Abdurrahman Dilipak
İyiler hep kazanır mı?
İyiler hep kazanır mı? Hayır, her zaman kazanan hep iyiler ya da kötüler değildir. Ama iyilik her zaman kazanır ve kazandırır. Hep iyiler kazansaydı Peygamberlerin hiç kaybetmemesi gerekirdi. Evet kazanmayı öğreneceğiz. Yoksa yine sabreden, şükreden ve direnenlerden olacağız. Kaybettiğimizde ise, “Ben nerede yanlış ya da kesik yaptım” diye sebebleri sorgulayacağız. Kazandığımızda ise yine sabreden, şükreden, direnen, infak edenlerden olacağız. Sonuçta bizi gören, duyan, bilen bir Allah var! Kadere, rızga, ecele hükmeden, hayır ve şer O’nun iradesine bağlı olan bir Allah, biz her zaman O’nun rızasını arayacağız. Derler ki bir insan elini kana ve gözyaşına bulamadan insanları yönetemez. İnsanlar genelde kan dökücü, cahil, muhteris varlıklardır. Yumuşak başlı bilge bir insanı cahil ve azgın bir topluluğa baş yaparsanız orada kötülük ve düzensizlik hayatı yaşanmaz hale getirir. Nasıl evlilikte küfüv gerekli ise, yönetilen ve yönetenler arasında bir uyum gereklidir. Şartlar değişirse hüküm de değişmeli. Yöneten ve yönetilen acele tepki vermemek şartı ile insanların kendi yanlışlarını görüp düzeltmelerine imkan sağlanmalı, öğüt, ikaz mekanizmaları olmalı, iş süreklilik arz etmeye, inada binmeye başladığında tencere yuvarlanıp kapağını bulmalı. “U Borusu” gibi bir denge kurulmalı. Değişime uyum performansı en düşük seviyede olması gerek. Herkes için “yanlıştan dönme yolu” her zaman açık olmalı. Her zaman “ıslah / sulhetme yolu”nu seçmeliyiz. “Bilirseniz barış daha iyidir.” Sahi elinizin “hijyen” olmasını istediğiniz kadar kalbiniz “hijyenik”(!) mi. Doğrusu “Tahir” mi! Midenize gönderdiklerinize dikkat ettiğiniz kadar kafanıza gönderdiklerinize dikkat ediyor musunuz! Sosyal Media’da dolaşan bir mesaj var: “Alnı secdeye giden başkanlar değil de, komünist bir başkan sempati toplamaya başlamışsa, o bizden olan başkanlar alınlarını secdeden kaldırıp, imanlarını ve istikametlerini gözden geçirsinler!” Hani gönül kırmayacaktık, kibir yoluna sapmayacaktık, merhametimiz gazabımızdan, sevgimiz nefretimizden büyük olacaktı. Karınca yüzünden ordusunun yolunu değiştiren Süleyman (AS) ya da Mekke yolunda yavrularını emziren köpeği rahatsız etmemek için sessizce oradan uzaklaşan İslam ordusunun önderi Muhammed (AS)’nin izinden gittiğini söyleyenlere ne oldu! İstişare, şûra, ihtilafları hakeme götürme konusunda çok isteksiz. Bugünlerde Müslüman ülkeleri dolaşıyorum. Dev, muhteşem camiler görüyorum. Güzel hatlar, altın mozaikler, halılar, avizeler, kapısına çocuk giremez levhası konulan camilerimiz var artık. Çilehaneleri, itikaf odaları, tahkim odaları, ilim halkaları için uygun mekanları yok. Farzı kifaye sorumlulukların müzakere edildiği zaviyeler yok. Cuma namazı dışında turistler kadar cemaat bile yok. Bülbül sesli müezzinler ve hafızların sesleri kubbeyi çınlatıyor olması yeterli ise, bunu başardık! Ama, peki ya sonrası! İkonolar, seremoniler, ritüeller.. Dini bireysel planda vijdanlara, toplumsal planda mabetlere hapsetmek için, güzel camiler yapmaya devam! Biliyor musunuz, 2. Mahmud iyi bir hattat’dı. En çok cami yaptıran padişahlardandı. En “şık” biblo gibi camiler onun döneminde yapıldı. Ama Müslümanlar, hiçbir camiye onun adını vermediler.. Geçmişte, dini pratiklerin unutulmaya yüz tuttuğu dönemlerde de her vesile ile dini günler, tarihi günleri kutlamak için görkemli törenler hazırlanıyordu. Mesela muhteşem sünnet düğünleri, boğazda kortejler. Gerçekten bunlar sünnete verilen değeri mi gösteriyordu ya da başka bir yönü mü vardı bu işin.. Bana göre de bu kadar “kandil” kutlaması arasında, buna yenileri de ekleyerek, onu miladi takvime sabitleyerek, “Kadir ve İsra”yı sıradanlaştırıyoruz. Farkı fark edemez hale getiriyoruz. Bütün bunlar bizi Kadir ve İsra’nın ruhuna yönlendiriyorsa ne ala, değilse ne anlamı var ki bunların. Psikolojik bir tatmin, kültürel bir tatmin ve aidiyet duygusu ile din yerine ikame edilen bir geleneğin inşası, sosyo politik bir gösteriden başka ne anlamı var! Siz Şeytan’ı kapıdan kovsanız, o döner bacadan gelir. Siz “sigara”yı yasaklarsınız, o “şark köşesi” kurar, başına “fes” geçirir, duvara “Hiç” yazılı nefis bir hat’la ve bir “Osmanlı arması” ile gelir, “ney” sesi eşliğinde “nargile”sini fokurdatmaya başlar. Ah şu insanlar! Peygamberlerine bile yapmadıklarını bırakmadılar. Onlara iftira bile ettiler. İsrailoğullarına baksana. Denizi geçtiler, peki sonra ne oldu!. İzzet ve ikramdan sonra “Lanet” geldi. Bir haftalık Tih yolunu 40 yıl’da zor geçtiler. Hem de başlarında, Hz. Musa, Hz. Harun ve Hz. Yuşa olduğu halde! Talut - Calud olayını hatırlayın, verdikleri sözü unutup, “içmeyin” denilen suyu kana kana içmediler mi? Hz. Yusuf’u kuyuya atanlar kimlerdi. Unutmayın, başınızda Şeyhiniz değil, babanız peygamber olsa, başınıza geçse, değişen bir şey olmayacak. Peygamberlerin “kurtarıcı güc”ü yok! Onlar kurtuluşa çağırırlar. Allah’a, Resul’üne, kitaba çağırırlar. Unutmayın, herkes için ancak yaptığının karşılığı vardır. Bir de yapması gerekirken yapmadıklarının! Bu şekilde, yapıp yapmadıklarımızla, ya kendi cennetimize sırtımızda tuğla taşıyacağız, ya da kendi cehennemimize sırtımızda odun! Bazı Peygamberler, tebliğ ettikleri din konusunda, hanımlarını, anne-babalarını, çocuklarını bile ikna edemediler.. Siyasiler aslında hanımları, çocukları, kardeşleri ile bile geçinemezken, nasıl oluyor da farklı dini, mezhebi, etnik, ideolojik ve politik, felsefi ve vijdani kanaat farklılığına sahip bu insanları barış içinde bir arada tutacaklarına inanabiliyorlar. Gökyüzünün hazinelerinin anahtarı onların ellerinde olmadığı halde, haddi aşıp, “kaderi değiştirmek”ten söz edebiliyorlar ve insanlara kendilerini değiştirmedikleri halde refah vaad edebiliyorlar. İnsanlara kendilerini değiştirmeleri gerektiğini söyleyen politikacı gördünüz mü, hemen hepsi “bana güven gerisini merak etme sen” diyorlar. Bu doğru değil. Sözü-özü doğru, el emin olan, kendilerine evinizin anahtarını emanet etmekte tereddüt etmeyeceğiniz insanları yönetici yapın, evini, işini, çocuklarını idare etmekten aciz, akraba ve arkadaşları ile geçimsiz, söz verip sözünde durmayan, cahil, kaba, zalim, münafık, cimri, müstekbir, kaşığı belinde dolaşanları değil. Unutmayalım ki, ihtirasla istediğimiz her şey bizim imtihanımız olur ve o şey “dua ile istenen bela”ya dönüşür. Selâm ve dua ile.