Abdullah Büyük
İslâmî hizmetler şahıslara bağlı götürülemez
Tarih bazı insanları hiç unutmaz. Yaşadıkları tarih aralığı, yurtları ve hatta isimleri bile unutulur, ama onlar halk dilinde kendilerine yakıştırılan yeni isimlerle yeni yerlerde hayatlarını sürdürürler. Bazen onların söylemedikleri hikmetli sözler ve yaşamadıkları hayret verici hatıralar da kendilerine yakıştırılır, ama tüm bunları hak edecek bir gayret ortaya koymuş olduklarından kimsenin şüphesi yoktur.
Kur’an-ı Kerim nice şahsiyetleri ölümsüzleştirmiş, bazı peygamberlerin isimlerini, bazı salih kadın ve erkeklerin de amellerini zikrederek aslında şahısların da belli ölçüde ehemmiyeti olduğunu gözler önüne sermiştir. Fakat, Kur’an-ı Kerim’i indiren yüce Allah, davasını hiçbir şahsın omuzlarına tevdi etmemiş, bu ebedî emanet için ebedî omuzlar var etmemiştir. Şairin ifadesiyle söylersek, “Eğer dünya, ehli için bekâ vaad etseydi, elbette Allah’ın sevgilisi Hz. Muhammed halen diri olurdu.”
Şayet bu din Allah’ın katından gönderdiği dinse, bu hizmet de o dine hizmet için varsa, herkes müsterih olabilir; halkadan değil beş-on omuz, bin-yüzbin omuz eksilse de emanet yere düşmez. Bu, kimsenin şahsına muhabbet duymayacağız, hizmet dairesinden kimse ile şahsî ahbaplık alakası, dostluk ve arkadaşlık münasebeti geliştirmeyeceğiz demek değildir. Biliyorsunuz ki Efendimiz (s.a.v)’i en çok seven, O’nun tarafından da belki en çok sevilen arkadaşı Hz. Ebu Bekir (r.a) idi. Ancak Hz. Ebu Bekir’in sahip olduğu bu muhabbet, kaybedilen peygamber gibi manevî varlığı bu dinin temel sütunlarından olan bir insan bile olsa, davanın selameti için cismanî varlığın şart olmadığını görmesini engellemedi. Defin ve tekfin işlerini Hz. Ali (r.a)’e bırakıp kendisi davanın selameti için ümmetin derdine düştü, içinde yaşadığı duygu feveranına rağmen insanların duygu patlamalarını, “Kim Hz. Muhammed’e tapıyorsa bilsin ki, O vefat etti. Kim de Allah’a iman ediyorsa bilsin ki, O Hayy’dır, ölmez” diyerek yatıştırmaya çalıştı.
Demek şahıslar hakkındaki duygusal telakkilerimiz, hizmetin şahıslardan bağımsız yürüyeceğine olan imanımızı gölgelememelidir. Çünkü bu, dolaylı olarak A şahsının gönlünü hizmetle telif eden kudretin, B şahsının gönlü üzerinde tasarrufta bulunabileceği hakkındaki imanımızın zayıflığı anlamına gelir.
Tabii hizmet eden kardeşlerimizin hemen hepsi bu teorik konular üzerinde müttefikken, iş uygulamaya geldiğinde duygusallığını yenebilen bir avuç insanla baş başa kaldığınızı görürsünüz. Mesela görevden azledilen Hz. Halid’in durumunda olan bir kardeşimiz, meseleye Hz. Ömer ferasetiyle bile yaklaşılmış olsa yine de küsüp gitmekte, hizmete bütün bütün sırtını dönmekte bir beis görmemektedir. Belli menfaatleri celbetmek maksadıyla görev değişikliği yapıldığında, bu sizin göreve layık olmadığınız ya da artık kötü çalıştığınız anlamına gelmez. Hz. Halid, Hz. Ömer tarafından komutanlıktan alındığında, şüphesiz ilk günkü gibi iyi savaşıyor, orduyu iyi kumanda ediyor, çok da iyi sonuçlar elde ediyordu. Fakat Hz. Ömer, Allah’ın şahıslar yani sebepler üstü gelen yardımına olan inancı halkta da gelişsin, herkes zaferlerin gerçek sahibinin kişisel deha ve kabiliyetiyle savaşan şahıslar değil, yüce Allah olduğunu küsuf ve hüsufsuz görebilsin diye, Hz. Halid perdesini gözlerden sıyırmış, hizmetlerin şahıslara muhtaç olmadığını gözler önüne sermek için böyle bir değişiklik yapmıştır.
“Zemm-i fiil esastır, zemm-i fail değil” nasıl genel geçer, zamanlar üstü bir prensipse, “Hizmetin bekası esastır, şahıslar değil” prensibi de hizmet erleri içinde öylece kabul görmeli ve bu kaidenin doğal neticelerine karşı mantıkla tevil edilemez tepkiler gösterilmemelidir.
yeniakit