Selâhaddin Çakırgil
Kutlu Bir Gün ve de Korkunç Bir Dramın 100. Yılı
28 Haziran 2014..
Mübarek Ramazan’ın ilk günü.. Onun bereketine ermek arzu ve dikkati içinde olanlara tebriklerimi sunuyorum.
Ramazan orucuyla Rabbimiz bizi, bir diğer irade imtihanına daha tâbi tutarak terbiye etmeyi murad ediyor, olmalı herhalde.. Bütün ibadetlerden murad da esasen, insanın, Rabb’ine kendi hür iradesiyle teslim olması ve böylece başka bir güç önünde eğilmemek şeklindeki bir bağımsızlık / istiklal manifestosunda bulunması değil midir?
Bir hadîs-i nebevî rivayetinde ‘Qûl-u lailaheillallah, tuflihû..’ (Lailaheillallah (Allah’dan başka ilah yoktur) deyiniz, kurtulunuz..’ şeklinde bir kurtuluş haberi vardır.
Gerçek kurtuluş yolu, bu kadar sâde.. Yeter ki, mânâsı derinlemesine anlaşılsın ve gereği yerine getirilsin.. Yoksa, bu ibare, mânası düşünülmeden, hayatımıza yansıtılmadan, her gün yüzlerce-binlerce kez ve sadece lafzen zikredilmekle, hayır.. Belki, bu durum bile, tekrar ede-ede, birgün mânâsının da kavranılmasına kolaylıklar sağlıyabilir, ama, yine de ideal olan, sadece o lafzî telâffuz değildir.
Oruç ibadeti de, insana, kendi iradesiyle kurtulmasının, nefsinin heva ve heveslerinden kurtulabilmesinin, diğergâmlığın, yani başkalarının halleriyle hemhal olabilmesinin yolunu gösterir. Allah’ın yarattıklarına merhamet ve adâlet nazarıyla yaklaşabilmesinin nasıl pratize edilebileceğinin yollarından birini daha öğretir.
Oruçla, insana, maddî açıdan yok olanı değil, varolanı paylaşmayı; sadece başkalarına da bir mikdar vererek değil, yoksulların, yokluk ve çaresizlik içinde olanların hallerini pratik olarak da anlayacakları bir şekilde kendi varlığında da hissederek öğrenmesinin hedeflenmiş olması da daha bir düşünülebilir.
Materyalist cereyanlar ise, insanı, kendi yaratılış fıtratindeki ilahî kodlamadan kurtulmaya ve herşeyi sadece kendisi için istemeye, hodgâm olmaya, egoizme çağırmakta; insana, ‘Cehennem, yani diğerleri..’ dedirtmektedir.
*
Genelde, hayvanlar yiyecek buldukları zaman, tıka-basa doyuncaya kadar yerler. Gerçi onların yaratılışlarındaki ilahî kodlanışında da, bazı yiyecekleri diğerlerine ayırmak gibi istisnaî örnekler yok değil.. Hele, anne olan hayvanlarda bu daha bir gözlemlenebilir. Düşünelim ki, bir kuş, kursağında biriktirdiği yiyecekleri getirip,yavrularının herbirisine eşit şekilde dağıtabiliyor. Onların yaratılışındaki bu müthiş ilahî kodlama bile, insan olana, ‘Sen ki irade sahibisin, diğer yaratıklarda varolan içgüdülerle sağlanmak istenen hedefi, sen kendi kendi iradenle bir hayat tarzı haline getir..’ çağrısı yapmaktadır.
Bu bakımdan, geliniz, oruçlu olduğumuz kuzey yarımküredeki müslümanlar olarak yazın sıcağında ve bazı yerlerde 18-20 saati bile bulan oruçlardan sonra, günümüzü, tıka-basa yiyerek tamamlamak yerine, daha az yiyerek, başkalarının hallerini anlamaya ve başkalarıyla yardımlaşma idmanımızı başarmak dikkatimizi geliştirmeye yönelelim; bazılarımızda görülen rengarenk sofralarla, aç kalının saatlerin intikamını alırcasına, Ramazan’dan önceki durumdan da daha bir semiz hale gelmemize yol açacak nâhoş görüntülerden uzak durma dikkatimizi geliştirmeye çalışalım. Bir hadis-i nebevî rivayetinde ifade edildiği üzere, ‘insanoğlu’nun doldurduğu en kötü kab, kendi misedisidir..’ ve kişinin dünyada en çok itibar ettiği şey, midesinden girenlere olursa, onun değeri de, o midesine girenlerin sonu kadar olur.
‘Dervişler çöldeydiler, ama, çöl dervişlerde değildi..’ şeklindeki sözün mânâsı üzerinde duralım.. Çöldeyken bile çölde olmamak..
Bunu tersinden de düşünebiliriz.. Biz de ‘Ramazan’dayız da, Ramazan, rûhuyla bizde mi ve ne kadar bizdedir?’i düşünmeye çalışalım.
Geçen gün arkadaşlarla sohbet ederken, Ramazan günlerinde, oruç tutmayanların oruçlulara saygılı olmayışının giderek arttığından yakınıldı.
O zaman şu husus da gündeme geldi:
Oruçlu olanlar, başkalarından kendi oruçlarına saygı gösterilmesinden memnun olabilirler, gönül birlikleri daha bir güçlenebilir, ama, oruçlu kimse, başkalarından kendi oruçluluk haline saygı gösterilmesini isteyebilir mi, bekleyebilir mi, bunu bir sosyal yaptırım kuralı halinde başkalarına yüklemek durumuna düşebilir mi?
Herhalde, hayır!..
Çünkü, sevgi ve saygı zorla olmaz. Oruçlu olanın çevresindekiler onun oruçluluk haline saygı göstermiyorlar diye, kimseden bir şey beklemek durumunda olmamalıdır müslüman, herhalde.. Bundan dolayı, başkalarına hınç beslemesine bile gerek yoktur. Saygı ve anlayış olursa, bu durum elbette memnuniyetle karşılanır elbette..
Çünkü, ibadet, başkalarının takdir, saygı veya nefretine göre şekillenmez, yön değiştirmez, o rızâ’y-ı ilahî ve de kendimizi daha bir iradeli insanlar için olgunlaştırıp geliştirmemiz içindir.
Lübnan’da bir kilisede gezerken, kendisine kılavuzluk eden bir keşişin, Hz. İsâ’yı çarmıhta temsil ettiğine inanılan bir heykeli gösterip, ‘çok da genç ve yakışıklıymış..’ demesi üzerine, Yahyâ Kemâl’in dile getirdiği ve bir şiirine de yansıttığı, ‘Çarmıhta haz verirmiş, insana imân..’ şeklindeki mısraı, bu konuyu çok güzel izah eder. Başkalarının alkış veya eleştiri ve hattâ hakaret ya da düşmanlığa aydırmamak, gerekirse, dârağacına bile çekilmeyi göze almayı gerektirir imân ki, bu durum, belki de inancına göre yaşamak azminin ve güzelliğinin zirvesi olur.
Bu vesileyle, Yahyâ Kemâl’in o nefis bir amazan şiirini de buraya dercedelim.
Yâhyâ Kemal’in, ‘Atik-Valde’den inen sokakta..’ isimli şiiri, ‘o zamanlar İstanbulu’nun, herhalde 80-90 yıl öncelerinin oldukça fakir bir semti olan Atik- Valde’deki Ramazan maneviyetini, atmosferini çok güzel resmetmektedir bize..
Ama, şiirin en güzel taraflarından birisi, şairin, o semtin fukara oruçlularına duyduğu gönül yakınlığı ve muhabbet kadar; ondan da ilerisi, kendisinin oruçsuzluğunu samimiyetle itiraf etmesi ve fakat bu halinden dolayı, o fukara müslüman halktan ayrı düşmesinin ruhî ızdırabını yansıtması ve bundan dolayı da derin bir üzüntü duyması ve sonra da o duygusunun kalmış olmasından dolayı bile, ‘çok şükür’ diyebilmesidir.
Şimdilerde, nicelerinde belki bu kadar samimiyet itirafınde bulunmak anlayışı da kalmamıştır, ve o büyük kitleden ayrı düşmenin ızdırabını yitirmemiş olmaktan dolayı ‘çok şükür..’ diyebilecek bir idrak de..
Evet, bu hatırlayışdan sonra, o nefis şiire geçebiliriz:
*
’Atik-Valde'den İnen Sokakta..
-Nihad Sâmi Banarlı'ya-
İftardan önce gittim Atik-Valde semtine,
Kaç def'a geçtiğim bu sokaklar, bugün yine,
Sessiiizdiler. Fakat Ramazan mâneviyyeti
Bir tatlı intizâra çevirmiş sukûneti;
Semtin oruçlu halkı, süzülmüş benizliler,
Sessizce çarşıdan dönüyorlar birer birer..
Bakkalda bekleşen fıkarâ kızcağızları
Az çok yakında sezdiriyor top ve iftarı..
Meydanda kimse kalmadı artık bütün bütün;
Bir top gürültüsüyle bu sâhilde bitti gün..
Top gürleyip oruç bozulan lâhzadan beri,
Bir nurlu neş'e kapladı kerpiçten evleri.
Yâ Rab, nasıl ferahlı bu âlem, nasıl temiz!
Tenhâ sokakta kaldım, oruçsuz ve neş'esiz..
Yurdun bu iftarından uzak kalmanın gamı
Hadsiz yaşattı rûhuma, bir gurbet akşamı..
Bir tek düşünce oldu tesellî bu derdime:
Az çok ferahladım ve dedim kendi kendime:
«Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür;
Mâdem ki böyle duygularım kaldı, çok şükür.»
*
Ve bir korkunç dramın 100. yıldönümü..
28 Haziran 1914, Harb-i Umûmî, Seferberlik..
50 yaşın üstünde olanlar herhalde hele de köylerde, ninelerinden, dedelerinden ve diğer büyüklerinden seferberlik hikayelerini, ezgilerini, hanelerinden gidip de gelmeyen ve bir daha haberleri bile ulaşmayan bir veya birkaç ferdine yakılan ağıtları, mâtem türkülerini dinlemişlerdir. Onlar I. Dünya Harbi de demeyi bilmezlerdi.. Tarihten fazla bir şey bilmezlerdi.. Onların dilinde dehşetle ve derin acıyla, gözyaşıyla telaffuz ettikleri tarihî vak’anın adı, ya ‘Harb-i Umûmî’ idi, ya da ‘Seferberlik..’
Onlar o seferberliğin niçin çıktığını da bilmezlerdi.. O korkunç boğuşmanın, Saraybosna’da bir kişinin öldürülmesiyle başladığını da pek bilmezlerdi, herhalde..
Evet, o kanlı ve bütün dünyayı, kesinlikle ya o tarafta, ya bu tarafta saf tutmaya mecbur bırakan büyük boğuşmanın kıvılcımı, 28 Haziran 1914 günü, tam 100 yıl önce, bu tarihte, Saraybosna’da çakmıştı, (o zaman Avrupa’nın güçlü devletlerinden birisi olan) Avusturya -Macaristan İmparatorluğu’nun Veliahdi (Arşidük’ü) Franz Ferdinand ve eşinin Saraybosna’daki Millî Kütübhane önünde, arabasıyla Latin Köprüsü’nden geçerken, Gavrilo Prencip isimli genç bir sırb nasyonalistinin sıktığı kurşunlarla öldürülmesiyle..
(Maktullerin kanlı gömlekleri bindikleri araba bugün, Avrupa tarihinin çok önemli bir hazinesi durumunda olan Viyana Askerî Müzesi’nde sergilenmektedir.)
Bosna, 1850’lerden itibaren, Sırbistan’ın Osmanlı’yı rahatsız etmekte en çok saldırdığı coğrafyalardandı. Osmanlı’nın ağır değil, hattâ korkunç şekilde yenildiği ve neredeyse İstanbul’un bile düşmek üzere olduğu ve tarihimizde (Hicrî-1293 tarihinde başlaması münasebetiyle, kısaca) ‘93 Harbi’ diye anılan 1877/ 1878 Osmanlı-Rus Harbi’nden sonra, Avusturya- Macaristan İmparatorluğu’na sunulmuştu, Berlin Barış Konferansı’nda..
Ve, güçlü Avusturya- Macaristan İmparatorluğu’nun gelecekteki imparatoru olmaya hazırlanan 60 yaşlarındaki arşidük Franz Ferdinand, 40 yakın bir süredir ülkesinin bir parçası durumuna düşen Sarajevo (Saraybosna)’yı müthiş bir güç gösterisi yaparak ziyaret ediyordu, eşiyle birlikte..
Ve o imparatorluğun gücüyle kıyas bile edilemiyecek bir el tarafnıdan orada sıkılan bir kaç kurşun, sadece Veliahd’in ve eşinin hayatını değil, onmilyonlarca insanın hayatını da söndürecek, dünyayı bir kan ve ateş deryasına dönüştürecek ve onlarca devleti de tarih sahnesinden süpürecek ve insanlık tarihinin seyir çizgisini değiştirecekti.
İlginçtir, (bugün Belçika’da, Bruksel yakınlarında) Haziran-1815’de Napolyon’un sonunu getiren ağır yenilgisinin yaşandığı ve hemen bütün Avrupa’nın tarih ve coğrafyasını ve sosyal dengelerini etkileyen Waterloo Savaşı’nın üzerinden 99 yıllık bir zaman dilimi geçmekteyken..
100 yıl sonra bir kez daha ve bu kez, bütün dünyayı da mahvedecek bir başka savaş ateşi tutuşturuluyordu.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, bu cinayetten hemen sonra, Sırbistan’a savaş ilan etmişti. Sırbistan ise, hemen yanıbaşında Pan-islavizm cereyanının bayrakdarı ve slav halklarının koruyucu meleği konumundaki Rusya Çarlığı’nın himayesine sığınmış ve Rusya da savaşa girmişti.
Almanya da Avusturya-Macaristan İmpataroluğu’nun yanında savaşa girmek için dev gösteriler yapılıyordu. (O sırada bir 25 yaşlarında ve o tarihten 20 sene sonralarda da Almanya’nın başına geçecek ve dünyanın başına büyük gaileler açacak olan Adolf Hitler’i, Münich’de savaşa girilmesi yönünde çılgın gösterilerle yapılan bir dev mitingde gösteren fotoğrafı ünlüdür.)
Sonunda, Almanya da savaşa katıldı.
Osmanlı’nın başında, evet, Sultan Reşad vardı, ama, asıl iktidar, İttihad- Terakkî Cemiyeti’nin (partisinin) elindeydi.. (Osmanlı bütün zaaflarına rağmen, yine de, o zaman Avrupa’nın en büyük güçlerinden birisiydi. Nitekim, iki yıl önce, Viyana’da yapılan ve Avrupa’nın 1914 öncesindeki durumunu konu edinen bir sempozyumun renkli posterleri Viyana duvarlarına yapıştırılmıştı ve orada, Avrupa’nın o günkü en büyük devletlerinin liderlerinin fotoğrafları vardı. Alman İmparatoru, Avusturya-Macaristan İmparatoru, İngiliz ve Fransız liderleri, Rus Çarı ve Osmanlı Padişahı Sultan Reşad da, en önde gözükenler arasındaydı ve o liderler arasında Sultan Reşad’a oldukça görkemli bir güç timsali olarak yer verilmişti, o posterlerde..)
Osmanlı ise, özellikle Balkan Savaşları felaketini yaşamış ve Balkanlar’daki 500 küsur yıllık varlıklarını yitirmiş, büyük toprak kayıplarına uğramış olmanın ağır sosyo-psikolojik travmaları altındaydı.
İttihadçılar bu yüzden, ‘Bu savaşta tarafsız kalınamıyacağına göre, yakın geçmişteki kayıpları nasıl giderebiliriz , tercihimizi hangi tarafta kullanmalıyız?’ hesabı içindeydiler.
Padişah’ın damadı olması hasebiyle, Başkumandan Vekili durumunda bulunan 35 yaşlarındaki Enver Paşa, bir nabız yoklamasında bulunmak üzere, Londra’ya gitmişti.. Enver Paşa’nın 20 gün kadar süren bu ziyareti sırasında, İngilizler, Osmanlı’ya fazla bir ümid vermediler ve ordunun zarurî ihtiyaçlarını karşılamak için de hiç bir yeşil ışık yakmadılar. Bu durumu hisseden almanlar, İttihadçı’lara yardım elini uzattılar, silah ve para gibi ihtiyaçlar karşılandı.
Ve arkasından da, Goben ve Breslau isimli iki alman savaş gemisi, Boğaz’lardan geçip, Osmanlı bayrağı çekerek Karadeniz’e açılacak ve Rusya’nın (bugün Ukrayna’nın) Odesa liman şehrini topa tutacaktı.
Halbuki, Osmanlı henüz kararını vermemişti ve Rusya ile bir savaş durumu henüz yoktu.
Rusya bu saldırı bir yanlış ise, özür dilenmesini ve tazminat ödenmesini istedi, Sadrâzam Saîd Halîm Paşa, özür dilenmesini ve tazminat ödenmesini istiyor, aksi halde istifa edeceğini söylüyordu. Ama, başta Mehmed Âkif olmak üzere, Saîd Halîm Paşa’nın yakın dostları, yerine gelecek olanın daha iyisi birisi olmayacağını gerekçe göstererek, onu istifa etmemesi için ikna etmeye çalışıyorlardı. Ama, İttihadçı üçlü (Enver, Tal’ât ve Cemal Paşa’lar) özür dilenemiyeceğinde ısrar edince..
Rusya Osmanlı’ya savaş ilan etti.
Osmanlı ile 1911-13 arasında iki savaşa, Balkan Savaşları’na katılmış olan Bulgaristan da Rusya’nın yanında yer almak üzereydi ki.. O sırada Bulgaristan’ı Sırbistan’a bağlayan büyük bir köprü havaya uçurulacak ve bunun Sırb güçlerince yapıldığı çok inandırıcı delillerle ortaya konulacaktı. Savaşa, Rusya ve Sırbistan’ın yanında girmeye hazırlanan Bulgaristan, bunun üzerine; Osmanlı’nın yanında savaşa girecekti. (Sırbistan’la Bulgaristan arasındaki o köprünün, bu neticenin bağlanması için, Osmanlı Gizli Servisi’nce havaya uçurulduğu ve hedefe varıldığına dair ciddî itiraflar daha sonra yapılmıştır.)
Evet, sonra İngiltere, Fransa ve İtalya da savaşta, Almanya’ya karşı olan cenahta yer aldı.. Japonya ise, Almanya’nın yanında yer aldı.
Bu arada, Ekim-1917’de Rusya’da bolşevik/ komünist ihtilali oldu, ve Viladimir İlich Ulyanuv Lenin liderliğindeki yeni rejim, savaştan çekildiğini açıkladı.
Öte yandan savaşın son demlerinde B. Amerika da, her zaman olduğu gibi İngiltere’nin yanında yer aldı.
Derken, dünya tam bir tımarhaneye döndü, sadece ordular değil, halklar da, öldüren öldürene, kıyasıya bir boğuşmaya girdi; savaşlar kazanıldı, kaybedildi.
Ve nihayet Osmanlı Devleti de Almanya ile birlikte yenildi.. Her iki taraf da çok büyük başarılı savaşlar verdikleri halde, neticede yenildiler.
Evet, ve sonra, Paris’te tertib olunan Versailles Barış Konferansı’nda Almanya teslim oldu. Osmanlı ülkesi parça parça edildi.
Versailles Barış Andlaşması için, ‘Barışı Yok Eden Barış..’ denilir ki, doğrudur; o barış andlaşması, savaşın galiblerince haramî mantığınca kurulmuş tam bir yağma sofrası hükmündeydi.
Nitekim, o andlaşmanın üzerinden 20 sene geeçmeden, o haksız ve ağır dayatmaları bertaraf etmek isteyen bir Adolf Hitler liderliğindeki Almanya, 1939 yılının 1 Eylûlü’nde İkinci Dünya Savaşı’nı başlatacak ve o savaş da 6 sene, yine aynı korkunç şekilde devam edecek ve bu savaş da 60-70 milyon insanı daha yuttuktan sonra, Almanya’nın teslim olmasıyla neticelenecekti. Uzakdoğu’da ise, Japonya, B. Amerika tarafından Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan iki atom bombasıyla kayıtsız-şartsız teslim oluyor ve Avrupa ve dünya, savaşın yeni galibleri tarafından bu kez de Yalta ve Potsdamm toplantılarında yeniden bölüşülüyordu.
*
Evet, bu anlatılanlar hepimizin son 100 yılımızın hikayesinden kuşbakışı kısa notlardır.
Birinci Dünya Savaşı’nın 100. yıldönümü olan 28 Haziran 2014 günü,, müslümanların mübarek Ramazan ayı başlamış bulunuyor. Ve amma, müslüman coğrafyaları, hâlâ Birinci Dünya Savaşı sonunda bozulan dengelerin yeniden tarihî gerçeklerine göre kurulamaması dolayısiyle, iç sancıları içinde kıvranıp durmakta..
Çünkü, müslüman coğrafyaları, hâlâ, Birinci Dünya Savaşı öncesindeki yüzlerce yıllık dengelerini yitirip, tekrar kuramamış olmanın dev sancılarını yaşıyor. Yani, Birinci Dünya Savaşı’nın ağır şartları bugün hâlâ devam ediyor, özellikle de müslüman coğrafyaları üzerinde..
Yeni bir dünya savaşının dev sancılarının yaşandığı dünyamızda, yeni bir savaş olsa, nelerin olacağı kestirilemez; ama, her halukârda beşeriyet için çok daha ağır ve acı sonuçlarının olacağı açıktır.
Bunun içindir ki, Hz. Peygamber (S)’den gelen ‘Savaşı istemeyiniz, ama, gelip çattığında da kaçmayınız..’ şeklindeki bir hadîsin patırlatması unutulmamalıdır.
*
Ve bir cevabî açıklama daha..
Önceki yazıma (haksozhaber.net’te) eklenen bir okuyucu yorumunda, ’IŞİD canavarlarının yaptığı yaptığı korkunç cinayetleri meşru gösterircesine, …Malikî hükûmeti yeterli olmayabilir, ama, bu yetersizliği işlenen cinayetler için gerekçe göstermek size yakışır mı?’ deniliyordu.
O yoruma yazılan cevabı burada da paylaşmak isterim:
*
IŞİD veya benzeri silahlı savasçı gruplarına, birileri korkunç, ya da mülayim, ve onurlu bir savaşçı dedi diye, korkunç veya mülayim ve onurlu demem. Karşıtlarını öldürmekten başka çaresinin kalmadığını düşünen veya sanan insanların o anda nasıl savaştıklarının örnekleri üzerine tarihler dopdoludur ve hiçbir düşman çiçek sunmaz; sunduğu zaman bile, ona da ihtiyatla yaklaşılır, şübheyle bakılır.
Lübnan Hizbullahı’nı sionist İsrail rejimi korkunç savaşçılar diye nitelediği zaman, dünya müslümanları ise onu alkışlamışlardı..
Ama, o savaş gücünü, bir diktatörlük rejimini ayakta tutmak için kullanmaya kalkıştığında..
İşte o zaman, durum değişti, tabiatiyle.. Hz. Ali’nin kumandanı olan Şimr’in, Hz. Huseyn’i katlettiği zaman da o ilk statüsündeki Şimr olmayışı gibi bir durum..
IŞİD (veya arabca ve farsça metinlerde DA'IŞ veya ingilizce kısaltılmış şekliyle ISIS / Irak-Şam İslam Devleti) isimli örgüt ortaya çıktığı zaman, kendisini El'Qaide'nin içinde gösterdi.. Ama, başka gruplar da vardı, El’Qaide adına hareket ettiklerini ileri süren.. (Bunlar da El’Qaide diye anılan teşkilatı, daha bir tanınamaz ve anlaşılamaz ve esrarengîz bir örgüt haline getiriyor.) Kendisini El’Qaide’ye nisbet eden örgütlerden birisi de, en'Nusra isimli savaşçı güç odağı idi. O da kendisini El'Qaide'nin temsilcisi olarak görüyor- gösteriyordu.
Sonra bu gibi gruplar arasında, komuta'nın ve liderliğin kimde olacağı üzerine ihtilaf çıktı..
Birbirlerini boğazlamaya başladılarına dair korkunç haberler geldi. Ama, özellikle de IŞİD'çiler ile en'NUSRA güçleri, birbirlerinin aleyhinde korkunç ve canavar ruhlu savaşçılar suçlamasını yaptılar.
Her iki taraf da birbirini, aynı Kur'an âyetlerini okuyarak yok etmeye çalışıyordu; tıpkı, komünistlerin çekilmesinden sonra, Afganistan’da, o güne kadar komünistlere karşı cihad eden mücahid teşkilatlarının yaptığı gibi..
Hattâ, bunların birbirlerinin boğazını keserek öldürdüklerine dair korkunç filmler internetlere verildi..
Bunlar kesinlikle doğru idi veya yanlış idi, diyemem. Çünkü, kesin bilgim yok, ama, ciddîye alınması gerekecek derecede önemli iddialar var. Hattâ, hasmının ciğerlerini çıkarıp, ağzında çiğnediği rivayet olunan canavarlıklar bile gösterildi dünyaya ve Rus lideri Putin bile bu sahnelerden ürperdiğini söyledi..
Sonunda, El'Qaide lideri Eymen ez'Zevahirî, iki ay kadar önce, bu iki gruba hitaben bir açık mektub yayınladı ve her ikisine de 'mücahid kardeşlerim..' diye hitab etti ve aralarındaki ihtilafa son vermelerini söyledi..
IŞİD, diğerlerinin kendi komutası altında olması gerektiği görüşünden hareketle, çağrıya olumsuz cevab verdi.. O andan itibaren de, bu 'mücahid kardeşler' birbirlerini 'şeytanın askerleri..' diye nitelemeye ve birbirlerinin aleyhinde en ağır suçlamaları yapmaya ve en korkunç propaganda filmlerini hazırlayıp dünyaya duyurmaya daha bir hız verdiler. Ama, bu yolla kötülenen, sadece şu veya bu grup veya hareket değildi, bütün müslümanların herbirisinin üzerine de cîfeler sıçratılıyordu.
Savaşan ve birbirlerini kendi kurtuluşlarını karşıtlarını yoketmekte gören insanların birbirlerini en nefret edilecek kimseler olarak göstermek yolunda hele de çağımızın imkanlarıyla her türlü propaganda ve psikolojik savaş taktiklerinden faydalandıkları, faydalanacakları açıktır.
Bu bakımdan tarafların veya daha başkalarının, üçüncü tarafların, bu propaganda malzemelerinden diledikleri gibi istifade etmeye kalkışmalarında da şaşılası bir durum yoktur.
Nitekim, onlar kendi aralarında boğuşurken; Esed rejimi, sionist İsrail, Amerika, Rusya, ve daha niceleri ve de ateist ve laik güç odakları, bu boğuşmaları onların değil, İslam'ın bir kusuru ve yanlışı olarak gösterdiler.
Daha da ilginci şu ki, Lübnan Hizbullahı da bir takım türbeleri korumak iddiası adına, Esed diktatörlüğünü korumak için girdiği Suriye'deki bu Beşşar Esed liderliğindeki Baas rejimi diktatörlüğüne karşı savaş verenleri, sırf bu yüzden, 'tekfirci ve teröristler ' diye nitelediler, tıpkı İran medyası gibi.. Delilleri de, bu selefî veya daha başka isimlerle anılan savaşçı grupların, şiî müsülümanları tekfir etmesi, kafir olarak nitelemesiymiş..
Halbuki, müslümanlık, birilerinin kabul veya reddine bağlı değildir, kişinin müslüman olduğu hususu, ancak Allah katında geçerli veya geçersiz olur.. Böyleyken, bu tekfirlere lâyık olmadıklarını, rencide olduklarını düşünenler de onları tekfir etmeye ve onların kanlarını dökmeye can atar hale geldiler. Yani, bir eğriliğe karşı çıkmak adına, mukabil bir eğriliği seçtiler.
Ayrıca, Suriye’deki diktatörlüğü karşı savaş verenlerin de elbette İslam’ın savaş hukuku ölçülerine riayet etmesini isteriz, ama, onların hangi şartlarda bulunduğunu ve nasıl bir savaş usûlünü takib ettiklerine dair haberleri sadece, onların karşıtlarından, Esed tarafdarlarından ve hâmilerinin ağzından yani hasımlarından dinlemekteyiz.
Şimdi..
Allah aşkına, bir takım propaganda merkezleri birilerini tek taraflı olarak ’korkunç cinayetler işleyen bir güç olarak niteliyor..’ diye biz de hemen ve sadece onları mı suçlayalım?
Suçlanacak birileri varsa, bu fitne içinde taraf olan ve karşı tarafı öldürülmesi gereken, kafir ilan eden herkes suçludur. Doğrudur ki, selefîler denilen grup, vehhabîlerin yeni versiyonu olarak, kendileri gibi inanmayanları, düşünmeyenleri hemen tekfir edecek kadar katı da; onları tekfirci diye niteleyip, öldürülmelerini kendileri için hak bilenler ve onların yüzler halinde öldürüldüğü haberlerini manşetlerinden sevinçle verenler sanki onlardan daha mı az katılar?
Bir diğer konu.. IŞİD denilen hareket'in en fazla 8-10 bin kadar savaşçısı var sanılıyordu. Bütün Suriye ve Irak cebhelerinde, o kadar geniş bir arazide 10 binlik bir güç nedir ki?
Böyle bir gücün, Musul gibi 2,5 milyon kadar nüfusu olan kocaman bir şehri birkaç saat içinde ele geçirmesi, sadece cinayetkarlıkla, barbarlıkla izah edilemez. Orada, o halkın, Malîkî rejiminin mezhebci bir taassubla, sadece kendi mezhebinden asker ve polislerle yönetmeye çalışılması, karşı mezhebden olanları, aşiret liderlerini, Saddam döneminin kalıntılarını da, o savaşçı grupla işbirliği yapmaya sevkettiği görülüyor.
Malikî rejiminin o taassubu olmasaydı, gözlerini körlük kaplamasaydı, o kadar farklı grupların bir araya gelmesi mümkün olamaz ve yüzbini aşkın asker ve polis gücü de silah ve üniformalarından soyunup sivil halkın arkasına katılarak buharlaşmazlar, kaçmazlardı, herhalde..
Bunları söylemek, IŞİD'çileri temize çıkarmak değil, hastalığın asıl sebebini anlamaya çalışma çabasıdır. Bugün Mâlikî’nin, IŞİD ve ayaklanan diğer güçleri ezebilmek için, Beşşar Esed ve B. Amerika başta olmak üzere, daha kimlerden ve nerelerden yardım alındığını da kendi dilinden duyuyoruz. Bu işbirlikleri neticesinde, kendi lehine bir sonuç alıp almıyacağı belli değildir elbette, ama, zafer kazansa bile, bu bir ’Zafer ya da hiç’ten ileri geçemiyecektir.
Kendi şehirlerini ve kendi halkını da, o IŞİD savaşçılarını bahane ederek, Amerikan ve Rus uçaklarıyla ve son olarak, hattâ Suriye’yi 4 yıla yakın zamandır bir cehenneme dönüştüren kendi iktidarını sürdürmek için tasavvur edilemez cinayetleri işleyen Beşşar Esed diktatörlüğüne bile bombardıman ettiren ve yüzlerce-binlerce sivil insanı da paramparça ettiren Mâlikî için, yetersizliğini kabulle yetinip, canavarlık yapıyor diyemezken; sadece asıl güç odağı olarak 8-10 binlik sanılan ve gerçekte ise, çok karmaşık ve çok yönlü bir başkaldırı gücüne dönüşen bir kitle hareketini, sadece propaganda haber ve flimleriyle ağır şekilde suçlamak, sizin aklınıza ve adâlet anlayışınıza yakışıyor mu?
haksöz