Merve Kavakçı

Merve Kavakçı

Huzur Sokağı (III)

Türkiye'deki sinema endüstrisinin devlet eliyle üretilen dindarlık-laiklik ekseninde geliştirilen çatışmaya yaptığı katkıları, bu alanda oynadığı önemli rolü sorgulamaya devam ediyoruz. Bilinç altına enjekte edilen imaj dindarlığın 'iyi' sınıflandırmasının ancak kıyıda kenarda kalmış bir 'yaşlı' üzerinden yapılması ile örtüşüyor. Yani din kamusal alandan çıkartılıyor. Başlarda yani cumhuriyetin ilk yıllarında 'kötü', ileriki yıllarında az da olsa iyileştirilmiş ama kenarda, gözden uzak, evde, veya evin içinde de köşesinde varlık gösterebiliyor.
 
Şimdi ise durum hem farklı hem de değil. Dindar insanların kendi içlerinde yaşadıkları kentsel dönüşümle gelen görünürlükleri, 28 Şubat'ın onlara kaybettirdikleri -veya bakış açısına bağlı olarak değişebilir- belki de kazandırdıkları ile arttı. Şimdilik gözükene bakılırsa en az on küsür sene sürebilen bir dindar iktidar algısı ile de dindar tiplemeler ekrana yansıtıldı. Ama nasıl? Bu tiplemeler eskiden dindarların gösterildiği gibi kıyıda köşede kalmış kişiler değil. Bilakis senaryonun tam ortasında. Hikayeyi sürükleyen tiplemeler. Ayrıca eskiden olduğu gibi perifer bölgelerin temsilinde varlık göstermiyorlar. Tam tersi. Şehir hayatının içinden gelen tiplemeler bunlar. Ancak geçmişle ortaklıkları 'kötülük' ekseninde yürüyor. Burada bir örtüşme yaşanıyor. Farklı sosyo-ekonomik arka planları temsilen oluşturulmuş karakterler elde tesbih, yüzde sahte bir gülümseme ile, din algısı ile özdeşleşmiş şefkat ve merhamet duygularının arkasına sinsice gizlenmiş kötülükleri bir bir icra ediyorlar, ekran karşısında. Bu tiplemeler bazen öyle dindarlaştırılmış karakterlerden oluşuyor ki 'kravatsız' bir nesli de canlandırıyorlar. Dilde 'sabır' retoriği var. Sabır tavsiye ediyorlar etraflarına. Bu arada akıl almaz vicdansızlıkları en yakınlarına reva görebiliyorlar senaryoda. Dindar ama ne dindar (!) dedirtebiliyorlar insana...
 Başı örtülü kadın açısından durumun zamansal okunması şöyle: Yetmişli seksenli yıllara geldiğimizde kentsel bölgelerde başı örtülü kadınların sayısının görünür bir şekilde artması sonucu başlayan devlet sancısı ile gelişen süreçle de başta işaret ettiğimiz devletin ürettiği çatışma alanı da git gide genişletiliyor. Bu dönemin kırk yıl sonrasına tekabül eden 2010'lu yıllarda ise ancak 'Türkiye gerçeğinde başını örten kadınlar kadın nüfusunun yüzde yetmişini oluşturuyor ve bunların önemli bir kısmı da geleneksel olarak değil de bilinçli olarak dini bir vazife addederek başlarını örtüyorlar, o zaman bu kadınlar görsel basında ve hatta yazılı basında, ekranda, radyoda neden yoklar...' gibi cümlelerle başlayan eleştiriler gündeme geliyor. Hiç şüphesiz başı örtülü kadının yok sayıldığı tek alan medya bağlantılı alanlar değil sadece. Sinema-senaryo ekseni burada bir örneklik teşkil ediyor sadece. AK Parti hükümeti ile iyi geçinmek babında tektük görsellik arz eden başı örtülü basın mensupları dışında yöklük çığlığı her yere hakim hala.
 Şimdi bir ilk yolda! Bu ülkenin tesettür tarihine adı altın harflerle yazılmış bir müslümanın, Şule Yüksel Şenler hanımın kaleminden bir ilk yansıyacak ekranlara. Onun meşhur Huzur Sokağı yayına girecek yakında. Hidayetin öyküsünü anlatırken başını örtmeye karar veren bütün kadınların hislerine tercüman olacak. Duamız senaryonun metnin özüne sadık kalmış olması ve başını örten dindar kadının artık layık olduğu şekilde canlandırılmasıdır.

yeniakit

Bu yazı toplam 1379 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar