Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Haydi, birilerinin ağzıyla konuşmayalım da; ne diyelim?

Devlet Bahçeli Bey; yüzbaşı kardeşinin cenaze töreninde itidalini, soğukkanlılığını yitirip, üniforması üzerinde olduğu halde ’başkomutan’ı hakkında ağzına gelenleri söyleyen Osmaniye’li hemşehrin ’Yarbay’ı eleştirenleri ’şerefsiz’ olarak nitelemişsin..

Ben de onu, hakaret etmeden, ama yaptığının askerlik disiplini ve komutanlık sıfatları açısından yanlış olduğunu söyleyip bulup, eleştirenlerdenim..

’Öyleyse sen de şerefsizsin!’ mi diyeceksin?.

Herkesin eleştirisi, farklı noktalardan olabilir. Kaldı ki, o yarbayın acısını gözönünde bulundurmayan pek olmadı.. Ama, yine de yaptığının yakışık almadığı söylendi.

Ben de askerliğin temel prensiplerinden olan disiplin açısından, acısını gözönünde bulundurarak da olsa, bunun son derece yanlış olduğunu belirtip eleştirdim.. Ama, tekrar ediyorum, asla hakaret etmeden..

Sen de, seni eleştirenleri derhal partinden ihraç etmedin mi? ’Burası yolgeçen hanıdeğil, disiplin isterim..’  mantığıyla..

Son olarak da, Alpaslan Türkeş’in oğlu Tuğrul Türkeş, kendisine Geçici Hükûmet’te Bakan olması yolunda Başbakan Davudoğlu tarafından yapılan çağrıya, senin iznin olmadan müsbet cevab verdiği için, hemen partiden ihraçı için emir vermedin mi? Demek ki, sen de, disiplin-disiplin!’ diyorsun..

Senin parti başkanı olarak emrindeki örgütün disiplini önemli de, askerlik kurumunun ve elinde silah bulunduranların disiplini önemli değil mi?

Ama, biliyor ve düşünüyor olmalısın ki, T. Türkeş’in tavrı, iki aylık ömrü olan bir Geçici Hükûmet’te Bakanlık vazifesini kabul etmekten öteye, senin kararlarına ve birlider sultasına karşı bir itiraz bâbındadır; onun için derhal partiden ihracı için emir veriyorsun..

Ben de, üniformalı ve komutan olan bir kişinin -velev ki kardeşi, çocukları, eşi, ana-babası ve sair yakınları öl(dürü)ünce- kendisini öylesine kaybetmesini, askerliğin en temel prensiplerinden olan disiplinle bağdaşmadığını yazdım..

Bunun üzerine hemen, o vâdide yazı yazanların alayını, ’şerefsiz’ olarak nitelemişsin.. Kızdığın herkese hemen ’şerefsizlik’ sıfatını ne kadar rahat ve çok kullanıyorsun Devlet Bey..

Bu durum, ’şeref’  kelimesinin de değerini düşürmüyor mu ya da senin şeref anlayışının mahiyetini de tartışmaya açmıyor mu?

Kimseye hakaret etmeden, bir ülkenin en temel aslî kurumlarından birisindeki bir disiplinsizliğe işaret ettiğim için, beni de ’şerefsiz’ler listesine aldığına göre..

Buna mukabil ben de sana misillemede bulunup, aynı kelimeyi mi kullanayım?

Hayır, sana ’şerefsiz’ demiyeceğim..

Ama, ne diyeceğimi de bilemiyorum..

*

Evet, Devlet Bahçeli, 25 Agustos günü yaptığı açıklamada, ’Yarbay ….kardeşi Ali Alkan’ın tabutuna sarılıp tepkisini gösterirken, saray yönlendirmeli AKP troller iftira yarışına girmiştir (…) bir yarbayımız şerefsizlerin gözüne batmıştır.’ demiş..

Aynen böyle, Bahçeli’nin sözleri.. Ne kadar ’nezih’, temiz değil mi?.

Ağzından çıkan her kelime, neredeyse, birilerini yaralamaya yönelik..

En başta, kendisini gibi düşünmeyenler, ’Saray yönlendirmeli, iftira yarışına giren troller (ne demekse o, galiba, hizmetçiler) hepsi, ’şerefsiz..’

Buna rağmen, ben ona ’şerefsiz’ demiyeceğim; ama, ne diyeceğimi de bilemiyorum.

Eleştirisini o da yapabilir, elbette..

Ama, alışmış, hemen ’vatan haini, şerefsiz, alçak’ vs. diye konuşmaya..

Bu mu insanca konuşmak, medenîce tartışmak?..

Ama, ben ona yine de, ’şerefsiz’ demiyeceğim.. Ama, ne diyeceğimi de bilemiyorum..

Çünkü, aksi takdirde, korkarım, Nef’î’nin o meşhur dörtlüğündeki durum ortaya çıkar:

’Bana kâfir demiş müftü efendi
Tutalım ben diyem ona, muselmân..
Vardıkta yarın rûz-ı cezâya
İkimiz de çıkarız onda yalan..’

*

 

’DÜNYAYI İDARE ETMEK İÇİN, BÖYLE BİR VİZYON SAHİBİ OLMAK GEREKİYOR!’ 

 

Geçen akşam, bir sokak arasından gidiyordum.. Arkamdan koşarak geldiğini hissettiğim birisi yetişti, ’Ağabey, filanca ile oturuyoruz, sizi gördük, eğer vaktiniz varsa.. Memnun oluruz..’ dedi.. Bir üniversitede öğretim üyesi bir akademisyen..

Birlikte sohbet ettiklerini söylediği zat, Ortadoğu’yu epeyce bilen bir ehl-i kalem..

Bir açık hava kahvehanesinde birkaç arkadaşla oturuyorlarmış..

Yolumu değiştirdim, oraya vardım..

*

Selamlama ve bir kaç hal-hatır cümlesinden sonra, yorumcu arkadaş görüşlerini anlatmayı sürdürüyor.. Hem de bir makinalı tüfek hızıyla.. Ama, öyle yorumlar yapıyor ki; sanırsınız, Ortadoğu müslüman coğrafyalarının ondan daha iyi bilen yok

Bu kadar iddialı konuşuyor.. Etrafındakiler de susuyorlar ve dinliyorlar..

Tamam, bilgiye saygı gerekir, ama, bilginin bu kadar ’sadece ben bilirim’havasında sunulması?

Üstelik de, ülke yönetiminde üst derecede sözsahibi olanları hiç bir şeyi anlamayan bir taife olarak toptan suçlaması!

Ona göre, Ankara’dakilerin kafası basmıyormuş, Ortadoğu’daki gelişmeler konusunda vizyonları da yokmuş, stratejileri de..

Biraz ötede oturanları da, ’Yetişin ey ahali, sizler de duyun.. ’ dercesine, kızarak, bağırarak, masaya yumruklayarak konuşuyor.. Kendi tavsiyelerine kulak tıkamasına çok bozuluyor..

Zâten, devletin en temel bir istihbarat kurumunun hedefi de bu ülkeyi bölmek imiş..

Çok büyük ve tehlikeli laflar..

Bunlar sokakta, bir kahvehanede öyle ulu-orta söylenebilecek konuşulacak şeyler midir?

Ülkenin filan şehirden ötesi, filan silahlı örgüte terkedilmiş.. Tv. proğramlarında da söylüyor ve yazılarında da yazıyormuş, ama, dinleyen yokmuş..

Kendisinin bu alanda, bilgi sahibi olmadığı söylenemez elbette.. Nitekim, dışardakiler tarafından bile zaman zaman görüşlerine başvuruluyormuş..

Irak’dan gelen bazıları kendisiyle görüşüyorlarmış.. Suriye’den de.. Yemen’den de.. Onlara ne yapmaları gerektiğini söylüyormuş.. Amerikan dergileri, ingiliz tv. kanalları da gelip kendisiyle röportajlar yapıyorlarmış..

Hazırûndan birisi, ’ağabey, demek ki, görüşlerinize itibar edenler varmış..’ diye nükte yapıyor..

O, Ortadoğu’da nasıl bir siyaset izlenmesi gerektiğini Ahmed’e de söylemiş.. Ama,Ahmed’in de vizyonu yokmuş.. (’Ahmed de kim ola?’ demiyorsunuzdur herhalde..)Ankara’dakiler çapsız, anlayışsız kimselermiş…

Suriye konusunda tamamen yanlış yapılmış..  

Aslında, Suriye’deki mevcud rejimi devirmek için bir muhalif halk tabanının olmadığından habersiz imişler Ankara’dakiler.. Abdulhamid Han’ın siyasî dehâsından bunlarda eser yokmuş.. (Abdulhamid’in 33 yıllık siyasetinin de, sonunda, nereye vardığını hatırlamanıza gerek yok, tabiatiyle.. Türkiye’nin NATO üyesi olduğunu, ordunuzu öyle istediğiniz gibi kullanamıyacağınızı filan anlatmanıza da gerek yok..)

 

Bu arada, Türkiye’nin Suriye’de etkin şekilde var olduğunu yemin-billah’larla tekrarlıyor; bazı çevrelerin iddialarında olduğu gibi.. Halbuki, o kadar kesin iddiaları, Esed rejimi bile resmen söyleyemiyor.. 

Halbuki, ’Suriye’yi İran’ın destekleyeceğini, Rusya’nın bölgeyi bırakmıyacağını bilmeliydi..’ imiş..

Sonra hızını alamıyor yorumcumuz, ’Türkiye, eğer Suriye’deki rejimi devirmek istiyorsa, ordu Haleb’den girer, kısa sürede Şam’dan çıkar ve netice elde edilir’miş.. Ama, ahh bu dar görüşlülük, vizyonsuzluk..

Bu arada dinleyenlerden birisi, ’2011’de, Suriye’den gelen bazılarının bu yönde nabız yokladıklarını ve 3 500 kadar kayıp vererek rejimi devirebileceklerini’ söylediklerini anlatıyor.

Yorumcumuz hızını alamayıp, ’Yemen’de, Ali Abdullah Salih rejimini de Türkiye’nin devirdiğini ve orayı İran’a kaptıracağını hesab edemediğini’  ve neticenin ortada olduğunu da söylüyor. Şaşkınlıkla dinlendiğini görünce, yemin-billahederek güçlendiriyor iddialarını..

Hazırûndan birisi, ’Ağabey, Türkiye bunları yapıyorsa, demek ki o kadar da etkisiz değilmiş..’ diyor.

Yorumcumuz, Yemenlilere de çözüm yolunu göstermiş.. 1961-62’lerde bir askerî darbeyle iktidardan uzaklaştırılan İmam Bedr neslinin yeniden iktidara taşınması gerektiğini söylemiş..

Bunları öyle bir cerbeze halinde anlatıyor ki..  

Daha neler-neler.. ’Açtırmayın kutuyu..’  diye boşa denilmemiş..

Yoksa, ortaya kimbilir daha neler dökülür, neler..

Birkaç cümleyle, bu görüşleri biraz teenni ile, karşıladığınızı söylüyorsunuz..

Bereket ki, minarelerden yapılan davet imdada yetişiyor ve o davete icabet etmek üzere, izin alıp ayrılıyorsunuz..

*

250 yıl öncelerdeki fransız filozoflarından Voltaire’in, ’Hayatım boyunca büyük savaşlara girdim, zaferler kazandım, yenilgiler aldım, barış andlaşmaları imzaladım, nice hükûmetlerin yıkılmasında ve yenilerinin kurulmasında rol aldım..

Ama, hayır- hayır!. Öyle bildiğiniz gibi değil, salon toplantılarında, yüksek sosyetenin ziyafet sofralarında..’  şeklindeki sözlerini hatırladım..

Bereket ki, bizim olduğumuz o mekanda, yüksek sosyeteden kimseler yoktu, onlara nisbetle proleter sayılırdık..

Günün son dem artığı çaylar yudumlanıyordu..

Ve, bizim sokak aralarında, kahve köşelerinde ülkeler böyle fethediliyor, hükûmetler böyle devriliyor, dünya siyaseti böyle şekilleniyordu..

Emperyalist dünyanın o görkemli ’düşünce kuruluşları’, Washington’dakiler çatlasın..

*

Selahaddin E. Çakırgil ([email protected])

dirilişpostası

Bu yazı toplam 874 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar