Kalemi kalbimize batıra batıra kelam eyleyenlerdeniz!
Kalemi kalbimize batıra batıra kelam eyleyenlerdeniz!
Bizim baktığımız yer ile, sizin baktığınız yer aynı değil. Ne yer aynı, ne yar. Onun için ben kaybettikçe kazanıyoruz diyeceğim.
Siz benim kaybettikçe kazanma iddiama züğürt tesellisi diye dudak bükeceksiniz.
Teselli mi?
Sizin zamanınız ile bizim zamanımız aynı değil.
Modernliğiniz kum saati teknolojisine mahkum.
1983 yılında üniversiteye başörtüsü yasağı geldiğinde.
Ve biz yasağa direnmek için okulumuzu terk ettiğimizde.
Kimseler anlamadı bizi.
Başta kendi anne babalarımız.
Üniversitede başörtü serbest miydi ki?
Nasıl yani!?
Evet ilk soru bu oldu daima.
Verdiğimiz cevaplar o vakitler kimseleri ikna etmeye yetmedi.
1983'ten bahsediyorum. Dile kolay. Tam yirmibeş yıl. O yıllarda okulunu bırakıp evlenenlerin kızları üniversetede.
Bırakmayıp diplomasını alanların da.
Ne değişti.
Yasaklayanlar, yasakları kadar zayıfladı.
Yasaklara maruz kalanlar maruz kaldıkları oranda bağışıklık sistemini kavileştirdi.
Biz yasaklara maruz kaldığımızda mesela, felsefe bölümünde hocalarımızdan biri Doç.Dr.Necla Arat idi. Okuldan uzaklaştırıldığı için galiba sadece yarım dönem derslerimize girebilmişti. (Necla Arat kılık kıyafet yönetmeliğinden dolayı uzaklaştırılmadı. Başka birinin satırlarını kendi satırlarıymışçasına benimsediği için uzaklaştırıldı. Ben bu kadarını yazıyorum. Siz cümleye pek ala intihal kelimesini ilave edebilirsiniz. Taha Kıvanç bu konuyu tekrar tekrar yazmıştı.)
Necla Arat. Başörtüsü karşıtı kimliği ile tarihe geçecek. Girdiği polemikler gökkubbede sesini tutan olacak. (Mı acaba?).
Necla Hanım polemiklere imza attı. Yasaklara.
Biz öykülere imza attık. Romanlara. Yasaklar olmasa idi akademik kariyerim devam edecekti. İsmimin önünde profesör yazacaktı belki. Lakin beklide o öyküleri yazmamış olacaktım.
Sadece ben mi? Öyküye kendi meşrebinin ve mizacının renklerini katarak kendini katarak tarihi mayalayan öykücülerin hiç biri olmayacaktı.Bizim kuşağımız diyorum dostlara, kuyumcular çarşısı.İnce ve itinalı işler.Hassas ve duyarlı.Her bir harfinde sabrın çilesi. Cihan Aktaş, Fatma Şengil Süzer,Yıldız Ramazanoğlu,Sibel Ersalan,Nermin Tenekeci, Ayşe Sevim ve arkadan gelen yüzlercesi.
Tarihi mağluplar yazıyorsa" Evet yazıyoruz.
Istırabın teri ve imanın gücü ile.
Dönerek ve yanarak yazıyoruz.
Dönüyoruz, dönen dünya ile uyum içinde.
Dönerek yazıyoruz gün doğumlarını gün batımlarına teyelleyerek.
Şimdi Yaz rehavetiyle mücadele için "türban" tartışmaları can simidi. Raiting avcıları başörtülü kızların gözyaşı üzeriden attıracak rakamlarını.Yazı konusunda sıkıntı çekenlere başörtülü kızarın sevgileri ve nefretleri iyi gelecek.O çocuğu bu haleti ruhiyeye sokan nedir sorusunu bir kez bile kendine sormadan harfleri öfkesine amade kılacak .
Sevmeden sevdirmeye talip olan ebeveynler sorar ya hani.Kimi daha çok seviyorsun anneni mi/babanı mı?
Çocuk hayatın ilk yarılmasını bu soru ile yaşar.
Bilmez lakin sevmeyi bilmeyen ebeveynler.
Çocuğunun seni ne kadar sevdiğini merak ediyorsan, dön kendi kalbine bak .Bu endişe neden?
Endişelenmekte haklıdır sorunun sahipleri. Çünkü dönüp baktıkları kalpleri ışıksızdır. Sızdırmaz hiç bir şey dışarı.
Başörtülü kızların sevdikleri ve sevmedikleri değildir oysa sorun.
Sorun dünyanın her yerinde insanların kendini anlatmak için, kendinde saklı olanı anlatmak için gözetleme kültürüne fit olmasıdır.
Yüzünü ve kalbini kaldırım taşlarına sermesidir.
Kaldırım taşları: Facebook.
Sorun kendini "gösterdikçe" görüleceğini sanmasıdır.
Göründükçe ve bilindikçe güçlü olacağını sanması.
Gözetleme kültürüne razı olarak "tesettürlü" olunmayacağını hangimiz biliyoruz ki.
Şu satırların yazarı dahi. Bildiğini sanıyorsa yanılıyor.
Kadim dünyamızın nev zuhur soruları ve sorunları bizi nereye götürüyor?
Bir yere gitmiyoruz. Kilitli kaldık işte tam da "burada".
Seçeneklerin olmadığı bir dünyada "tercih hakkı" kullanan faniler olduğumuzu bilmeden.
Tarihi mağluplar yazar demiştim. Yazıyoruz ya!
Harf harf ve satır satır.
Kalemi kalbimize batıra batıra.
yenişafak