Selâhaddin Çakırgil
İslam ve Müslümanları, Bugün, Kim Temsil Ediyor?
‘Global -ya da küresel- Cihad’ iddiasıyla ortaya çıkan yığınla ‘silahlı mücadele’ teşkilatları..
En başta da, son 20 yıla yakın zamandır, ‘El’Qaide..’ geliyor.
‘El’Qaide’ ise, Usâme bin Laden’in liderliğinde tesis olunmuştu, çeyrek yüzyıl öncelerde..
Usâme, Filistin’den, kendi ana yurdunun sionist yahudiler tarafından zorla işgalinden sonra Yemen ve Hicaz’a sığınmak zorunda kalmış ve orada çok zengin bir şirketler zenciri oluşturmuş bir ailenin onlarca çocuğundan biriydi. Elinde yüzmilyonlarca, hattâ bazı iddialara göre 5 milyar dolar kadar büyük bir servet vardı.
Uzun yıllar kapitalist dünyanın seçkin okullarında okumuş, en zengin mekanlarında yaşamıştı. Ömrü 35’e merdiven dayadığı yıllarda kendisine yeni bir yön seçmiş ve Afganistan’daki Rusya işgaline ve komünist rejime karşı ‘cihad’a katılmıştı. Önceleri, merhûm Abdullah Azzâm’ın yanında ikinci bir isim olarak ve ihtiyaç duyulan en gelişmiş silahları, zengin olması hasebiyle, amerikalılardan kolayca temin edebilen bir isim olarak dikkat çekiyordu.
Afganistan’da komünist rejim ve komünistler yenilgiye uğrayıp çekilirken, geride herbirisi de İslam adına zuhûr etmiş ve kendilerine karşı çıkan müslümanları bile bertaraf etmek-öldürmek hakkını kendinde vehmedip birbiriyle boğuşan yığınla cihad teşkilatlarının sergilediği korkunç kaosu takiben, Usâme de ortaya çıka(rtıla)n yeni güç odağı halindeki Tâlibân’ın yanında yer almıştı..
Usâme, ‘müslüman coğrafyaları lidersiz ülkeler, ben ise, ülkesiz bir liderim..’ diyordu.
Materyalist dünyanın iki süper gücünden birisi olan Sovyetler’in yenilgiye uğratılması, Afganlı silahlı mücadele unsurları üzerinde müthiş bir kendine güven duygusu geliştirmişti. ‘Sovyet Rusya emperyalizmini yenilgiye uğrattık, şimdi sıra Amerikan emperyalizminde..’ sözünü Afganlı ‘mücahid’lerden sık sık işitmek mümkündü.
Usâme de, Talibân denemesinin içinde edindiği tecrübelerle de, Sudan ve Yemen’e kadar birçok yerde coğrafyada çalışmalarını yaygınlaştırarak sürdürüyordu..
Ve sonra, kendisini çok iyi tanıyan Amerikan emperyalizmi için ileride tehlike teşkil edeceği kanaatiyle, artık, rolünü tamamlamış birisi olması hasebiyle bertaraf edilmesi gerekli bir hedef olarak görülmeye başlanmıştı.
Afganistan’da da Rusya işgali ve komünist rejim döneminde yığınla silahlı mücadele örgütleri vardı ve herbirisinin isminde mutlaka ‘İslam’ bulunurdu, ‘Cemiyet-i İslamî, Hizb-i İslamî, İnqılab-ı İslamî, Sadâ’y-ı İslamî, Vahdet-i İslamî..’ vs. gibi..
Bu teşkilatların kendi aralarındaki mücadelelerde hayatını kaybeden ‘mücahid’lerin sayısı, işgalci ve komünist güçler karşısındaki mücadelelerde hayatlarını kaybedenlerden daha az değildi.
Komünizmin sadece Afganistan’da değil, onun dünya çapındaki merkez üssü konumundaki Sovyet Rusya’nın dağılmasından sonra..
Amerikan emperyalizmi rakibsiz kalmış gibiydi.. Halbuki, ona yeni bir düşman daha lâzımdı.
Nihayet, 11 Eylûl 2001 Saldırıları dünya tarihinin modern zamanlarındaki en büyük kırılma noktalarından birisi oldu. Bu saldırılarla, New York’da, Dünya Ticaret Merkezi olarak anılan İkiz Kuleler’e ve Washington’daki Pentagon’a ve diğer merkezlere uçaklarla yapılan ve 3 binden fazla insanın ölümüyle sonuçlanan korkunç saldırılardan sonra..
Kendisine yeni bir düşman arayan ve yeni bir Soğuk Savaş alanı açmak isteyen ve Batı hristiyanlığı adına da hareket ettiklerini açık veya dolaylı olarak dile getiren kapitalist
Amerikan emperyalizmi, bu saldırıları El’Qaide’nin ve Usâme’nin üzerine yıktı.
Bu durum, Amerikan emperyalizmine nefret duyanlar nezdinde El’Qaide ve Usâme’ye bir rüchaniyet, bir üstünlük kazandırmıştı.
Daha sonra bir takım mahallî örgütler de kendilerini El’Qaide’nin belli coğrafyalardaki temsilcileri olarak isimlendirdiler.
Irak ve Suriye’de, Yemen’de, Endonezya’da kendilerini temelde el’Qaide’nin o ülkelerdeki temsilcileri olarak gören IŞİD / DA’İŞ /ISIS (Irak- Şam İslam Devleti) ve en’Nusra (Zafer), Cebhe-i İslamî, vs.. örgütler.. Nijerya’da (ismi, Haram Eğitime Hayır veya Kutsal Kitab gibi mânâlara geldiği söylenen) ‘Boko Haram’; Somali’de eş’Şebab (Gençlik), Libya’da ‘Ensar-uş’Şeria (Şeriatin Yardımcıları)’, Lübnan’da Hizbullah, İran Belucistanı’nda (sünnî müslümanların haklarını savunmak iddiasıyla ortaya çıkan) ‘Cundullah /Allah’ın askeri’ ve Ceyş-ul’Adl (Adalet Ordusu), Pakistan’da ‘Sipah-us’Sahâbe (Sahabe Ordusu), vs.. direkt veya dolaylı olarak kendilerini El-Qaide’yle irtibatta gösteriyorlardı. Ve bunlardan bazıları, El-Qaide’nin gerçek temsilciliği iddiası etrafında birbirleriyle de boğuşuyorlardı.
Amerikan emperyalizmi ise, savaşmaksızın veya küçük savaşlarla, büyük zaferler kazanmış durumuna gelmek ve gelecekte karşısına çıkması muhtemel güç odaklarını henüz cenin halindeyken, gelişmelerini tamamlamaya fırsat vermeden boğmak dikkatini gösteriyordu.
*
Emperyalizm karşısında, adâlet arayışı ve adâlete dayalı bir dünya kurmak ideali için Müslüman halklardan kimse kalmamıştı, yeryüzünde..
Ne kadar sıhhatli olduğu ayrı bir konu olsa bile, müslümanların büyük ekseriyetinin dünya çapındaki temsilciliği gibi bir sıfatı ve hukukî konumu üzerinde taşıyan Hılafet kurumuna, Birinci Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğratılması ve tarih sahnesinden atılmasını takiben, Osmanlı Devleti’ne emperyalist devletlerce fiilen son verilmesi, müslümanları başıboş duruma düşürmüştü. Dahası, müslümanlar arasından çıkan her bir müslüman direniş taifesinin, kendisini İslam’ın temsilcisi gibi göstermesi gibi bir durum da ortaya çıkmıştı.
Bu gibi teşkilatlar hele de global bir emperyalist hareket karşısında mücadele için takib edilecek taktik ve stratejileri belirleyecek karar mekanizmalarına, bir mücadeleyi baştan planlıyacak silah gücüne ve lojistik destek imkanlarına sahib olup olmadıklarına bakmaksızın, kendilerini silahlı mücadelelerin içinde bulmuşlardı.
Elbette bunlardan bazılarının, ileride daha da güçlenmelerine fırsat vermemek için, hazırlıksız yakalanmalarını sağlayacak manipulasyonlar da olabilirdi ve vardı.
Ayrıca bu gibi savunma mekanizmalarının mücadelelerini İslam adına yaptıkları iddiasını kabul veya reddedecek bir üst makam ve onları kontrol edecek, frenliyecek veya mücadelelerinin yanlışlarını gösterecek ya da onlara destek verecek bir mekanizma yoktu..
*
Dahası, bu gibi teşkilatların hayatlarını ortaya koyarak verdikleri mücadeleler karşısında, onlar derecesinde bir mücadele veremeyen diğer müslümanları da, onlar hakkında konuşmakta ve gerektiğinde eleştirmekte çaresiz duruma düşürüyordu.
Bu gibi etkenler yüzünden, yaptıkları mücadelenin İslam adına olup olmadığı sağlıklı şekilde tartışılamadan, İslamî sembollerle tezyin edilmiş mücadele bayrağını yükselten herkesin etrafında bir odaklanma meydana geliyor ve onların herbirisi de kendilerini müslümanlar adına mücadele ettikleri iddiasına ve İslam’a nisbet ederek etkinliklerini arttırmaya çalışıyorlardı ve çalışıyorlar.
Ortaya çıkan psikolojik savaş içinde, gerek bizzat bu mücadele örgütlerince, gerekse onların hasımları tarafından dünyaya yansıtılan haber ve görüntüler karşısında herbirimiz farklı tepkiler vermek noktasına düşüyoruz. Çünkü, bazan devreye öyle haber ve görüntüler çıkıyor ki, onların İslam’la kaabil-i telif olduğunu izah etmek mümkün olmuyor.
Müslümanlar herhalde, İslam düşmanları ve karşıtlarından, kendilerine övgü gelmesini bekliyecek değillerdir ve hattâ öyle olduğunda, kendilerine bir çeki düzen vermek ihtiyacını hissetmelidirler. Ayrıca, bu mücadele örgütlerinden hangisi nedir, kimdir, nasıl ortaya çıkmıştır, bunun hesabını bile yapamamaktadır, müslümanlar..
Müslümanların bu noktada dahi, derli toplu ve söz birliği ederek kendilerini savunmaları ve anlatmaları, halihazır duruma göre mümkün değildir.
Genelde söylenen şu olmaktadır: ‘Başka dinlerden insanlar da böyle silahlı örgütler oluşturduklarında, onlar da mensub oldukları dinlere göre, suçlanıyorlar mı? Hitler’in yaptıklarından dolayı hristiyanları veya diğer siyasî liderleri suçluyor muyuz?’
İlk planda nicelerimize mâkul gibi gözüken bu savunma suali, geri tepmekte..
Çünkü, ‘Hitler ve benzerleri hristiyan veya başka dinden olsalar bile, onların yaptıkları, dinlerine nisbet edilemez.. Çünkü, o dinlerin mensublarını temsil eden makamlar var, bu makamlar onları kabullenmiyor. Onlar kendi ihtirasları adına hareket etmiş oluyorlar.’ denildiğinde söyleyecek fazla bir söz bulunmuyor.
Çünkü, gerçekten de o gibi saldırgan kişi veya gruplar, yaptıklarını dinleri adına yapmıyorlar, yaptıklarını iddia etseler bile, bunu o dinlerin mensublarını temsil ettiği kabul olunan makam ve merciler, kurumlar kabullenmiyor.
Ama, İslam adına hareket ettiklerini söyleyenlerin yaptıklarını İslam adına kabullenmek veya reddetmek durumunda olan bir makam, bir kurum yok.. Her müslüman, bunu sadece kendi kalbî ölçülerine göre belirliyor veya belirlemek durumunda..
Evet, Emir’ul Mu’minîn mi dersiniz, Khalife mi, dersiniz, her ne derseniz deyiniz; müslümanları, İslam hukuku açısından temsile yetkili bir makam olmadığı için, her mücadele grup veya örgütü de kendisini İslam’ın veya müslümanların temsilcisi gibi göstermekte bir beis görmüyor.
Sıkıntılarımızın temelinde böyle bir olumsuz durumun olduğu üzerinde düşünmeli değil miyiz?
Böyleyken, bu tarz mücadeleler yine de emperyalist ve şeytanî odaklar tarafından İslam’a mal ediliyor. Ve bugün görüyoruz ki, emperyalizm, ve onun en büyük saldırı mekanizması olan NATO adına, ‘insan hakları ve özgürlüğü’ kamçısını istediği yönde ve şekilde gibi savurarak, müslüman coğrafyalarında at koşturmakta ve kendilerinin meydana getirdikleri otorite boşluklarının neticesinde ortaya çıkan bir takım kontrolü zor gelişmeleri durdurmak adına, ‘kurtarıcı’ olarak sahneye çıkmaya çalışmaktadır.
Bu noktada yazık ki, Türkiye de İkinci Dünya Savaşı sonrasının şartları içinde, dünya yeniden düzenlerken girmek zorunda kaldığı NATO mekanizmasının içinde yer alıyor ve çıkması da öyle pek kolay gözükmüyor.
*
Bu konuya, karşımıza çıkan acı ve olumsuz tablolarla birlikte bir diğer yazıda ve biraz daha bakalım, inşaallah..
haksöz