Mahkemelerin Kararttığı Hayatlar
Bir sel gelir 1920'li yıllarda. Önüne aldığı birçok âlim ve masum insanı alır götürür. Geriye hiç dokunulmayan, her anımsayışta kanayan ve sessizce konuşulan hikâyeler kalır... İstiklâl Mahkemeleri'nden bahis açıyoruz...
Herkesin korkup köşelerine çekildiği bir zamandır 1920-1927 tarihleri. İstiklâl Mahkemeleri'nin kurulduğu bu zaman dilimi, Cumhuriyet tarihinde en çok tutuklamanın yapıldığı yıllardır. Bu dönemde hiçbir menfi harekete bulaşmadan sadıkane yolunda yürüyenler ne yazık ki mazlum oldular. Üstad Necip Fazıl Kısakürek, 1969 yılında yazdığı 'Son Devrin Mazlumları' kitabının takdim kısmında bu insanlar için "Bu eser, tarih boyunca büyük mazlumlardan sonra 'beklenmesi ve ona eklenmesi' gereken bir bahsi çerçeveliyor. İman ve ideal uğrunda umumi mazlumluk davasının çok yakından, öz hayatımızdan, yakın tarihimizden ele alınması ve hususi planda gösterilmesi..." ifadelerini kullanır. Necip Fazıl, pek çok kalemin yazmaktan çekindiği din mazlumlarından Ulu Hakan Abdülhamit, Şeyh Sait, İskilipli Atıf Hoca, Esad Erbilî Hazretleri, Bediüzzaman Said Nursî ve Dersim mağdurlarının yaşadıklarını şahitlerden de dinledikleriyle cesur bir dille anlatır. Var olan bilgilerin üstüne yenilerinin de eklenmesi gerektiğini düşünen Necip Fazıl, bu büyük bahsin öne çıkan isimlerinin hikâyelerini kaleme alırken gelecek nesillere de yol gösterir: "Siz de ekleyin, dile getirin!"
Bugün Dersim ve 12 Eylül arşivlerini okuyan, şahitlerini dinleyen Türkiye, tarih kitaplarında yer bulamayan İstiklâl Mahkemeleri'ni de yeniden konuşuyor. Zira idamlar neticesinde hapishanelerde hayatı bitirilen ya da sürgüne gönderilen bu insanların hayatları ve geride bıraktıkları hâlâ tarihin karanlık sayfalarında yer alıyor. Üstad Bediüzzaman Said Nursî de aynı yargılama sürecinde idam edilmese de 1926'dan 1934'e kadar insanlarla irtibatı kesilir, kuş uçmaz kervan geçmez bir dağ köyü olan Barla'da göz hapsinde tutulur. Bizler bu dönemin en meşhur şahsiyeti İskilipli Atıf Hoca'nın hayatını Mesut Uçakan'ın çektiği 'Kelebekler Sonsuza Uçar' filminden ve hakkında yazılan kitaplardan az da olsa biliyoruz. Fakat ya diğerleri? Onlar hakkında neler biliyoruz?
Saydığımız isimlerin hikâyelerine geçmeden önce İstiklâl Mahkemeleri'nin tarihçesini kendi şartlarında okumaya çalışmak istiyoruz. Çünkü Millî Mücadele dönemi ve sonrası Anadolu halkı için maddî ve manevî her açıdan zorlu bir süreci içerir. Bu sebeple yurdun dört bir yanında düşmanla mücadele eden Ankara hükümeti, meşru sınırları çizmek için uğraşır. Bu sırada huzur ve güvenliği sağlamak, asker kaçaklığının önüne geçmek, düzenli orduyu kurmak için merkezi otoriteyi gerçekleştirecek bir metot aranır. Otorite için devrim yöntemleri çare görülür. 29 Nisan 1920'de Mehmet Şükrü Bey'in TBMM'ye verdiği önergeyle 'Hıyanet-i Vataniye Kanunu' kabul edilir. Tehdit unsuru sayılan hareketlere karşı daha sıkı tedbir almak isteyen Dr. Tevfik Rüştü Bey, Mustafa Kemal'e İhtilâl Mahkemeleri kurulması için bir öneri verir. Özel kanunla belirlenen mahkemenin adı daha sonra İstiklâl Mahkemeleri olarak değiştirilir. Genelkurmay Başkanı İsmet Paşa da 14 İstiklâl Mahkemesi kurulması için öneride bulunur ve mahkemeler Temmuz 1921-Ekim 1923 tarihleri arasında çalışır. İlk olarak Kastamonu, Konya, Samsun ve Yozgat'da kurulir ve 17 Şubat 1921'e kadar yaklaşık beş ay kadar çalışır. Bu dönemde casus, bozguncu, eşkıya, hain, asker ailelerine tecavüz edenler en ağır şekilde cezalandırılır. Çerkez Ethem, Atatürk'e suikast, komünist kuruluşlar gibi davalara bakılır. Sonuçta 54 bin insan yargılanır, 1054 insan idam edilir, 43 bin kişi ise sürgün ve hapis cezası alır.
1923'te tekrar açılan ikinci dönem İstiklâl Mahkemeleri, 1927'ye kadar faaliyet gösterir. Bu mahkemelerdeyse asker kaçakları, Kurtuluş Savaşı'nda düşmana yardım edenler ve isyan çıkaranlar yargılanır. Mahkeme, 29 Haziran 1925 tarihinde Diyarbakır'da Şeyh Sait ve 46 destekçisini idam eder. Sonrasında ise Cumhuriyet'in ilanını eleştirenleri, hilafet ve saltanat propagandası yapanları yargılamak için İstanbul ve Ankara İstiklâl Mahkemeleri kurulur. Ulusal otoriteyi sağlamak için kurulan bu mahkemeler bir süre sonra binlerce masum ve mazlum insanın idam edildiği bir yapı haline gelir. Ankara İstiklâl Mahkemeleri'nin Başkanı Ali Çetinkaya nam-ı diğer Kel Ali, savcısı Necip Ali Küçüka ve üyesi Kılıç Ali'dir. İşte bu 'Üç Ali', yapılan birçok haksız yargılamayla hafızalara kazınır. İstiklâl Mahkemeleri'nin en temel özelliği ise yargılananların itiraz yani temyiz hakkının bulunmamasıdır. Mahkemelerde yargılananların birçoğu aynı gün içerisinde tutuklanır, yargılanır, cezalarını alır ve idam edilir. Ali Çetinkaya'nın Ankara İstiklâl Mahkemesi ceza dağılım cetveline göre vicahen, gıyaben ve müeccelen verdiği idam kararlarının toplamı 2470'tir. Salben (asılarak) gerçekleştirilen idamlarda kadrolu olarak görevlendirilen Keskinli Cellât Kara Ali, Tanin gazetesinde kendisiyle yapılan bir röportajda: "Ben Ankara'da 6128 kişinin sehpada ipini çekmişim." der.
Birçok âlim ve münevver insan idam edilirken dillerinde sadece duaları vardı. Geride ise memleketini terk etmek ya da soy ismini değiştirmek zorunda kalan aileleri. Şimdi, mağdur olan binlerce kişiden sadece birkaçının yaşadığı trajediye ayna tutalım...
HEM DİN ÂLİMİ HEM
AKTİVİST: İSKİLİPLİ ATIF HOCA
Cellâdı Kara Ali midir bilinmez ama bu dönemde idam edilenler arasında öne çıkan ilk isim şüphesiz 82 yıl sonra mezarı bulunan İskilipli Atıf Hoca'dır. Fatih Dersiamı, medaris müfettişi, Kabataş idadisi Arapça öğretmenliğinin dışında hem fikir üreten hem eylemlere katılan bir aktivisttir o. Aynı zamanda 15 Mayıs 1919 İzmir işgalini Beyoğlu'ndaki İngiliz elçiliğinde protesto eden ilk aydın, Milli Mücadele'yi canı yürekten destekleyen bir vatanperverdir. Bediüzzaman, Mehmet Âkif, Ahıskalı Ali Haydar, Eşref Edip ve Ali Şükrü ile birlikte aktüel yazılar yazar. Batılılaşmayı eleştiren 'Frenk Mukallitliği' kitabını Şapka Kanunu'ndan tam 18 ay önce yazdığı halde, söz konusu kanuna muhalif olduğu gerekçe gösterilerek 7 Aralık 1925'te evinden alınarak Ankara'ya gönderilir. "Baba beni kimlere bırakıp da gidiyorsun?" diye ağlayan kızı Ayşe Melahat, babasını en son o gün görür. 3 Şubat 1926 tarihinin gecesinde İskilipli Atıf Hoca dört sayfalık savunmasını hazırlar. Rivayete göre ranzaya yaslandığında Peygamber Efendimiz'i (sav) rüyasında görür. Resûlullah'ın "Atıf, neden bize kavuşmayı erteliyorsun?" hitabıyla uyanınca savunmasını yırtıp atar. Dört gün içine sıkıştırılan dört duruşmadan sonra 4 Şubat 1926'da eski meclisin önünde Babaeski Müftüsü Ali Rıza Efendi ile birlikte asılarak idam edilir. Yıllarca baskı altında kalan akrabaları da resmî platformlarda İskilipli Atıf'ın adını ağızlarına alamaz, köylerini terk eder. Birçoğu gibi naaşı ve mezarı ailesinden saklanır. Kabri, daha 2009'da eski Hatay Milletvekili Mehmet Sılay tarafından bulunur, cenaze namazı kılınır.
ŞEYH ESAD ERBİLİ HAZRETLERİ
Anne ve baba tarafından seyyid olan Erbilli Şeyh Esad Efendi'nin dedesi Şeyh Hidayetullah Efendi, Mevlânâ Halid-i Bağdadi Hazretleri'nin Erbil Halifesi'dir. Hem Nakşî hem de Kadiri icazeti alan bir âlimdir. 1883'de İstanbul'a gelir. Fatih Camii'nde ders okutur. Ünü kısa zamanda yayılan Erbilî Hazretleri'ni Abdülhamid Han'ın damadı Halid Paşa saraya davet eder, sohbetlerinden istifade eder. İstanbul'da bütün tarikatları aynı çatı altında toplayan heyetin isteğiyle Şeyhler Heyeti'nin reisi seçilir. Cumhuriyet'ten sonra bir kenara çekilir, zikir ve ayini terk eder. Yalnız ilmî ve dinî sohbetler yapar. 1925'te İstiklâl Mahkemeleri ile başlayan rüzgâr onu da içine alır. Zira 1930'da özellikle Nakşîler aleyhinde kampanyalar başlar. Menemen olayında ise bir numaralı suçlu olarak gösterilir. Başlarına gelecekleri fark eden oğlu Ali Efendi babasına, "Babacığım, ben havayı beğenmiyorum. Etrafımızda uğursuz gölgeler dolaşıyor. Evimiz ve sokağımız tarassut altında. Bir tedbir alalım. Mesela köşkteki kalabalığı dağıtalım, onları memleketlerine gönderelim. Biz de göz önünden silinelim." der. Esad Erbili Hazretleri ise acı bir tebessümle şu cevabı verir: "Allah'ın takdiri neyse o olacaktır. Bana öyle geliyor ki, ok yaydan çıkmış ve hakkımızda karar alınmıştır. Yani tedbir zamanı geçmiştir." 23 Aralık 1930'da tutuklanır, Menemen'e sevk edilir. İdam talebiyle yargılanır fakat o sırada yaşı 90'ı geçtiği için yürümekte bile zorlanıyordur. Cezası müebbede çevrilir. Oğlu Ali Efendi ise idam edilir. Üremi tedavisi için Menemen'e askerî hastaneye gönderilir. Tedavisi devam ederken 4 Mart gecesinde vefat eder. İddialara göre damar içi enjeksiyon ile zehirlendiği söylenir. Cenazesi ailesine verilmez, Menemen'de defnedilir.
MEVLEVÎ İBRAHİM HAKKI EFENDİ
Boranın ortalığı kavurduğu bu dönemin başka bir şehidi de Mevlevî İbrahim Hakkı Efendi'dir. Erzincanlı Mevlevî Şeyhi İbrahim Hakkı Efendi, vaaz ve eserleriyle halk arasında çok sevilen bir ilim adamı, Sultan Abdülhamit ve Reşad döneminde saray vaizidir. 1915'de Erzincan ve çevresinde topladığı Mevlevî gönüllüleriyle gittiği Kanal Savaşı'ndaki mücahitlerdendir. Cevval biri olarak bilinir. Atıf Hoca'nın idamından 4 ay sonra Erzincan'a gelen İstiklâl Mahkemeleri, Ankara'dan aldığı emirle İbrahim Hakkı Efendi'yi arar ama bulamaz. Gıyabında gerçekleşen tek celsede, asılarak idam kararı çıkar. Bu sırada Kemah'taki köyünde olan İbrahim Hakkı, askerlerin geleceği gün rüyasında Peygamber Efendimiz'i (sav) görür ve ailesiyle helalleşir. Sabah ezanı okunduktan sonra namaza durur. İkinci rekâtta secdede ruhunu Rahman'a teslim eder. Hakkında arama emri bulunduğu için oğlu babasının vefatını jandarmaya haber verir. Seyyar mahkeme doğrulatmak için bir heyet gönderir. Mezarın açılmasını isteyen askere köylü karşı çıkar ama beş gün önce defnedilen cenazenin yüzü açtırılır, köylüye onaylatılır. Kefeniyle birlikte çıkarılan cenaze kurulan darağacında asılır. Kemah Nahiye Müdürü'nün "Adamcağız zaten ölmüş niye asıyorsunuz?"sorusuna verilen cevap şöyledir: "Mahkeme asılarak idamına karar vermiş. Biz kararı yerine getiriyoruz."
'VERGİ DE VERECEĞUZ, SERPUŞ DA GİYECEĞUZ'
Rize'de ise başka bir vahim tablo vardır. Modernleşmenin simgesi olan şapkayı giymek istemeyen kentin kıyıları bomba altında bırakılır. Bu görev ise Balkan Savaşları'nın ünlü Hamidiye zırhlısına verilir. İki gün süren top atışından sonra Rize'ye gezici İstiklâl Mahkemesi gelir. Top atışıyla ölen ve yaralananların dışında 143 kişi bu mahkemede yargılanır. Bir günde yapılan yargılamada 8 kişiye idam cezası verilir ve infazlar gerçekleştirilir. 55 kişi de farklı hapis cezalarına çarptırılır. Bu ailelerin birçoğu korkudan soyadlarını değiştirir. Köylüler o gün söyledikleri bir deyimle yaşananların ironisini de ortaya koyar: "Atma Hamidiye atma, vergi de vereceğuz, serpuş da giyeceğuz."
'BENİM ADIM MAŞALLAH!
ŞAPKA GİYMEM İNŞALLAH!'
Kurtuluş Savaşı'nda kahramanlığıyla bilinen Maraş'ta ise Cuma namazından sonra halk şapkayı protesto eder. Halkı kuşatan asker camiye sığınanları teslim alır. Tutuklanan 63 kişi zincirlenerek Adana'ya sevk edilir. Mahkûmlar öyle bir haldedirler ki biri düşse hepsinin canı yanar. Adana'da kaldıkları hücrede ise hayvan bile barınamaz. Bu muamele sebebiyle tutuklu Maraşlılar, Milli Mücadele döneminde başlarına taç ettikleri mahkeme reisi Kılıç Ali'ye "Şimdi bizi bu pislik kuyusuna atmayı nasıl reva görüyorsunuz?" der. Kılıç Ali'nin cevabı ise "Sabırlı olunuz, yakında hepinizi kurtaracağım." olur. Ama tutukluların birçoğu idam edilir. Aralarında ise ağzından eksik etmediği 'Maşallah' kelimesiyle bilinen Maşallah Ali Efendi'ye son kez şapka giyip giymeyeceği sorulur. Ali Efendi şehadet getirdikten sonra şöyle der: "Benim adım Maşallah! Şapka giymem inşallah!"
Habere Necip Fazıl'ın tavsiyesiyle başladık, bu süreci anlatan ve başka da söze gerek bırakmayan bir cümlesiyle bitirelim istiyoruz: "Bunların hikâyesini anlatmak ve dinlemek bile bana giran geliyor, azap veriyor. Zulüm gölünün neresinden bir bardak veya bir yüksük su alınsa tahlilleri birbirinin aynı çıkar." [email protected]
KAYNAKÇA: Necip Fazıl KısakürekSon Devrin Din Mazlumları, Mehmet Sılay-İskilipli Atıf Hoca, Ahmet Turan Alkan-İstiklâl Mahkemeleri ve Sivas'ta Şapka İnkılâbı Duruşmaları, M. Çetin BaydarŞapka
İstiklâl Mahkemeleri'nde idam edilen tek kadın
İstiklâl Mahkemeleri'nde birçok insanın şapka yüzünden asıldığı bilinir ama biri var ki onun hikâyesine akıl sır erdiremiyor insan. 24 Kasım 1925'te Kahramanmaraş'ta kurulan 23 darağacında bir de kadın vardır: Şalcı Şöhret Bacı. Erzurum'da yetim çocuklarına bakmak için el işi şal örüp çarşıda satan bir annedir o. Devlet birden şapka giymeyi emredince, yayılan dedikodularla birlikte Maraş halkı protesto amacıyla şehir merkezine doğru yürüyüşe geçer. O esnada kadınlar hamamından çıkan Şöhret Bacı'ya "Senin oğlanlar hükümeti taşa tutuyor, git onlara sahip ol." der biri. Fevri bir kadındır Şalcı Bacı. Bohçasıyla hamamdan dışarı fırladığı gibi hükümet konağının önüne gider. Asker ve halk arasında sürtüşme olduğunu görünce evlatlarını aramaya başlar. Bulamayınca, oğullarını askerlerin teslim aldığını düşünür. Annelik duygusuyla bağırarak bohçasındaki takunyaları askerlere fırlatır ve şapka hakkında kötü sözler sarf eder. Ne olduğunu anlamadan tutuklanır, yargılanır ve 22 erkekle birlikte asılır. Rivayete göre, "Ben hatun kişiyim, şapkayla ne işim olur?" dese de dinletemez kimseye. İdam edilirken kadın olduğu anlaşılmasın diye başına çuval geçirilir. Bu süreçte idam edilen ilk ve tek kadın olur.