Ahmet Taşgetiren
İktidar formül arıyor
1. İstanbul Sözleşmesi kadına şiddeti önlemenin ötesinde felsefi bir arka plan taşıyor.
2. 18 yıllık Ak Parti iktidarı dönemindeki bir kısmı İstanbul Sözleşmesi ile bağlantılı, ama daha geniş düzenlemeler getiren uygulamalar “ailedeki sancı”yı derinleştirmiş durumda.
Gelinen noktada ikili bir çözüm aranıyor:
1. “Kadına şiddete sıfır tolerans”ta asla geri adım atmamak.
2. Aile konusundaki hassasiyeti en güçlü biçimde vurgulamak.
Sorun şurda:
1. İstanbul Sözleşmesi uluslararası bir nitelik taşıyor, BM kararları ile de ilgili uzunca bir sürecin ürünü, ilk imzayı atanlardan birisi Türkiye, “İstanbul” ismiyle tanınmış, şimdi ondan imza çekmenin getirdiği risk nasıl telafi edilecek?
2. Sözleşmeden çekilmenin “Kadına şiddeti” görmezden geliyormuş gibi bir izlenim doğurması nasıl önlenecek?
3. Sözleşmenin arkasında duran oldukça etkin kadın hareketinin tepkileri nasıl göğüslenecek?
Belli ki iktidar bu konuda ortaya konan görüşleri takip ediyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan “İstanbul Sözleşmesi nas değil” dedi. Bu, Sözleşme’nin etrafındaki Maginot hattı (Fransızların Almanlara karşı oluşturduğu savunma hattı)nı esnetmek için bir hamle. “Kadınlara sahip çıktı”, bu bir diğer kırmızı çizgi. “Aile konusunda duyarlılık” ifadeleri, bu da bir başka boyut.
Ama nasıl formüle edilecek?
Aslında olay “şiddet”ten ibaret olsa, TCK’da kadına şiddet dahil her türlü şiddeti dışlayan düzenlemeler var, bu biliniyor. Ama Sözleşme kadına şiddetin önlenmesinden ibaret değil. Zaten asıl tepki de Sözleşmenin o diğer boyutlarına yönelik. Bir anlamda kadına şiddet konusu, diğer boyutları meşrulaştırmanın zemini gibi kullanıldığı için tepki görüyor.
“Diğer boyutlar” dendiğinde de işin içine yeni bir “Cinsiyet” tanımının girmesi, kadını ve erkeği yeniden tanımlamak, queer (akışkan) bir cinsiyet yapısı oluşturmak, oradan cinsiyet karmaşasına gitmek ve… çocukluktan itibaren bu yeni tanıma göre bilinç oluşturmak… Eğitimi buna göre düzenlemek vs…
Dev bir proje.
Diyor ki Cumhurbaşkanı özetle “Kendi medeniyet değerlerimizden yola çıktığımızda hem kadının korunduğu hem ‘aile erkil’ yapımızın gözetildiği bir formül bulunabilir.”
Benim anladığım bunun için hazır bir metin yok, konu ile ilgilenen stk’lardan gelen önerilere bakılıyor, oradan bir metin çıkarılmaya çalışılıyor. Yine anladığım, o metin çıkıncaya kadar da Sözleşmeye dokunulması öngörülmüyor.
Tartışmada gerilim büyük. Tarafların yaklaşımı keskin. Bir taraf “Bu işte zorlaya zorlaya Türkiye’yi, üstelik muhafazakâr bir iktidar döneminde bir noktaya getirdik, şimdi oradan geri adım attırmayız” direncinde, diğer kesim ise, bizzat iktidarın tabanı hüviyetiyle süregiden ve toplumsal planda sarsılmalar oluşturduğu düşünülen bir düzenlemenin daha tahrip edici bir nitelik kazanmasına mani olma kararlılığında. Her iki alanın platformları çok diri, müthiş bir metin birikimi oluşmuş durumda.
Kanaatimce, biraz serinkanlı, iyi niyetli ve çözüm odaklı bakıldığında sorunların tespitinde ve çözümlerde ortaklaşmak mümkün. Şöyle başlıklar mesela:
-Kadına şiddete sıfır tolerans. Her varlığa yönelik şiddete sıfır tolerans. Bunun için gerekli tedbirlerin, eğitim ve ceza düzenlemeleri dahil, her alanda alınması.
-Aile, ülkemiz dahil tüm dünyada derin sancı içinde. Bunun fotoğrafının çekilmesi, sebeplerin araştırılması ve insanlığın geleceği için sağlıklı bir aile yapısının gerçekleşeceği küresel zeminin oluşturulması. En azından ülke planında hassasiyetin kaybedilmemesi.
-Uyuşturucu gibi artık çok küçük yaşlara kadar sirayet eden bağımlılıkların önlenmesi.
-“Cinsiyet” konusunda derin bir kafa karışıklığının yaşandığı bir vakıa. En azından Batı’da gelinen noktanın ortaya derin bir savrulma çıkardığı gözleniyor. (Orada eşcinsel evliliklerin yasal hale geldiği biliniyor, henüz bizde bunun yasallaşması gündeme getirilmedi) Batı kendi içinde bunları tartışırken, ülkemizde de benzeri bir rüzgârın fırtınaya dönüşmesi mi beklenmeli, yoksa Türkiye kendi değerler zemininden ürettiği bakışı dünyaya sunabilecek bir özgüven mi sergilemeli?
Henüz maalesef o özgüven noktasında değiliz. Hala dışarda üretilen normları harıl harıl ithal etmekle meşgulüz. Çünkü üzerinde çalışmadık. Bu defa “savunmacı” noktada kalıyoruz, bu, “reaksiyoner” psikolojisine itiyor. Bu, özgüveni kaybettiriyor. Ve sonunda en kötüsünü bulunmaz Bursa kumaşı gibi kabul edecek noktaya itiliyoruz.
Bu kadar üniversite var, ne güne duruyor bunca hukukçu, sosyal bilimci, psikolog, tıp adamı, din alimi vs… Cumhurbaşkanlığı bir Aile Kongresinde tüm alanları bir araya getirip küresel bir metin oluşturamaz mı?