Nureddin Şirin

Nureddin Şirin

Karartma Yapmayalım, Lütfen Adil ve Hakperest Olalım

Satranç oyununun "Şah" "Vezir" "Kale" "Fil" "At" ve "Piyon" adlı taşlarıyla birlikte oynandığını biliriz.

 

Eğer birileriyle Satranç adlı bu zekâ oyununu oynamak isterseniz, bu taşlarla oyun kurarsınız; bu taşlardan birini veya birkaçını kullanmazsanız, oynadığınız oyuna Satranç denmez, diğer bir ifadeyle, eksik taşla Satranç oynamanız mümkün değildir.

 

Diğer yandan taşlarınız tam olsa bile, her taşın nasıl oynanacağına dair bir kural vardır; taşları istediğiniz gibi oynayamaz, konulmayacak yere koyamazsınız, o zaman da oyuna hile karıştırmış, ya da oyunbozanlık yapmış olursunuz.

 

Örneğin, Satrançta "Şah" çapraz, düz, ileri ve geri yani her yöne sadece bir kare giderek taş alır. Bütün oyun şah üzerine kurulmuştur. Şahını kaybeden oyuncu, oyunu kaybeder. "Vezir" ise boş olan karelere ileri, geri, sağa, sola ve çapraz hareket ederek önündeki taşı yer.. Satranç oyunun en önemli taşıdır.

 

Doğrusu satranç oynadığım için değil ama, bu oyunun kuralları ile, "politik analiz" arasında bir ilgi olduğundan, bu örneklikten konuya girmek istedim.

 

Eğer bir yazar, araştırmacı, analist iseniz ve güncel bir politik konuda yazı yazıp değerlendirmelerde bulunmak istiyorsanız, bir kurum, bir orfanizatör bir konuyu belli programlarla gündemleştirmeye çalışıyosanız, bunun için ideolojik tercihiniz ve renginiz her ne olursa olsun, belli kurallara da uymak zorunda kalırsınız; aksi takdirde, satranç oyununda olduğu üzere, "eksik taşla oyun oynamak", ya da "taşları kural dışı kullanmak" gibi bir duruma düşmüş olursunuz.

 

Sözgelimi, "Ortadoğu üzerine bir yazı yazmak" "bir konuşma yapmak" ya da "bir program düzenlemek" de sonuçta, bir yönüyle satranç oynamaya benzer. Oyunun "taş"larını -yani konunun baş aktörlerini- gizleyemez, göz ardı edemezsiniz. Bunu yaptığınız takdirde, bir yanılgı ve yanıltmaca içine girmiş olursunuz ki, bu durumda "dürüstlük" tartışması başlar; "söylem" ile "amaç" arasında, "görüntü" ile "arka-plan" arasında bir uyumsuzluk ortaya çıkar. Bu gibi durumlar İslam ahlakı açısından kabul edilecek bir durum değildir kuşkusuz"

 

Son zamanlarda bu gibi örneklere nedense sıkça rastlamaya başladık.

 

Sözgelimi, "Filistin" "Gazze" "Kudüs" "Mescid-i Aksa" "Siyonizmle Mücadele" konuları, İslam Ümmeti"nin öncelikli ve kader belirleyici gündemi olarak önümüzde durduğu için, bu alanda göstermemiz gereken ciddiyet ve sorumluluk ahlaki yanımız ve dürüstlüğümüzün bir göstergesidir aynı zamanda.

 

"Siyonizme karşı mücadele" ve "direniş" söz konusu olduğunda, bu alandaki baş aktörlerin bazılarını, üslendikleri rolleri, ortaya koydukları çabaları, sürdürmekte oldukları eylemleri vs. göz ardı ettiğinizde, ya da karartma yoluna gittiğinizde, o zaman ortada bir "yanıltmaca ve gerçekleri perdeleme" gibi bir durum çıkmış olmaz mı?

 

Eğer "Gazze direnişi" ya da "Gazze zaferi" üzerine bir program düzenleyip, bu direniş eksenine ilişkin belirleyici unsurları ve zaferin ilgili taraflarını sınırlayıp tek yanlı, tek boyutlu göstermeye kalkarsanız, ilgisiz ve anlamsız tarafları işine içine katarsanız ve bir de hoş olmayan işlerin yapılmasına kapı aralarsanız, sonuçta, "görülmesini istemediğiniz" bazı gerçekleri gizlediğiniz gibi, hakkaniyeti de ihlal etmiş olursunuz.

 

Örneğin Siyonist rejimin varlığı bizim açıdan gayri meşru bir varlıktır. Bu rejim bir kanser mikrobudur. Ancak, ortada "Filistin" konusu varken, Filistin üzerinde konuşup tartışıyorken, bu rejimin yöneticilerini, açıklamalarını, planlarını, komplolarını, saldırılarını, düşmanlıklarını, katliamlarını, bağlantılarını, hazırlıklarını, söylemlerini alabildiğince masaya getirme durumundayız. Siyonist rejimin varlığı her ne kadar gayri meşru ise de, Filistin konusunun, diğer deyimle "Filistin Davası"nın birinci tarafı konumundadır. Bu rejim Filistin işgalcisi olduğu için gayri meşrudur. Dolayısıyla bu "dava" tüm gerçekliğiyle ortaya koymaya ve sunmaya çalışmak da, bu rejimi tüm yönleriyle masaya getirmek, konunun anlaşılması ve kavranması için kaçınılmaz bir zorunluluktur. Bu rejimin yok olmasını istiyoruz, ama yok sayamayız...

 

Bir anekdot:

 

12 Eylül öncesinde, Süleyman Demirel"in Türk siyaset diline kazandırdığı bir deyim vardı: "Hükümetin Başı"... Demirel bu ifadeyi, hükümette bulunan CHP başkanı Bülent Ecevit"in ismini kullanmamak için zikrederdi. Ortada bir hükümet vardı, bunu yok sayamazsınız. Zira siz ana muhalefet partisisiniz. Hükümet varsa bir de bunun başbakanı vardı, bunu da yok sayamazdınız. O halde, başbakanla olan siyasi muhalefetinizden dolayı, başbakanın adını zikretmek yerine "hükümetin başı" der, hem kimi kastettiğinizi belli eder, hem de o başbakana duyduğunuz tepkiyi bu şekilde yansıtırdınız....

 

Şimdi biz bu Siyonist rejime olan tüm düşmanlığımıza rağmen, "Filistin" konulu bir yazı yazarken, bir konuşma yaparken, bir program düzenlerken Filistin sorunun birinci tarafı olan bu rejimin varlığını "yok sayma" gibi bir yanıltmacaya girmeyeceğiz ama aynı zamanda bu rejime olan karşıtlığımızı da bir şekilde dile getireceğiz. Onun için de biz de "Siyonist rejim" deriz "işgalci İsrail rejimi" deriz, "Irkçı terörist Siyonistler" deriz, vs. Ama sonuçta kimi kastettiğimiz herkes için aşikardır.

 

"Filistin", "Gazze", "Kudüs", "Mescid-i Aksa" konularının ümmetimizin her zaman baş gündemi olması, bu konulara ilişkin sorunların ve sorumluluklarımızın dile getirilmesi, "Ümmet olma sorumluluğu"muz açısından sevindirici bir noktadır kuşkusuz.

 

Ancak tanık olduğumuz ardı sıra belli karartmalar, belli sınırlamalar ister istemez bu gündemleri "tartışmalı" hale getirmektedir. Organizasyonlar ve organizatörlerin belli bir kimliği ve misyonunun olması elbette ki en tabii bir durumdur. Buna karşı farklı bir kimliği dayatmak durumunda da olamayız. Ancak, bu organizasyonlar, söz konusu edilen konunun taraflarını "belli bir renk" ile sınırlandırırsa, görüntü oluşturmak için anlamsız kişileri işin içine katarsa, bu hem gerçekçi hem de ahlaki olmaz. "Gerçekçi" olmaz çünkü, söz konusu konunun başkaca önemli aktörlerini dışlamak, yok saymak ve onun temsiline fırsat tanımamak konunun anlaşılması açısından nakıs kalmaya mahkumdur. "Ahlaki" olmaz, çünkü gündeme getirilen konu üzerinde hak sahibi olanların haklarını gasp etmek, hakkaniyeti ihlal etmek gibi bir vebali beraberinde getirir.

 

Hz. Ali "adalet"i tanımlarken, "her şeyi yerli yerine koymaktır" der. Bir başka deyişle,

herkese hak ettiğini vermek...

 

Adalet ve hakkaniyet sahibi kimseler de, böyle bir durum karşısında "her şeyin yerli yerine konulması" ve "herkese hak ettiğinin verilmesi" gibi bir sorumlulukla da karşı karşıyadır; bu sorumluluk duygusu her tarafa yönelik bir sorumluluktur. Birileri için evet, birileri için hayır denilecek bir şey değil"

 

Eğer bizlerin attığı adımlar, yaptığı çalışmalar, sergilediği tüm çabalar "Allah için" ise, ki "ihlas"ın temel şartıdır. Bu bizleri aynı zamanda her halükarda "adil olmak" gibi bir mükellefiyetle karşı karşıya bırakır.

 

O halde lütfen adil ve hakperest olalım, birilerinin hoşnutluğu bizi Allah"ın hoşnutsuzluğuna sürüklemesin"

 

Aksi takdirde, satranç oyunu örnekliğinde vurgulamaya çalıştığımız gibi "sizleri bilmem ama, ben satrancı "vezir"siz oynarım" deme durumuna düşmeyelim...

 

E- Mail: [email protected]

Bu yazı toplam 5511 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar