Nureddin Şirin
İran İslam Cumhuriyeti ve Hizbullah'ın Suriye Baas Rejimi ile İşbirliği
İran İslam Cumhuriyeti ve Hizbullah'ın Suriye Baas Rejimi ile İşbirliği Üzerine
Suriye"deki rejim karşıtı gösteriler ve sivil protestoların kanlı bir şekilde bastırılması süreciyle ilgili İslami camiada öne çıkan birtakım tartışmalar, özelde de İran İslam Cumhuriyeti ile Hizbullah arasındaki stratejik ilişkiler noktasında ortaya atılan birtakım suçlama ve spekülasyonlar ile ilgili yazdığımız "Suriye'deki Gösteriler Üzerinden Oynanmak İstenen Yeni Nifak Oyunları" başlıklı yazımızın devamında, öncelikle, konunun Kur"an zaviyesinden izahını yapmak istiyorum.
İlk yazımızda genel olarak ifade ettiğimiz üzere; İslam Siyaset Fıkhı"nda İslami olmayan devletler iki gruba ayrılırlar: birincisi "harbi devletler" ikincisi "kendileriyle anlaşma yapılan devletler" Kur"an-ı Kerim ve Hz. Resul-i Ekrem (s.a.v)"in sünnetinde her iki örneği de görmekteyiz. Zira Kur"an-ı Kerim"de bir İslam devletinin veya İslami hareket liderliğinin İslami olmayan bir devlet veya güç ile İslam ümmetinin ve İslam davasının esenliğini gözeterek "anlaşma" yapabileceği belirtilmiştir.
Bu hususu açmadan önce, usul noktasındaki bir tenkitimizi belirtmek istiyorum.
Müslümanlar olarak, hadiselere ve gelişmelere bakışımızın, buradan hareketle belli bir yargıya varıp tutum ve tavır takınmamızın meşruiyet kriteri her şeyden önce Kur"an-ı Kerim'dir.
Müslümanlar arasında "kaynak/delil" tartışmaları yapılırken, "Sünnet"in kaynak olup olmadığı, yani "şer"i bir hüccet" olarak görülüp görülmeyeceği noktasında görüşler ileri sürülürken, bazı kardeşlerimizin "tek kaynak Kur"an'dır" şeklinde bir inanç ve anlayış içinde olduklarını görüyoruz. Bu kardeşlerimize göre; "Kur"an"ın dışında bir kaynak yoktur. Meselelerimizi irca edeceğimiz tek kaynak Kur"an-ı Kerim"dir. İster İslami kimliğin inşasında isterse müslümanca bir tavır sergilenmesi noktasında yegane başvuru kaynağımız Kur"an-ı Kerim"dir."
Bu takdirde, Kur"an-ı Kerim"in hüküm ve prensiplerinin göz ardı edilerek, ya da, ilgili bir konuda Kur"an-ı Kerim"in buyrukları aşılarak bir tutum ve anlayış içine girmenin adı da, yine Kur"an"ın beyanıyla "hevaları ilah edinmek"tir. Kur"an böylesi bir tutumu "Efereeyte menittehaze ilâhehu hevâhu: hevasını ilah edineni görmedin mi?" (Casiye 23) ayetiyle yermekte, müminleri hevalara ittiba etmekten şiddetle kaçındırmaktadır. Her kim nasların çizdiği sınırları aşarak, nasların ortaya koyduğu hükümleri göz ardı edip onun hilafına bir düşünce, inanç ve tavır içine girerse, hevasını ilah edinmiş demektir. Ki bu da "şirk"in bir başka tezahürüdür...
Kur"an-ı Kerim"in hayatımızda ne kadar eksen ve belirleyici olduğu, hevalarımızdan kaçınıp Kur"an"ın buyruklarına ne kadar uyduğumuzla doğru orantılıdır. Aksi takdirde, bir taraftan Kur"an"a uyduğumuzu ileri sürüp diğer taraftan da hevalarımızı kendimize ilah edinme durumuna düşersek, delalet limanına demir atmaktan başka bir şey yapmış olmayız. Rabbim hepimizi böylesi bir delaletten korusun.
Şimdi konuya dönecek olursak:
Bir İslam devleti"nin "Müslüman olmayan bir devlet ve yönetim"le anlaşma yapıp o anlaşmanın şartlarına bağlı kalması gerektiği hususu, Enfal süresinin 72. ayetinde beyan edilmiştir. Bu hükmün Hz. Resulüllah (s.a.v)"in sünnetindeki karşılığı ise "Hudeybiye anlaşması"dır.
Şöyle ki, Allah Tebareke ve Teala Kur"an-ı Kerim"de bu hususu şöyle beyan etmektedir:
"Gerçek şu ki, iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler ile (hicret edenleri) barındıranlar ve yardım edenler, işte birbirlerinin velisi olanlar bunlardır. İman edip hicret etmeyenler, onlar hicret edinceye kadar sizin onlara hiçbir şeyle velayetiniz yoktur. Ama din konusunda sizden yardım isterlerse, yardım üzerinizde bir yükümlülüktür. Ancak, sizlerle onlar arasında anlaşma bulunan bir topluluğun aleyhinde değil.Allah, yapmakta olduklarınızı görendir."
Bu ayet-i Kerime, Bir İslam devleti"nin dış politikasındaki temel esaslarından birini teşkil eder. Ayet, Bir İslam devletinin İslami olmayan başka bir devlet ile anlaşma yapabileceğini ve yaptığı anlaşma karşı taraftan bozulmadığı sürece o anlaşmanın şartlarına uyulması gerektiğini açıkça beyan etmektedir.
İslam devleti "dış politikası"nı İslam ümmetinin külli maslahatları üzerine kurar. Bu maslahatlar belirlenirken de, Müslümanların içinde bulunduğu sosyo-politik, askeri ve iktisadi güç, jeo-politik konum, düşmanlar karşısında savaş stratejisi ve Müslümanların savunulması esasları gözetilir. Bu da Müslümanların başındaki Veliyy-i Emr-i Müslimin"in ve "İslami şura heyeti"nin uhdesinde olan bir yetki ve sorumluluktur. Veliyy-i Emr bu yetkiyi önce Kur"an-ı Kerim"den, daha sonra da Müslümanlar adına üslendiği niyabetten alır. Müslümanlar Veliyy-i Emr-i Müslimin"i tayin ederlerken kendi adlarına ona o yetki ve sorumluluğu da yüklemiş olurlar.
Dolayısıyla, bir İslam Devleti"nin dış politikasının meşruiyet çizgisini Kur"an-ı Kerim ve ümmetin niyabeti belirler. Ümmet adına niyabet "şeçim" -şura- ve "biat" ile gerçekleşir. Müslümanlara düşen de Veliyy-i Emr-i Müslimin"i ve onun şahsında İslami otoriteyi desteklemek, üzerine düşen görev ve sorumlulukları yerine getirmektir.
"Ey iman edenler! Allah"a, resulüne ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin" (Nisa 59)
"Kendilerine güvenlik (barış) veya korku (savaş) ile ilgili bir haber geldiğinde onu yayarlar. Hâlbuki onu peygambere ve içlerinden yetki sahibi kimselere götürselerdi, elbette bunlardan, onu değerlendirip sonuç (hüküm) çıkarabilecek nitelikte olanları onu anlayıp bilirlerdi" (Nisa 83)
İlk ayet, müminlerden olan Veliyy-i Emr"e genel anlamda itaati öngörürken, ikinci ayet ise, Müslümanlar arasındaki barış, savaş, güvenlik gibi konularda son sözü söyleme hakkı ve yetkisinin Peygamber ve emir sahiplerinde olduğunu beyan etmektedir. Böylesi durumlarda, Müslümanların ilgili hususta peygamberin ya da emir sahiplerinin hüküm ve beyanını bilmeden, öğrenmeden hareket etmemeleri gerektiği buyrulmakta ve müminler stratejik sorumluluk olarak uyarılmaktadır. Aksi takdirde İslam toplumunun güvenliği ve esenliği tehlikeye atılabilir, Müslümanlar düşmanları karşısında zaafa ve yenilgiye düşürülebilir.
Bu girişten sonra, Üstad Mevdudi"nin "Tefhimu"l Kur"an" ve Şehid Seyyid Kutub"un "Fizilali"l Kur"an" adlı tefsirlerinden ilgili ayetin tefsirlerinden bazı bölümleri aktarmak istiyorum.
TEFHİMU"L KUR"AN"DAN:
Bu ayet, İslam anayasasının çok önemli bir maddesini içermekte ve müslümanlar arasında "velayet" ilişkisinin şartlarını ortaya koymaktadır.
"İslam'ın dış politikada takındığı bu tavır, genellikle bir çok uluslararası sorunun nedenini oluşturan bu tür tartışmalara kökten bir çözüm getirmektedir."
"Bir önceki ayette İslam devleti sınırları dışında yaşayan müslümanlar, devletin siyasal korumasından hariç tutulmuşlardı ama bu durum onların iman kardeşliği ilişkisi içinde olmasını engellemez. Bu nedenle, eğer yardım isterlerse ezilmiş ve haksızlığa uğramış kardeşlerine yardım etmek, İslam devletinin ve vatandaşlarının en büyük görevidir. Fakat bu durumda da İslam devleti, uluslararası hukuka ve kabul edilen evrensel hukuk kurallarına riayet etmelidir. Eğer Darü'l-Küfr ile bir anlaşma yapmışsa bu anlaşmaya aykırı olduğu müddetçe Darü'l-İslam müslümanlarının Darü'l-Küfr'de zulüm gören müslümanlara yardım etmeleri yasaktır.
Bu ayette "velayet" kelimesi anlaşma için kullanılmıştır. Saldırmazlık kararından açık olarak bahsedilsin veya bahsedilmesin, ilgili taraflara barış garantisi verildiğini ifade eder.
Bunun yanı sıra metindeki "...ki onlarla sizin aranızda bir anlaşma vardır..." sözleri, İslam devleti ile küfür devleti arasında yapılan bir anlaşmanın sadece iki devlet arasında yapılmış bir anlaşma değil, aynı zamanda iki millet arasında da yapılmış bir anlaşma olduğunu göstermektedir. Bu nedenle anlaşma hem İslam devleti hem de İslam devletinde yaşayan müslümanlar için bağlayıcıdır. İslam hukuku, müslüman vatandaşların İslam devletinin başka ülke veya milletlerle yaptığı anlaşmalarda sorumlu olmaması gibi bir duruma müsamaha göstermez. Elbette anlaşma yapan devletin sınırları dışında yaşayan müslümanların anlaşmaya uyma gibi bir zorunlulukları yoktur. İşte bundan dolayı, Hz. Peygamber'in (s.a) , Mekke müşrikleriyle yaptığı Hudeybiye antlaşması Darü'l-İslam'ın vatandaşlarından olmayan Ebu Busayr, Ebu Cendel gibi müslümanlar için bağlayıcı değildi.
FİZİLALİ"L KUR"AN"DAN
"Medine'ye göç etmeyenlere gelince, bunlar göç etmedikçe kendilerine karşı hiçbir ya aşlık, koruyuculuk yükümlülüğünüz yoktur. Eğer böyleleri sizden, aranızda saldırmazlık antlaşması bulunmayan bir topluma karşı din konusunda yardım isterlerse kendilerine yardım etmekle yükümlüsünüz."
"Fakat bu yardım, müslümanların karşı taraflarla imzaladıkları antlaşmaları ihlal etmeme şartına bağlı olarak gerçekleşmelidir. Bu fertlere, dinleri ve inançları açısından haksızlık eden taraf, bu antlaşmalı taraf dahi olsa, durum değişmeyecektir. Çünkü asıl korunması gereken müslüman toplumun çıkarıdır, hareket stratejisidir ve bunların gerektirdiği ilişkiler ve antlaşmalardır. Öncelikle korunup gözetilmesi gereken bunlardır işte."
Allame Mevdudi ve Şehid Seyyid Kutub"un tefsirlerinden konuya açıklık getiren bazı bölümleri aktardıktan sonra, bir sonraki yazımızda, günümüz gerçekliğinde İran İslam Cumhuriyeti ve Hizbullah ile Suriye yönetimi arasındaki anlaşmaların nedenleri, mahiyeti ve çerçevesi üzerinde durmaya çalışacağız.
Bu vesileyle bir kez daha belirtmek gerekir ki, bu yaptığımız değerlendirme, Suriye"deki baas rejimi meşru bir yönetim görme şeklinde kesinlikle değildir. Suriye"deki rejimin hem İslam dışılığı, hem de Müslüman halka karşı sergilediği zulüm ve baskılar ayrı bir dosya konusudur.
Devam edecek
velfecr