Rusya, yüzlerce yıl kendi bünyesinde olan ve 23 sene öncelerde, Sovyetler Birliği’nin dağılıp çökmesiyle ayrılan her yeri ve bu arada Ukrayna’yı yeniden kendine katmak isteyecektir, elbette.. Esasen, Putin de, ‘Sovyetler’in çöküşü sırasında nice acılar ve haksızlıklara karşılaştıklarını ve mecburen o günkü şartlarda yutkunduklarını, ama, bunun hep böyle devam etmiyeceğini’ açıklıyordu..
Bu açıdan bakıldığında, güçlendiği gözlenen ve bunun farkında da olan Rusya, Amerikan emperyalizmi ve Avrupa Birliği’nin hareketsizliğinden cesaret alarak dizginleri daha güçlü bir şekilde ele geçirirken; Türkiye’nin, Kırım konusundaki ihtiyatlı siyasetinin yanlış olduğunu söylemek yanlış olsa gerek..
‘Tasın çorbadan daha sıcak olması’ gibi bir garibliğin sergilenmemesi, yanlış olmasa gerek..
haksöz