Ahmet Taşgetiren
Hilafet gündemi provokasyon mu?
RP yükseliyordu. Seçimlerde yüzde 22 oy aldığı ve parlamentonun en yüksek sandalyesine sahip olduğu günlerin öncesiydi. “RP şeriat getirecek” söylemleri lehte – aleyhte yazılar üretiyordu. Lehte olanlar ümidi, aleyhte olanlar korkuyu seslendiriyordu. Ben “RP şeriat getirmeyecek, dolayısıyla ümitlenenlerin ümidi de yerinde değil, korkanların korkusu da. RP insanlara inançlarını özgürce yaşayacağı bir ortam sağlarsa ülke için en iyisini yapmış olur” gibi bir yazı yazdım.
Bu yazıya en büyük tepki RP tabanından geldi. İnsanlar “Biz iktidara yürüyoruz, sen tekere çomak sokuyorsun” gibi tepkiler veriyordu.
O günler Altınoluk dergisinin de yayın yönetmenliğini yapıyordum. Dergi idarehanesi Cağaloğlu’nda, İstanbul Valiliği’nin hemen altında idi. Caddeyi görebiliyorduk. Bir gün, “Tak, tak, tak” sesleri geldi cadde tarafından, camlara yığıldık. Bunlar baston sesleri idi. Cübbeli, sarıklı adamlar ellerinde baston “tak, tak, tak” parke taşlara vurarak Valiliğe doğru tırmanıyorlardı. Evet, Aczmendilerdi. Patır patır dergâh açıyorlar, gündem onlarsız geçmiyordu. “Üniversitelerde başörtüsüne özgürlük” konusunun tartışıldığı bir dönemde Kıyafet devrimine meydan okuyorlardı. Kim ne diyebilirdi? Muhafazakârların öteden beri kıyafet devrimi ile sorunu yok muydu?
Sonra Fadime Şahin olayları geldi, sonra 28 Şubat geldi. Sonra İHL’lerin canına okundu, başörtülü öğrencilerin canına okundu, sonra Refah’ın canına okundu.
Provokasyonu falan ondan sonra konuşur hale geldik.
Acaba bugün “Hilafet”i konuşmak provokasyon mudur? Ayasofya’nın açıldığı, “Bundan sonra hangi adım gelecek?” sorularının sorulduğu, “Tayyip Erdoğan’ın 2023’e kadar ajandasındaki bütün maddeleri tek tek hayata geçirme kararlılığında olduğu”, “Bunlar arasında Hilafet’in bulunup bulunmadığının tartışıldığı”, ya da “Bunlar neler olabilir?” sorularına cevap arandığı bir zamanda “HİLAFET: Şimdi değilse ne zaman sen değilse kim?” diye bir kapak sözü ile çıkan bir derginin yayın yönetmeni bu mesajın sadece “Biz Müslümanların birliğinden bahsediyorduk” şeklindeki bir izahla “Provokasyon” iddialarını durduracağını sanıyorsa ya çok saftır, ya da dünyayı çok saf zannediyordur. İkisi de değilse, o zaman başka bir şeyin peşindedir.
Bilemiyorum, mesela Anadolu’nun, Trakya’nın bir şehrinde ya da bir tv kanalında “Yakında hilafet var mı?” diye bir soru ile karşılaşsa Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın cevabı, Tekirdağ’daki vatandaşa verdiğine benzer bir şey mi olur, yoksa “Bekleyin bakalım” gibisinden her yoruma açık bir cümle mi olur? Ne dersiniz?
Hilafet… İslam dünyasının birliği… Ümmet…
Mesela önce İslam İşbirliği Teşkilatı’nın içi doldurulabilse değil mi?
Yooo, adı konsa, bir “Halife” ortada dolaşsa ümmet hemen bir araya gelir!!! Öyle mi?
Arap isyanı ne zaman başlamıştı?
Osmanlı halifesi henüz yerinde iken… İngilizler’in “Seni halife yaparız” yemine atlayan Şerif Hüseyin tarafından değil mi?
“Hilafetin kaldırılması”nı tartışmak ayrı. Buradaki “İngiliz hesapları” ayrı.
Ama Hilafet’in o günlerdeki etkinliğinin boyutları da ayrı, bugün yeniden “Halifelik” konuşmanın olabilirlik zemini de ayrı.
Halifelik müessesesinin içinin dini – siyasi anlamda bugün nasıl doldurulabileceği konusu da ayrı.
Bakar mısınız, bir “İslamcı” yazar, söz konusu derginin kapağını retweetliyor, Tayyip Erdoğan’ın yoluna baş koyduğunu defalarca açıklayan bir başka isim ise yapılanı “28 Şubat öncesi” olanlara benzetip provokasyon kaygısını dile getiriyor.
Daha konunun bir derginin kapağındaki hali bile yakın platformlardaki insanlar arasında böyle uç yorumlara sebep oluyorsa, varın başka dünyalarda nasıl karşılık bulur hesap edin…
Bir yandan “İslam dünyası var mı ki?” sorularının sorulduğu bir zamanı yaşıyoruz. “İslam dünyası olsa Filistin böyle mi olur, böyle mazlûmiyetler mi olur?” sorularının sorulduğu zamanları yaşıyoruz. Bir yandan “En sembolik” alanların devreye sokulduğu süreçleri…
“Yeterince güçlendik!
Dünyaya meydan okuyabiliriz!
7 Düvel ne ki!”
Hoş bir psikoloji. Gururumuz kamçılanıyor. “Yiğit düştüğü yerden kalkar. İstanbul’da düştük, İstanbul’da ayağa kalkacağız. O günler geliyor. Belki yarın belki yarından da yakın!”
“Halife-i ruy-i zemin… Yeryüzünün halifesi…” Türkiye Cumhurbaşkanı böyle tanımlansa…
Kaygılananlar niye kaygılanıyor, umutlananlar niye umutlanıyor ve neden içimizde “Bu işler akılla mı yapılıyor hislerle mi?” sorusu deveran ediyor? Ülke için endişe mi baskın, yoksa yüreklerimize sinmiş korku mu?