Abdurrahman Dilipak
Hz. Ömer’in adaleti
Hz. Ömer’in adaletinden söz ederiz hep. Hani, kandil ışığında çalışıyormuş da, bir arkadaşı gelmiş selâm vermiş de, Hz. Ömer o kandili söndürmüş, başka bir kandil yakmış. Arkadaşı bunun sebebini sormuş da, o da, söndürdüğüm kandil beytü’l-mâl’e aitti, siz gelince kendi kandilimi yaktım. Biz bu menkıbelerle büyümüştük. Hani, Hz. Ömer hutbe okurken, cemaatten biri kalkar, ne hutbeni dinler ne de sana itaat ederiz demiş. Niye diye sormuş Hz. Ömer. Yani korumaları adamı yaka-paça dışarı atmamış. Adam cevap vermiş: Görüyorum ki, sırtında yeni bir cübbe var. Ve o kumaş ganimet olarak ele geçirilenlerdendi. Ben de bana düşen paydan cübbe yaptırmak istedim yetmedi, senin payın nasıl bir cübbe ediyor ey Ömer! Hz. Ömer demiş ki, “evet benimki de yetmedi, oğlumun payını da ekleyince ancak bir cübbe etti”. Aynı adam, ey Ömer şimdi söyle. Seni dinler ve emrine itaat ederiz. Hz. Ömer gittiği her yerde ve gelen kişi eğer Müslüman değilse tebliğde bulunuyor, Müslümanca nasihat ediyor, öğüt veriyor. Sorularını cevaplıyor, sorunlarını çözüyor. O, vahiy katibi, Peygamberin yol arkadaşı, Aşere-i mübeşşere, veresetül enbiya dediklerimizden. Bir gün hutbe okurken, “kadınlar mihri düşük tutun da evlilikler kolay olsun” der. Ne var bunda. Emirel mü’minin öğüt veriyor. Bu söz üzerine zenci bir kadın ayağa kalkar ve “Ey Ömer, bu sözünüz konusunda kitapta bir sınırlama yok. Allah kadını muhayyer bıraktı. Peygamber de bize bu konuda bir şey söylemedi. Siz de bizlerle istişare ve şûra yapmadığınız bir konuda bizim hakkımızda hüküm veriyorsunuz” der. Adil Ömer’in cevabı, “Vallahi kadın Ömer’i susturdu” olur. Diyanet Ansiklopedisinde Had maddesinde özet olarak şu bilgiye yer verilir: Had kelimesi (çoğulu hudûd) sözlükte mastar olarak ‘engel olmak, iki şeyin arasını ayırmak’; isim olarak “iki şeyin birbirine karışmasını önleyen şey, bir nesnenin uç ve kenar kısmı, sınır, tanım” gibi anlamlara gelir. Fıkıhta, Allah hakkı olarak yerine getirilmesi gereken, miktar ve keyfiyeti nasla belirlenmiş cezaî müeyyideleri ifade eder. Kelimenin fıkıh ilminde kazandığı terim anlamı, kısmen ‘hudûdullah’ tabirinin Kur’an’da geniş bir muhteva ile kullanılmış olmasının, büyük ölçüde de had kelimesinin hadislerde oldukça belirginleşen ıstılahî kullanımının sonucudur. Kur’ân-ı Kerîm’de hudûd kelimesi on dört yerde geçer; bunların on üçünde Allah’a, birinde ise (et-Tevbe 9/97) Allah’ın Resulüne indirdiği vahye izâfe edilir (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ḥdd” md.). Bu âyetlerde hudûdullah tabiri, (…) ‘Allah’ın koyduğu hükümler, yasaklar, ölçüler, sınırlar’ gibi anlamlar taşır. Âyetlerin bir kısmında, Allah’ın koyduğu bu hükümlerin yerine getirilmesi ve iyi muhafaza edilmesi (el-Bakara 2/229; et-Tevbe 9/112), bir kısmında da Allah’ın belirlediği ölçü ve sınırların çiğnenmemesi, onlardan ileriye geçilmemesi (el-Bakara 2/229; en-Nisâ 4/14; et-Talâk 65/1) istenir. (…)” Ve “Haddi aşmak” aynı zamanda cezayı gerektirir. “Had cezası” tanımı da buradan geliyor. “Haddi Aşmak” “Fahşa” olarak da tesmiye edilir. Bana diyorlar ki, “falanca siyasetçi ya da bürokrat, şu kadar da iyi işler yaptı. Bu kadarını görmesek!”. Hayır, ahvali şahsiyyesini görmeyelim. Görelim de aslında onu bu yanlıştan döndürmeye çalışalım, ama bunları başkalarına söyleyerek, onu o günahına mahkûm etmeyelim. Ama topluma malolmuş, toplumun ilgi ve bilgisi içinde olan, şüyu bulmuş ya da zararı topluma dokunan, sirayet eden ve süreklilik kazanan, başkaları için de açık ve yakın tehdit/tehlike oluşturan bir söz ve eylemin açıkça eleştirilmesi gerekir. Hem suçun niteliğine ve bizim gücümüze göre elimiz, dilimiz ve kalbimizle. Yoksa dilsiz şeytan oluruz. “Kol kırılır yen içinde kalır”sa o kol ya kangren olur, kesilir ya da sakat kalır. Bu kişiler “kötü örnek olacağı” gibi, giderek cür’et ve cesaretlerini artırırlar ve başkalarını yanlışa icbar edebilirler. Onun için bu yanlışların açıkça reddedilmesi gerek. Burada birkaç kural var. “Batılın tasviri saf zihinleri idlal eder”. “Bazı şeylerin şüyuu vukuundan beterdir”, aslolan kişiyi yanlıştan vazgeçirmektir, günahını tescil etmek değil. Tevbe ve tazmin şartı ile bağışlanma kapısı hep açık tutulmalıdır. Yani “Hz. Ömer bin tane güzel iş yaptı, bir tane küçük bir kusurunu görmesek olmaz mı” diye bir şey yok. Özellikle konu “Kul Hakkı” ile ilgili ise, yanlış Hutbede de söylense, söyleyen kişi Emirel Mü’minin Adil Halife Ömer de olsa orada düzeltilmesi gerekir. Bu işler mahsub edilmez. “Bu kadarı kadı kızında da olur” denmez. Sonra, iyilik gibi gözüken şeyler kötülüklerin perdesi haline gelir, kişinin helakine ve toplumun ifsadına sebeb olur. “Beytü’l-mâl” üzerinde, “zekat toplayıcılar”, “mültezimler”, birtakım siyasi maslahat icabı tahsise dayalı “arazi intifası”na kıyasla ya da zorlama “ganimet” ve “darul harp” fıkhı uydurarak siyaset ve bürokrasi erbabının menfaat teminine yol açanlar, öbür dünyada onlarla birlikte haşrolurlar. “Lale devri Osmanlıcılığı” ile Hz. Muhammed (SAV) ve Hz. Ömer gibi sahabe-i Güzin’in aydınlık yolunu terk edip, dünya meta’ına tamah ederek amellerine kılıf uydurmak için dinlerini kullananlar yedikleri haltın bedelini çok ağır bir şekilde ödeyeceklerdir. Pişman olup, gerçekten tevbe ederler, verdikleri zamanı gerçek anlamda tazmin ederler ve hakkına girdikleri kullardan helallik alırlarsa belki bağışlanırlar. Allah onların kalplerinden geçeni bilir. Sadece insanların gözünde aklanmak için vakıf kurup, vakıf perdesi arkasında kirli işlerine devam etmeye kalkarlarsa bu veballerini daha da artırmaktan başka bir işe yaramaz. O mal onlara ne dünyada, ne de ahirette fayda vermeyecektir. Şeytanları onları o malın hazları ile oyalamaya devam etse de, vijdanları hep zonklayacaktır. Vijdanlarını uyuşturmak için Şeytan onlara sürekli öğüt verecek ve onlar da bu şekilde ömür tüketeceklerdir. Daha önce iktidar sahibi olup da, bu işlerle meşgul olanların kıskançlıkları ve eleştirileri daha çok mahrumiyetleri ile ilgilidir. Haram mamaları kesildiği için bir uyuşturucu bağımlısı gibi “Haram mal” bağımlılığının verdiği bir ızdıraptan başka bir şey değildir serzenişleri. Bilmem derdimi anlatabildi mi. Akif’in dediği gibi, “Dili yok kalbimin ondan ne kadar bizarım.” Bizimkiler dünya malı için başka vadilere savrulurken, ötekiler bu durumdan ders alıp tevbe etmezler mi? Kim bilir, belki.. Firavun sarayındaki Hz. Musa’ların sayısı, Hz. Lut’un evindeki müminlerden fazla idi! Kitap, tarihte bunların olduğunu da söyler bize. Hz. Yunus’un kavminin son güne kadar direnip, son günde nasıl kurtuluşa erdiğini de. Biz Havf ile Reca arasındaki yolculuğumuza devam edelim, hem de kınayanların kınamalarına aldırmadan. Selâm ve dua ile.