İbrahim Karagül
Kılıçdaroğlu Avrupa'ya neyi şikayet edecek?
Türkiye'yi dışarıya şikayet etmek yıllardır sıkça örneğini gördüğümüz utanılası, onur kırıcı siyasi tavırlardan biridir. İçeride siyasi tansiyon ne kadar yükselirse yükselsin, hiçbir liderin kendi halkını, oy istediği kitlelerin tutumunu, onların tercihleriyle iktidara gelenleri başka merkezlere şikayet etmeye, bu merkezler üzerinden hesap sormaya hakkı yoktur. Hele bu şikayet, söz konusu merkezlerin Türkiye politikaları ile örtüşür nitelikteyse bu daha da hazmı zor bir durumdur.
Kendilerini Türkiye kamuoyundan önce Washington'da, Brüksel'de, Londra'da pazarlayanları çok gördük. Türkiye'nin iç politik dizaynı büyük oranda bu merkezler tarafından şekillendirildiği dönemlerde, özellikle Soğuk Savaş döneminde sadece siyasiler değil, darbe yapmak isteyenler de, bu merkezlerden onay almak durumunda kaldı. Batı başkentlerinden destek almak adeta bir siyasi gelenek haline geldi. Aslında çok daha yakın geçmişte, birkaç yıl öncesinde bile, darbe senaryosu yazanların Washington'da kapıları çaldığını biliyoruz.
Ama tutmadı. Tutmayacaktı çünkü küresel konjonktür ve Türkiye'nin yeni şartları böyle bir iktidar yolunu tıkayacak kadar farklılaştı. O gelenek şimdilerde çok da işe yaramaz oldu. Söz konusu başkentlerin Türkiye üzerindeki etkisi önemli ölçüde sınırlandı. Türkiye'nin kendi dinamikleri güçlendi, tercihleri ülke sınırlarını bile aşan bir etki kazandı, kazanmaya devam edecek.
Ancak bundan daha vahim bir alışkanlık var. Bu merkezlere şantaj yapmak, Türkiye içindeki hasımları hatta Türkiye kamuoyunu şikayet etmek. Bazı liderler, siyasi çevreler söz konusu yerlere gidip, bırakın rakiplerini şikayet etmeyi, kendi vatandaşlarını bile şikayet edebildiler.
Tansu Çiller'in Washington'a gidip; "Bizi desteklemezseniz İslamcılar iktidara gelir" demesi bunun en çarpıcı örneklerinden biriydi. Tam da o dönemde ABD yönetimi "küresel terör ve İslam tehdidi" üzerinden yeni bir siyasi söylem geliştirmekle meşguldü. Çok iyi hesaplanmış, zamanlaması mükemmel bir pazarlık girişimiydi bu. "Onları alma beni al, onlarla çalışma benimle çalış" yakarışı, 2000'li yıllardan sonra bile medet umulan bir yöntem olabildi. Son yedi yıla bakarsak, Ankara-Washington arasında bazı çevreler arasında kurulan dayanışmayı irdelersek bunu pekala görebileceğiz. Bu çevrelerin ABD karşıtı görünmesinin temelinde söz konusu pazarlıkların sonuçsuz kalması yatıyor.
Bunun son örneğini CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu gösterdi. Referandumdan hemen önce İsrail devlet televizyonu Kanal 2'ye verdiği söyleşide kullandığı cümleler ya iyi düşünülmeden söylendi ya da gerçekten benzer bir pazarlığın yansımasıydı. İsrail üzerinden ABD'ye, malum lobiye mesajlar mı verilmişti? Çünkü o lobinin son yıllardı agresif bir AK Parti karşıtlığı yürüttüğü, nokta atışlarla belli hedefleri yıpratma konusunda inanılmaz çirkeflik örnekleri sergilediği biliniyor.
İsrail'le ilişkileri onarmaya duyulan inançtan hareketle; Mavi Marmara olayında hükümeti suçlayan, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın krizi yönetemediğini, Türkiye'nin bölgede arabulucu olamayacağını söyleyen, Türk dış politikasının İran eksenli farklı bir çizgide geliştiğini ve komşuların (İsrail) bundan duyduğu rahatsızlığın giderilmesi gerektiğini vurgulayan, Türkiye'nin katı otoriter rejime gittiğini iddia eden Kılıçdaroğlu'nun sözleri ile İsrail'in Türkiye yaklaşımı aynı noktada buluşuyor.
Tel Aviv, bütün suçu hükümete, Erdoğan'a atarken, Türkiye'nin iç dinamiklerini bu amaç doğrultusunda yönlendirmek isterken, Kılıçdaroğlu'nun cümlelerinin aynı doğrultuda olması, hedefleri ayrıştırıcı ve İsrail'in hedefi ile aynı noktada birleştirici olması dikkat çekiyor.
CHP Genel Başkanı ya İsrail'in bu ince hesabını bilmiyordu ya da bilerek onlarla örtüşüyordu. Her iki halde de kötü bir durum. Ve en kötüsü de; içeride siyasi tansiyon ne kadar yüksek olursa olsun, bir siyasi parti liderinin kendi ülkesini, politikalarını, o politikalardan ciddi rahatsızlık duyan bir ülkeye şikayet etmesiydi. Her halde Washington'a ulaşamadığı için İsrail üzerinden oraya da mesaj veriliyordu. İsrail aşırı sağı ile Kılıçdaroğlu, adeta aynı hedefe karşı birleşmiş görüntüsu veriyordu.
Referandum bitti. Sonuçların dünya genelinde ciddi yansımaları oldu. Özellikle Avrupa basını, Türkiye'ye yönelik ayrıştırıcı, farklılıkları derinleştirici ve otoriter eğilimler olduğu tezini öne çıkaran yorumlar yaptı. Bir kaç istisna dışında, Avrupa'nın Türkiye ile ilgili, geleneksel yaklaşımları bu yorumlarda da hissedildi.
Kılıçdaroğlu şimdi Avrupa'ya gidecek. Türkiye'yi şikayet edecekmiş. Şikayet demeyelim en iyimser ifadeyle "yakınma" diyelim. Ne diyecek peki?
Referandum sonuçları Türkiye'yi böldü mü diyecek? İç çatışma eğilimini artırdı mı diyecek? Türkiye otoriter bir ülkeye dönüşüyor mu diyecek? İsrail basınına "Katı otoriter bir rejime doğru Türkiye adım adım gidiyor" demişti çünkü. Ama bunlar Avrupa basınının bakışı, iddiaları. Ve bu bakışın arkasında nasıl bir düşünce olduğunu Türkiye artık çok iyi biliyor. Kılıçdaroğlu'nun da bu ifadeleri okuma biçimini çok iyi biliyor olması gerekiyor.
Bir tür korku mu pazarlayacak? "Şimdi Avrupa'ya gideceğim. Recep Bey'in boyunu da, kilosunu da orada anlatacağım" derken, İsrail'e söylediklerini mi söyleyecek?
Bunları yapacaksa eğer, büyük bir hata yapmış olacak. Bir kere, Avrupa başkentlerinin Türkiye üzerinde etkisi son derece sınırlandı. İkincisi, müthiş bir zamanlama hatası bu. Çünkü böyle bir şikayetin ne Türkiye'de bir karşılığı var ne de Avrupa'da. Onlar kendi derdine düşmüş durumda. Finlandiya Dışişleri Bakanı'nın geçtiğimiz hafta yapılan AB Dışişleri Bakanları toplantısından sonraki sözlerini bir kez daha hatırlatalım: "Türkiye bugün uluslararası kamuoyunda bütün üyelerimizin toplamından daha etkin.."
Kimi kime şikayet edeceksiniz ve bundan ne elde kazanacaksınız... O devir çoktan kapandı. Şikayetiniz varsa tek adres var, bu ülkenin insanları. Başka adres aramayın...
yenişafak