Selâhaddin Çakırgil
‘Karasuları'nı 12 mile çıkaracağını Türkiye de açıklamalı..
Açıktır ki, içerdeki siyasî tablo da az-çok etkilese bile, dışsiyaset, adı üstünde, aslî unsurları dış dünyada hazırlanan, tezgâhlanan özel bir manyetik alandadır. Ve Osmanlı, kabullenmek zorunda kaldığı,1699- Karlofça Andlaşması’ndan beri, adım adım geri çekilmiş ve sonunda da, mâlum; hayata vedâ etmişiz.
Bu basit, sıradan bir devletin bertaraf olması değil, emperial- şeytanî güçler karşısında bütün Müslümanlar adına direnen bir gücün safdışı edilmesi idi. bu yüzden, onun enkazı üzerinde kurulan bütün rejimler, bazıları mecburen, ya da âşıkane bir vurulmuşlukla o emperial odakların plânlarına göre hareket etmişlerdir.
Ünlü İng. tarihçi - filozofu Arnold Toynbee (1889-1975), Karlofça’yı Osmanlı’nın boğazına kemendin geçirilmesi olarak görür ve amma, ‘bedenin hâlâ da güçlü olmasından dolayı, öldürücü darbenin vurulabilmesi için, 200-250 sene sürecekti..’ der; özetle..
Aynen de öyle olmuştur.
Fransa Başkanı Macron, ‘Türkiye’ye karşı bütün Avrupa’nın birlikte olması’ çağrısından bulunurken; Yunanistan Dışbakanı’nın NATO merkezinde dün yapılan olağanüstü toplantısında ‘Türkiye, sadece Yunanistan için değil, bütün Avrupa için de bir tehdittir’ derken, tam da Toynbee’nin Osmanlı için 75 yıl öncelerde söylediklerini güncelleştiriyorlar.
(Alexander İpsilanti ve arkadaşları tarafından, Rusya Çarlığı’nın Karadeniz kıyısındaki en büyük liman şehri olan Odesa’da 1814’de kurulan) Etniki Eterya (Nasyonal ortaklık) isimli silahlı mücadele tarafından, 1821-1829 arasında ve sadece Mora Yarımadası’yla sınırlı şekilde başlamış olsa bile, bütün Avrupa dünyasının romantik bir aşkla ve cansiperâne şekilde destek verdiği Yunan İsyanı, o birlik ruhuyla sonuç verdi. (Ki, o zaman da Osmanlı, bu isyanın, kendisinin asırlardır sâdık bir tebâı olan Rum halkıyla bir ilgisinin olmadığını söylese bile), Osmanlı Donanması’nın Rusya, Fransa ve İngiltere tarafından yapılan bir baskınla Navarin’de bütünüyle yakılmasından sonra, Yunanistan’ın istiklali kabul edilmek zorunda kalındı.
Ama, konu orada kalmadı.. 1850’lerde Girit İsyanı’yla devam etti. ‘Girit bizim canımız, fedâ olsun kanımız..’ nâraları yükseldi, ama, Avrupa’nın ‘Duvel-i Muazzama’sı orada da Osmanlı’nın karşısındaydı.
Kazancakis’in Girit İsyanı’nı anlattığı romanında, ‘Ey benim ince keskin kılıcım, Sen Osmanlı’yı iyi kesersin..’ şarkı sözlerini tekrarlar.
Venizelos da Girit’ten çıkmıştı, Yunan siyaset sahnesine.. Bütün Avrupa ardındaydı ve o cür’etle, 1897 Savaşı’nı başlatmaya kalkıştı Yunanistan.. Ama, Osmanlı’dan ağır bir darbe yiyince..
Bütün Avrupa devletleri ve Avrupa matbuatı, efkâr-ı umûmiyesi ayağa kalktı. Avrupalılar Osmanlı’ya karşı tarihî hâfızâlarını kolay unutmuyorlar. Bugün de Osmanlı’nın yerinde Türkiye’yi görüyorlar.
Gerçi, Avrupa devletlerinin kendi aralarındaki ilişkiler açısından, kalbleri şerhâ şerhâdır, amma, bir büyük Müslüman gücü olan Osmanlı’nın temsil ettiği mânânın hâlâ da karşılarında olduğunu düşünüp birleşiyorlar.
‘O günün şartları öyle gerektirdi’ diye Lozan’da zokayı yuttuk; Müslüman halkımızın yıllar süren direnişini sattık.. Kıbrıs’ın bir İngiliz adası olduğunu kabul ettik, 12 Ada dışında kalan Ege adalarını da Yunanistan’a bıraktık; kim eliyle olduğunu da siz söyleyin..
Sonraki 30 yıl boyunca Kıbrıs’tan hiç söz etmedik. Hattâ, 1952’lerde Makarios’un manevî babalığında EOKA, İngiliz askerlerine karşı, Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması mücadelesi verirken, o dönemin Dışişleri Bakanı ünlü Prof. Fuâd Köprülü, ‘Bizim Kıbrıs diye bir meselemiz yoktur..’ diyordu. Başvekil Adnan Menderes onu kenara koyarak, Fatin Rüşdü Zorlu’yu Dışişleri Bakanı yaptıktan sonra, Kıbrıs’ı 1959-60’da imzalanan Londra -Zurich Andlaşmaları’yla bir adım olumlu sonuç aldık.
Ama, o andlaşmaları yapan Adnan Menderes ve Fatin Rüşdü Zorlu’yu da 27 Mayıs Askerî Darbesi’nin ‘kahraman zorba’larınca idâm edildi.
12 Ada da 2. Dünya Savaşı şartları altında Yunanistan’a bırakılmıştı. Yunanistan bu adaların kara suları ölçülerini ileri sürerek şimdi bizi Doğu Akdeniz ve Ege’de hareket edemez bir noktaya düşürmeye çalışıyor. Şimdi, özellikle de son 100 yılın zencirleri kırmaya çalışıyoruz.
Soru şu: Yunanistan, bu adaları gerekçe göstererek, etrafında kara suları ve denizde ‘münhasır ekonomik yetki alanları’ ilân ediyor da, Türkiye, niçin kara suları ve kıta sahanlığı kriterleriyle, ‘münhasır ekonomik yetki alanları’ ilân etmiyor?
Türkiye ve Yunanistan ‘anakara’larının orta noktasına kadar olan yerleri deniz sınırı ilân edilmeli ve Yunanistan’ın, bu sınırlar içinde kalan adalarına, Türkiye’nin izniyle girelebileceği açıklanmalı.. Onlar, 2 km. ötedeki ve sadece 10 km. karelik Meis Adası’nı gerekçe göstererek Türkiye’yi kuşatmaya cür’et ediyor da, Türkiye niçin ‘mukabele-i bilmisl’ yoluna baş vurmuyor?
2 NOT:
Sakarya’da bir kavgadan da öte...
Giresun’da, fındık toplamak için bölgenin yerli halkı ile mevsimlik işçilerin, aynı ailenin insanlarıymışçasına nasıl kaynaştığını üç hafta önceki son gezimde de görmüş ve bu insanların, bölgenin yerli halkı ile nasıl kaynaştıklarını, yerli halkın onlara evlerinin bir bölümünü bile tahsis ettiklerini görmüş ve sevincimi yazımda da kısaca belirtmiştim. Ki, o mevsimlik işçiler de, hattâ fındık toplama dışında kalan günlük işleri bile, kendi işleri gibi canla-başla yapıyorlardı. Aralarında ‘işveren- işçi’ değil, birbirinden uzak düşmüş aynı aile efradının senede birkaç ay bir araya gelişlerinin yakınlığı görülüyordu.
Ama, geçen hafta Sakarya’dan gelen bir kavga haberi bu tabloyu kararttı. Kavganın taraflarının farklı etnisitelere mensup olmasına dayandırılması son derece tehlikeli bir fitne hareketidir.
Bir kavga olduğunda, tarafların filan kavimden, filan şehirden, filan meslek grubundan ve, ya da filan mezheb veya meşreb ya da filan ülkeden olması gibi hususların öne çıkarılmasının şer’î ve aklî ne gibi bir dayanağı vardır, Allah aşkına? Daha da acı olan şu ki, 85 milyonluk bir ülkede hergün, hattâ baba- anne, oğul ve kardeşler arasında bile birbirini öldürmeyle sonuçlanan acı vak’alar yaşanırken; hattâ İslâmî hassasiyeti olduğu kabul edilen bazı kimselerin de, hemen konuyu şu veya bu kavmî unsurların çatışması gibi göstermek isteyen çevrelerin oyununa gelmesi, -bırakalım kanunî tarafını-, şer’î sorumluluk getirmez mi?
Açıktır ki, böyle durumlarda, herkes de dikkatli ve sorumlu hareket etmelidir, ama, daha bir sorumlu olması gerekenler, bölgenin yerli halkıdır; çünkü, çok şahsî sebeplere dayalı bir kavga bile olsa, mevsimlik işçilerin kırılması da, kamuoyunun tahriki de çok kolaydır.
2- ‘Yavuz hırsız’ misali, doğru bir benzetme olmaz ya..
Bir kişi var, kılık-kıyafetiyle, güldürücü, bazan müstehcen ve frensiz laflarıyla da Ünlü.. Yığınla sözlerinin arasında doğrular da varsa, o anlattıklarıyla bunları da sıfırlayan öyle ölçüsüzlükleri; ve kezâ , İslâm hakkında söylediği öyle utandırıcı lafları var ki..
Bu kişi, sonunda, ‘Tarikatlar devlet tarafından kontrol altına alınsın..’ buyurmuş..
İlgisi yok elbette ama, aklıma nereden geldiyse, hırsızın, kalabalık arasına karışarak ‘Hırsız vaaar!’ demesi gibi bir kaba espri geldi..